Dar Ağacında üç fidan


Daragacinda üçfidan
DARAGACINDA ÜÇ FİDAN
DAR'AGACINDA ÜÇ FİDAN SAYFA 2 DAR'AGACINDA ÜÇ FİDAN SAYFA3 DAR'AGACINDA ÜÇ FİDAN SAYFA 4
NİHAT BEHRAM
DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN
:::::::::::::::::
NİHAT BEHRAM
1946 yılında Kars'ta doğdu. On şiir kitabı yayınlandı. Yayınlanmış
yirmi kitabı bulunmaktadır. Çeşitli yapıtları yabancı dillere
çevrilmiştir. -Halkın Dostları-, -Militan- ve -Güney- dergilerini
çıkaranlar arasındadır. Yazdıklarından ötürü 12 Mart döneminde
2 yıl tutuklu kaldı. 70'li yıllarda bir süre gazetecilik
yaptı. 12 Eylül döneminde Bakanlar Kurulu kararıyla T.C. vatandaşlığından
çıkarıldı. Uzun yıllar yurdundan uzakta yaşamak
zorunda kalan Behram, 17 yıllık politik sürgünlükten sonra
1996 yılında yurduna dönebildi.
:::::::::::::::::
İÇİNDEKİLER
Sunu
Uğruna ölüme gidilen şey kendini karanlıkta bir
ışık gibi hissettirirBu günler ki
Türkiye'de karanlık bir dönem ve Deniz, Yusuf, Hüseyin'in
dışarda son günleri Deniz Gezmiş, -Mahkeme diye böyle bir yerde bulunmaktan
utanç duyuyorum- dedi
Tutanaklar (1)
Ortak savunmalarına -ezenlere karşı verdikleri mücadelelerde
ölen tüm ezilenlere selam olsun- diye başladılar Gecenin Gölgelerinde Ayrılık
N. Ağırnaslı İnönü'ye -Korkarım bu kan gölü onu döktürenlerle
birlikte, susanları da boğar- dedi
Üç Dağa Ağıt 6 Mayıs'ın ilk dakikalarında Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in
hücreleri açıldı... Zincire vuruldular...
Tutanaklar (2)
Telaşlanmışlar, Deniz'in ayağındaki zinciri açamıyorlardı...
Deniz gülümsüyordu. Kanayan Üzümler Yusuf odasından alınırken -Deniz'in sesini duydum- diyordu...
Ölüm Nerden ve Nasıl Gelirse... Yan yana yaşamış, yan yana ölmüşlerdi, ama yan yana
gömülmeleri engellendi
Ah, ardı ardına kenetlenen ölüm Yusuf Aslan son mektubunu Senato'nun idamları onayladığı
gün yazmıştı...
Yalnız Değiller...
Sinan'la Hüseyin'in arkadaşlığı kavga içinde başladı, son ana
kadar aynı duyguyu taşıdılar... Yaşamak Adına
Kurtuluş haberlerinin, ölüm haberleriyle birlikte geldiği
günlerdi; Ulaş düştü İstanbul'da... MBG Başkanı Fahri Özdilek infazlara taraftar değil, fakat
umutsuzdu...
Bahardı (İİ)
Hüseyin Filistin dönüşünde ağır işkencelerden geçmiş fakat
tek sözcük konuşmamıştı...
Yusuf'un kararlılığı ve cesareti polisi şaşkına çevirmişti...
Yusuf' un yarasına, vurulduktan on bir saat sonra
bakıldı.
Bahardı (İ)
-Asma-yı bir eğlence konusu yapmışlardı, hücrede bir işçiyi
günlerce sehpaya çıkardılar...
Dövüşe Dövüşe Yürünecek
Bir anda Denizlerin, Yusufların, Hüseyinlerin mezarları insanla
kaynaştı... Sıralar halinde, binler, on binler -saygı duruşu-nda
bulunuyordu...
1'inci THKO davası ve sonuçlarına ilişkin görüşler
Faşist uygulamaları, tarih kimsenin gözünün yaşına bakmadan
değerlendirecektir...
Siyasal yargılamalarda hüküm verenler çoğu kez hem davacı
hem de yargıç durumundadırlar
Asıl yargılama; 6 Mayıs 1972 şafak vakti halkın vicdanında
yeniden başlamış ve devam etmektedir
Verilen ölüm cezası, uygulayıcılara onur vermeyecek bir biçimde
adalet tarihine geçecek acılı bir örnek olacaktır...
Hüküm verilmesine ve cezanın infaz edilmesine rağmen
kamuoyunda kabul edilmiyor, tartışılıyorsa o dava
kapanmamıştır
12 Mart döneminde hukuk kuralları alabildiğince hiçe sayılmıştır
Ali Elverdi görevinin ne olduğunu AP'den milletvekili olduktan
sonra kamuoyuna açıklamıştır...
Askeri görevleri yanında politik görevler de yaptığını söyleyen
Elverdi hakkında kovuşturma açılması gerekir
22 kişilik Adalet Komisyonu'nda idama karşı gelen tek üye bendim.
İkisi 25, biri 23 yaşında olan bu üç genç ölümden kurtulamaz mıydı?
12 Mart'ın kendine özgü hukukla bağlantısı olmayan özel bir yeri
vardır
İdam hükmüyle sonuçlanan bu davaya yöneltilen eleştiriler
gösteriyor ki, kanunun değiştirilmesi bir gerekliliktir
İdamlarla ilgili tarihi bir belge
Yeniden kendi şehrimde
SUNU
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan yakın tarihimizin
simgeleşmiş adlarından üçüdür. Bilindiği gibi bu üç
genç -12 Mart Dönemi-nin karanlık günlerinde, 6 Mayıs
1972 sabahı darağacına çıkarıldılar.
12 Mart'ın hukuk anlayışının bir göstergesi ve sonucu
olan bu infazlar yıllardır kamuoyunun vicdanını rahatsız
etmiş ve etmektedir. 12 Mart darbecileri bu üç gencin
muhalif etkinliklerine son vermek, onların birer mitos olma
potansiyellerini engellemek amacıyla yaşamları ve son
dönemlerine ilişkin her şeyi bir sis perdesi altında tutmaya
çalıştılar. İnfaz haberini veren spikerin, -haberi okurken sesi
titredi- diye işten uzaklaştırılması, dönemin baskı ve sansürünün
boyutları hakkında fikir verir.
1976 yılının Mayıs'ında, üç gencin darağacında canverişlerinin
dördüncü yılında, bu sis perdesi -Darağacında Üç
Fidan-ın yayımlanmasıyla aralandı. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan
ve Hüseyin İnan'ın yaşamları, son günleri, son sözleri aynı
kuşağın şair ve yazarı Nihat Behram'ın kaleminden kamuoyuna
yansıdı.
Bu yapıt aynı adla (Darağacında Üç Fidan) belgesel anlatı
tarzında on sekiz gün süren bir dizi yazıdan sonra kitaplaştırılmıştır.
Dizinin yayını süresince hemen her gün ağır
cezalık dava ve toplatma konusu edildiğini ayrıca bir not olarak
düşmeliyiz. Kitaplaşan yapıt ağır baskılara uğradı. Yasaklandı;
yedinci basımının kurşun dizgileri baskı makinesinden
sökülerek el konuldu.
1980 Darbesi, kitap üstündeki baskıyı daha da koyulaştırdı.
Yazarı hakkındaki ağır ceza davaları sıkıyönetim mahkemelerine
devredildi.
1980 yılında yurtdışına çıkmak zorunda kalan yazar tam
17 yıl sürecek politik sürgün hayatı yaşadı.
Behram'ın bu yapıtı 1988 yılında -Yürekleri Şafakta Kıvılcımlar-
adıyla yeniden yayımlandı. Ama başına yine aynı
şeyler geldi: Yasal dayanağa gerek görülmeksizin matbaa ve
yayınevi baskınları, el koymalar.
Bu arada uzun süre verilen hukuk mücadelesiyle kitap
hakkında beraat kararı çıktı.
Nihat Behram 1996 yılında 17 yıllık sürgün yaşamından
sonra yurda döndü. Yazar kitap ile ilgili 16 yıl önce verilen
tutuklama kararlarına dayanılarak gözaltına alındı, ancak
beraat kararının kanıtlanması sonucu serbest bırakıldı.
Öyküsünü kısaca anımsattığımız -Darağacında Üç Fidan-
yine okurunun karşısında. Belgesel yönüyle yakın tarihimizin
bir bölümü hakkında kamuoyunu bilgilendireceğine
inandığımız bu kitap, ideolojik tasarımların dışında okura
sunulmaktadır. Ülkeler çalkantılı yıllarını, hukuku ve demokrasiyi
gözeten, cürümleri, kışkırtmaları, yönlendirmeleri
dışlayan sivil tarih belgeciliğiyle değerlendirerek aşarlar. Bu
süreçte bizzat belgeler kadar, araştırmacı yazar emeğine dayanan
belgesel anlatılar da ışık tutarlar.
Kitabın kendi mücadelesini içeren belgelere dayalı yeni
bölümüyle bir yayıncılık hizmeti verdiğimize inanıyoruz.
Okurlar, yakın tarihimizin simgeleşmiş üç adının öyküsünü
izleme hakkına sahiplerdir.
Adnan Özer-Hasan Öztoprak
UĞRUNDA ÖLÜME GİDİLEN ŞEY KENDİNİ KARANLIKTA BİR IŞIK
GİBİ HİSSETTİRİR...
Öyle bir an vardır ki, bir can, bir duygunun simgesi olur.
Bütünleşir o duyguyla. Anlamı derinleşir.
Ölümle ikiye bölünmek istenen bir şeydir bu. Kimisi yaşatmanın
saflarında kenetlenir, kimisi öldürmek için pusuya
yatar; en karanlık yollarını arar can almanın.
Tarih böyle oluşagelmiştir. Bir bakıma yaşama arzusuyla,
ölümün çarpıştığı yerdir dünya. Toplum yasalarının anlamı
da bunun içinde düğümlüdür. Kimisi o düğüm çözülmesin ister;
kimisi çözülsün düğüm, toplum ferahlasın diye, can vermeyi
göze alır...
Sinsiliğin, çıkarın, acının, açlığın, acımasızlığın, korkaklığın,
bencilliğin, açgözlülüğün, kalleşliğin, sömürünün... kolgezdiği
bir dünyada her gün binlerce bebek doğmakta. Şefkate,
merhamete, doymaya muhtaç; çıkarsız, dürüst bir titreyiş
taşıyan çocuklar. Ve onların büyük kesimini açlık beklemektedir;
kalleşlikler, acılar, sömürü... Ve içlerinden bazıları düşünmeye
başlar. Düşünür ve düşündükçe yiğitlenir, korkusuzlanır,
bilinçlenir... Eğilir halkının acılarına. Umut verir.
Halkın umudu bir nehre benzer. Ve o nehri besleyen sular
vardır.
İşte ölüm arayıcılar, bu nehrin önü kesilsin. isterler; önü
kesilen nehir derinleşir, taşar; kurusun isterler bu nehir, sularını
gözbağında bulandırırlar, fakat bakarlar ki, dağ su
olur, gözyaşı irileşir, dağlaşır; nehre doğru yuvarlanır. Dağ
diplerinde ve dağ diplerini omuzlaya omuzlaya köpürür gider
o nehir...
Nice isimsiz yiğitler düşmüştür bu dövüşte. Ne var ki, çoğalan
acının da bir taşma anı vardır. Canlanır. Kimisi onun
soluğu kesilsin ister, kimisi daha gür yaşasın diye canını canına,
sesini sesine katar. O an, umudun hesap anıdır.
Bir yanda halk vardır; bir yanda halkın cevherine kök salmış
asalaklar. Bir yanda halkla varolan duygular; bir yandan
halkın duygularına kurulan pusu.
İnançları uğruna ölümün eşiğinde bükülmeden duranları,
varolalı beri tanır dünyamız. Çünkü bazı ölüler dünyanındır.
Hemen her ülkede yaşandı bu, yaşanıyor, daha kim bilir
ne kadar yaşanacak.
Bir zamanlar Sacco ile Vanzetti ölümün karşısında bekletildi.
Dünyanın kılmıştı onları, yaşadıkları şey. Amerika'da
elektrikli sandalyede can verdiler. Halkın sevgisi üstlerinden
eksilmedi. Çoğaldılar.
İspanya'da altı gencin dökülen kanı daha kurumadı. Onları
da dünyanın kılmıştı simgeledikleri şey. Kurşuna dizildiler.
Halkın bağlılığı varlıklarında dalgalandı. Milyonlarca
basıldı resimleri. Bir ucundan bir ucuna dünyaya uzanıp
uyudular.
Bilinir, nice isimsiz ölünün omuzlarında yükseldi Vietnam'da
zafer. Ve zaman zaman tümünün adına dikilerek ölümün
karşısında bazı isimler, simgesi oldu bu ülkenin. Genç
elektrik işçisi Nguyen Van Troi bunlardan biriydi...
Doğduğunda savaş vardı; ülkesi yağmalanıyordu. Ve yağmacılar
yerli çeteleri dört bir yanı tutmuştu. Halkı yıllardır
direnmekteydi emperyalizme ve uşaklarına karşı. Nguyen
dünyaya baktıkça kendine geldi. Halkın saflarına katıldı.
Amerika Savunma Bakanı McNamara'nın öldürülmesi görevini
verdi ona mücadelesi. Girişimi başarısızlığa uğradı. Vietnam'daki
azgın sömürgeci güçleri denetlemeye gelen McNamara, ölümden kıl
payı kurtuldu. Nguyen yakalanmıştı. İşkencelerden geçirildi.
Troi'nun devrimci bilinci, yurtsever duyarlılığı, kararlılığı bir
an bile geri basmadı. Üstelik halk düşmanlarının elinden kaçmak,
mücadeleye katılmak için her fırsatı değerlendirdi. İki kez
ellerinden sıyrıldı. Fakat ayağı kırılmış, başaramamıştı. Yeni bir
fırsatta yine kaçacağını söylemekten çekinmedi; bir de eylemlerinin
suç değil, halkına bir borcu olduğunu söylüyordu. Bu iki sözden
başka tek şey alamadılar ağzından. Kurşuna dizileceği günü
beklemeye başladı.
Yakalandığmda yirmi günlük karısı, pamuk işçisi Quyen,
umut ışığının sönmemesini dileyen bir duyguyla, acı içinde
Saygon sokaklarında dolaşırken, gazete satan çocukların birden
parlayan çığlıklarıyla irkilmişti: -Son baskı, yazıyor... bir
telefon konuşması bir hayatı kurtarıyor...-
Telefon Venezuellalı gerillalardan geliyordu. Yani dünyanın
bir başka ucundan. Gerillalar kaçırdıkları bir Amerikalı
albayın hayatına karşılık, Nguyen'in hayatını istiyorlardı.
Yani Nguyen'in kişiliğinde umudu...
Quyen ne Venezuella'yı duymuştu ne de kocasını kurtarmaya
çalışanları tanıyordu. Şaşkınlık ve sevinç içinde, yaşlı
ve bilgili tanıdık bir işçiye koşarken, Saygon sokakları da bir
anda hareketlenmişti. Karanlık altında bir şenlik fısıltısı esiyordu.
Quyen değiş tokuş sırasında giysin diye, kocasının tek
giysisini fırçalayıp bohçalarken, kocasından gelen bir mektup,
onun her şeyden habersiz olduğunu gösteriyordu. Quyen
daha da heyecanlanmıştı. Nguyen mektubunda -idamımdan
sonra karıma iyi bakın- diyordu. Quyen sevinçli haberi kocasına
iletmek için zindana seğirmiş, orada olağanüstü güvenlik
önlemleriyle karşılaşmıştı.
Satılık, kukla Saygon yönetimi Venezuellalı gerillaları aldatmıştı.
Nguyen'i saldık deyip kurşuna dizmişlerdi.
Nguyen öldürüldüğünde yirmi yaşındaydı. Onun öldürüldüğü
zindan, Saygon yönetiminin en sıkı korunan zindanıydı.
Fakat bir grup devrimci, akla durgunluk veren bir başarıyla,
zindana girip, Nguyen'in kurşuna dizildiği direğin dibinde
gösteri yaptılar.
Satılık Saygon yönetimi, yeni Nguyenlerle karşı karşıyaydı.
Artık karısı Quyen de devrimin bir neferi olmuştu.
Bugün siyasal nitelikteki cinayetler, dünyada alabildiğine
yaygındır. Ölüm kimi zaman ansızın gelir. Kimi zaman ölümle
yargılanır, beklenir ve sonunda bir duvarın dibine, elektrikli
sandalyeye ya da darağacına doğru yürünür...
25 Temmuz 1968'de Vedat Demircioğlu'nun öldürülmesiyle,
Türkiye'de de hızlanmaya başlayan siyasal cinayetlerin
sayısı bugün yüzlerin üstüne ulaşmıştır. Yani sekiz yıldır,
yaşları yirmi beşe değmeyen bir kuşak ölümle susturulmaya
çalışılıyor.
6 Mayıs 1972'de idam hükmü giyip darağacında can verdiklerinde,
Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in yaşları toplamı, o güne
dek ölen arkadaşlarının sayısının altındaydı.
Vedat öldürüldüğü gün Deniz, Üniversite Merkez Binası'ndan
Sultanahmet'e doğru yürüyen kalabalığın önündeydi.
Kavgasına adını kanıyla yazdırdığı ilk yıllardı. Yediği taşlardan
sarsılacak kadar ince, genç; geri dönmeyecek kadar gözüpekti...
Günlerin ölüm haberleriyle geldiği bir dönemdi. Yaşadığı
kısacık hayatında, en yakın arkadaşlarının bir bir düşüşüne
tanık oluyor, bu onu derinden etkiliyordu. Kavgasına ölüm
haberleri içinde hazırladı kendisini.
Üçü de inançlarının yolunu kendi görüşleri doğrultusunda
belirginleştirdikleri ve bir araya geldikleri zaman, bir gün
ölebilecekleri olasılığını biliyorlar ve bunu hiç sorun etmiyorlardı.
Birlikte birçok kez ölüme gidip geldiler. Baştan beri aileleri
ve yakınlarını, bir gün başlarına gelebilecek olana karşı
hazırlamaya çalışıyorlardı.
Köyüne geldiği bir gün üstüne örttüğü yorganın kısa gelmesi
karşısında, anasının eğilip Hüseyin'i öperek -Üzülme
oğlum, yarın yorganını uzatırım- dediğini anlatıyor babası.
Hüseyin, -Benim için böyle bir zahmete girmeyin, belki bu,
eve son gelişimdir- demişti...
Yusuf, daha dışarda olduğu günlerde, babasına yazdığı bir
mektupta kendisini unutmaya çalışmalarını istiyordu.
Duygulu, gözüpek, şakacı kişiliğle Deniz, ilk arkadaş ölümünün
acısını tattığı 25 Temmuz 1968'den dört yıl sonra; cesareti,
dayanıklılığı ve kararlılığıyla hareket içinde belirginleşen
Yusuf ve ağırbaşlılığı, az öz konuşuşu, bilgisiyle belirginleşen
Hüseyin'le birlikte 6 Mayıs 1972'de darağacına doğru yürüdü...
Cumhuriyet tarihinde solun, infazı can karşılığı olan ilk
hüküm giyişiydi bu. Onlar darağacının gölgesinde aylarca
bekletildiler.
Son tutuklanışlarıyla başlayan serüvenleri, hareket içinde
değişik bir gerilim oluşturdu. Arkadaşları için Deniz, Yusuf
ve Hüseyin'in kurtarılması kendi hayatlarından daha
fazla önem kazanmıştı. Çünkü onların kurtarılmalarındaki
anlam, sıradan bir görünümün dışına taşmıştı. Varlıklarından
çok, simgeledikleri şey öne fırlamıştı.
Ölümlerini bekledikleri günlerde, dışarıda kendileri için
can verenleri duyuyorlar, bu durum onları son derece etkiliyordu.
Deniz, saatlerce arkadaşlarının resimlerine bakıyor;
Yusuf, büyük bir buruklukla hücresinde sabırsızlanıyor; Hüseyin
-hareketin kendilerinin kurtarılması biçiminde odaklanmaması-
gereğini arkadaşlarına iletmeye çalışıyordu.
Bir an vardır, uğruna ölüme gidilir. Kendi inançları doğrultusunda
Deniz, Hüseyin ve Yusuf bunu yaşadı. İnançlarının
siyasal yorumu; bıraktıkları mirasın genişlemesine ve
derinlemesine değerlendirilmesi tarihin sorunudur. Ne var ki
onların son tutuklanmalarıyla başlayan ve asılmalarıyla sonuçlanan
bir yargılanmanın üstünden kolayca geçilemiyor.
Evet, onlara biçilen hüküm infaz edildi, fakat varolan yasalar
karşısında suçları, hükümle uyum halinde miydi?
Onların inandıkları yolun değerlendirilmesi, ne kadar tarihin
sorunuysa, onların yargılanış biçiminin değerlendirilmesi
de, o kadar bugünün sorunudur...
ÖLÜLERİMİZ...
Her sabah
her sabah
o kusursuz acının kollarında
o kusursuz acının kollarında öpüştüğüm gökyüzü artık
çırpınan yüreğimi yatıştırmıyor. Ve onun
koparıp dizginlerini
uçarcasına boylu boyunca
sakınmasız çarpışı
heyecanlandırıyor beni.
...
Bir serçe kümesinin konması karşıki dala
belki hiçbir şeydir,
ama sevgilimin mektubunda bir kuş resmi
beni coşkulandırabilir.
Milyarla yıldız arasında tanırım onu
çünkü seyredince güzelleşir sevginin ışıltısı
binlerce gözüm var
binlerce şafak halindeyim
anlamak istediğim şeyin karşısında,
çünkü anlamak zorundayım;
her sevinç kolayca ele geçmez
insan her acının sahibi değildir,
gökyüzü ve nehirler olmasa toprak da anlaşılmaz
ve hayatın kararı kesin:
son ana kadar onuru koruyanlar yaşayacak
söylenecek son söz kahramanca olmalıdır.
...
Vurgunum
inceliğinim senin
eyy
yapraklarda bir kuş hafifliğinde sürüp giden titreyiş
vurgunum
bir nehri besleyen suların uyumuna,
taşlara hırsla vuruşuna dalganın
...
Ölüm seni yanıltmasın...
Nasıl ki yığılır yüzüne gecenin karanlığı
gözlerinle bir başına kalırsın
ölüm öylesine gözuçlarında,
savun, kavuştur yüreğini
minicik bir çiçeğin bile kökleri
yaşamak hırsıyla uykusuzdur.
...
Ölüleriniz...
İşte Stevan Flipoviç.
Bir kahraman.
Faşistler sarmış çevresini.
Sehpada.
Boynunda ip.
Ve o son nefesiyle dalayıp ciğerini
bir bıçak gibi vuruyor kelimeleri dişleri arasından
haykırıyor : -Kahrolsun faşizm; Yaşasın mücadelemiz.-
...
Stevan Flipoviç
onurun bekçisi
direnmenin...
...
Ölüm seni yanıltmasın...
bir bir düşün yaşayanları,
alnını korkusuzca kaldır
kimin yanındasın
yerin neresi
ve senin en çaresiz anında
tek silahın nedir?
...
Ölüm seni yanıltmasın...
Usanma hayata yaraşan sesi aramaktan
her kuşun palazlandığı bir yuva vardır,
her dal güneşin ve rüzgarın avuçlarında
kendi hevesince boyanır;
çünkü yaşaması gerekiyor bir şeylerin
bir şeylerin bir şeylerin: senin olan
...
Bak: kollarını bağlıyorlar
son defa bakıyor dünyaya Nguyen Van Troi
birazdan göğsünü parçalayacaklar
ama kan onu geriletmiyor
başlıyor şarkısına:
-Yaşasın Ho Chi Minh; Yaşasın Vietnam...-
...
Damarlarım damarlarına bağlı yaralarından
çünkü öldürülmek istenen benim de sevincimdir
Nguyen onun siperi...
...
Bir buğday tanesi midir
aynı titreyişle
toprağa düşer düşmez kıpırdayan
o şarkı... bir buğday tanesi mi?
...
Ölülerimiz...
Sesleri dünyamız kadar bilge.
Birazdan kalkacaklarmış gibi
uzanıp bir sipere
koyulaşan..
Ölülerimiz...
Bakışları
uçmaya hazırlanan bir kartal kadar çevik,
vurgunum
gizleyemem.
...
Sen bağrımı amansızca zorlayan siyahlık
unutma
öldürmekten daha kuvvetlidir ölebilmek
N. Behram
:::::::::::::::::
BU GÜNLER Kİ...
İşte yüzleri ne kadar net
dostun da, düşmanın da
...
Ve ilk kalkışı tozların doğacak fırtınada
denizi coşturan dalganın ilk çalkanışı
...
Oy, sancıyla kavrulan ten
bir canı ortak taşımadaki deryalı nabız
oy, mert bir buluşmanın gözlerde parlayışı
hesapsız hurdasız iletilen heyecan
...
Ve kusursuz çırpınışlarla
hayata bağlanışın ilk atakları
düpedüz, çarpa çarpa
güneşin ve toprağın dostluğuyla,
çoğalan vahşetin
zulmüne, iğrençliğine karşı
halka adanışın
ilk atakları
...
Artık
pürüzsüz bakışımızdaki hüzün
kaybedişten değil,
acıyla da olsa
bayırlardaki yuvalarından
sıyrılarak uçan yavru kuşlarda
coşkunun yaralarla bezenişidir
Onların kalbini öpüyoruz ağlayışlarda
N. Behram 1971
:::::::::::::::::
TÜRKİYE'DE KARANLIK BİR DÖNEM VE DENİZ, YUSUF, HÜSEYİN'İN
DIŞARDA SON GÜNLERİ
12 Mart'la başlayan dönem Türkiye'nin üstündeki karartıyı
daha da yoğunlaştırmıştı. Sözde -söz özgürlüğü, düşünce
özgürlüğü- denen şey, artık sözde bile değildi. Özellikle
1967-68'lerden sonra giderek yaygınlaşan toplumsal, ekonomik ve
siyasal huzursuzluk, 12 Mart'la birlikte, tek taraflı olarak,
bu kez sıkıyönetim uygulamalarıyla sürdürülmeye başlandı.
Yıl be yıl sıçramalarla gelen bu gerginlik, mücadele biçimlerinde
de karşılıklı olarak çok çeşitli boyutlara varmıştı. Artık
tutuklanmalar, öldürülmeler, işkenceler her günün haberleri
arasındaydı. Sıkıyönetimin kendi içindeki ilk acemiliği
sonunda, birçok Sıkıyönetim Mahkemesi, önceden (ve bilinen
yöntemlerle) bnlunan suçluları, yargılamaya başladı. Bu
mahkemelerden bir çoğu, sanıkları -ölüm istemi-yle yargılıyordu.
Ölümle yargılanmak da sıradan bir yargılama biçimi
olmuştu. Türkiye'deki, siyasal yargılama tarihinde ender uygulanmış
maddeler, bu dönemde günlük istekler arasındaydı.
Yüzlerce sanığın ölümle yargılanışına tanık olundu. Bunlardan
üçünün, Deniz, Yusuf ve Hüseyin'e verilen hüküm infaz edildi.
Çeşitli siyasal suçlardan aranan Deniz Gezmiş,
16.3.1971'de Gemerek'te yakalanmış. 18.3.1971'de tutuklanma
kararı verilmişti. 5.4.1971'de tutuklanma kararı verilen,
Yusuf Aslan da Deniz'le birlikteyken Şarkışla'da yakalanmıştı.
23.3.1971 tarihinde Pınarbaşı'nda yakalanan Hüseyin
İnan 24.3.1971 tarihinde tutuklanmıştı.
Bu son tutuklanışlarıydı üçünün de. Daha önce, özellikle
Deniz başta olmak üzere, birçok kez tutuklanmışlardı. Hele
1968-71 döneminde; içinde Deniz olsun olmasın, her hareketten
sonra Deniz hakkında arama, tutuklama kararı verilirdi.
Üçü de çeşitli cezavelerinde kalmışlardı daha önceleri;
işkencelerden geçirilmişlerdi. Hüseyin'e, Filistin dönüşü yakalandığı
Diyarbakır'da çok ağır işkenceler uygulanmıştı. Yine
de istenilen ifadeler alınamamıştı.
Bu son tutuklanışlarıydı. Bu tutuklanışlarıyla başlayan
serüvenleri, ölümleriyle sonuçlandı. Tutuklanma öncesinde
bunu üçü de biliyordu. Artık hareketleri bir başka boyuta
varmıştı. Öğrenci hareketi olmanın üstünde bir anlam taşıyordu.
12 Mart Muhtırasıyla birlikte eylemleri de yoğunluk
kazandı. Bir süre sonra Ankara'dan ayrıldılar. Şarkışla'ya
doğru yola çıktılar. Elazığ yöresinde bir köprüde kendileriyle
birlikte Ankara'dan ayrılan Sinan'la buluşacaklardı, Nurhak
Dağları'ndaki barınaklarına gideceklerdi. Şarkışla'da bir
kuşku üzerine çevrildiler. İsteseler ellerindeki otomatik silahlarla
kendilerini çevirenlerden bir anda sıyrılabilirlerdi.
O güne dek silahlarını öldürmek için ateşlememişlerdi...
Öldürme duygusu onları her zaman tedirgin etmişti. Özellikle
en yakın arkadaşları Sinan, bu konuda alabildiğine titiz
davranırdı...
Dört Amerikalıyı esir alıp kaçırdıklarında Sinan da, Deniz
de, Yusuf da ellerindeki tutsakları öldürmek zorunda kalabileceklerini
düşünmek bile istemiyorlardı... Sinan, böyle
bir olasılık aklına düşmesin diye sürekli uzak duruyor, konuşmalara
katılmıyordu. Deniz, -bunlar nesnel olarak ölümü
haketseler de, öznel olarak suçsuz insanlar- diye düşünüyordu.
Amerikalıları esir aldıklarının ertesi günü, içlerinden birinin
gizlice karısına yazdığı mektubu yakaladılar. Amerikalı
karısına, -artık görüşmeyeceğiz- diye yazmıştı. Deniz mektubu
okurken oldukça hüzünlenmişti. Mektubu yakalatan
Amerikalı çavuşsa, çok korkmuş, Deniz'e -karısının hamile
olduğunu- söylüyordu. Deniz -üzülme görüşürsünüz- diye
avutmuştu onu.
İşte aynı duygu Şarkışla'da Deniz'in içini kaplamıştı.
Çevrilmişlerdi ve kaçmaları gerekiyordu. Yeri ve göğü ateşleyip
döndüler. Döndüklerinde ilk kurşunu Yusuf yedi arkadan.
Deniz, düşen Yusufa koştu. Bakıştılar; Yusuf; Deniz kaçsın
istedi; o Yusuf'u kaçırmak istedi. Hayatları saniyelerle çevriliydi.
Bakıştılar ve Deniz sıyrılıp kaçtı...
Deniz seğirtirken içinden bir yanı kopmuş gibi duyuyordu
Yusuf'u. Önünde araba duran bir kapıyı çaldı. Kapıyı açan
kadına kocasını çağırmasını söyledi. Kadın ansızın kapıyı örtünce,
silahını kilide doğru çalıştırdı.. Deniz'in hiç istemediği
bir şey olmuş, kapının öbür yanındaki kadın yaralanmıştı.
Kocası geldi. Arabaya bindiler. Deniz arabanın yönünü,
Yusuf'un kendinden koparıldığı yana çevirdi. Orada bir iki
tur attı. Ve dışarı doğru -Yusuf, Yusuf- diye seslendi. Kendi
sesi ve motor gürültüsü dışında bir ses alamıyordu. -Yusuf'u
öldürdüler- diye geçirdi içinden. Yüzündeki çizgiler gerildi.
Metin ve kararlı olması gerektiğini mırıldandı kendi kendine.
Metin ve kararlı olmak onun ilk gençliğinden beri en temel
niteliğiydi.
Arabasını aldığı Assubay İbrahim Fırıncı'ya, Şarkışla dışına
çıkmasını söyledi. Gemerek'e doğru yöneldiler, Assubay'a
karısının yaralanmasından duyduğu üzüntüyü belirtip,
tedavisi için para verdi. -Şu beş yüz lirayla tedavi ettirin.
Korkmayın bankanın parası değil, harçlığımdan veriyorum.
Bu 10 lira da bana yeter- demişti.
Yolda iki kez barikatla karşılaştılar. Silahına sarılıp ikisinden
de sıyrıldı. Öldürmek amacıyla ateşlemedi silahını.
Çevredekilerin ayakları dibine ve başları üstüne doğru yön
veriyordu kurşunlara. Deniz keskin nişancıydı. Koşarken
uzakta küçük bir hedefi ilk atışta vurabilirdi.
Gemerek'e yaklaştıklarında bir benzin istasyonu çevresinde
yolun kesilmiş olduğunu gördü. Belediye hoparlöründen
bir ses sürekli ortalığı çınlatıyordu. Deniz'in Gemerek
yönünde geldiğini duyuruyor, herkesi -bu kanun kaçağının-
yakalanması için seferber olmağa çağırıyordu.
Deniz bundan sonraki anısını hücresinde Niyazi Ağırnaslı'ya
şöyle anlatmıştı:
-Uzaktan, bir benzin istasyonunun yakınında yolun kesildiğini
görünce direksiyonu tarlalara doğru kır dedim. Biraz
sonra aradabadan indim, kaçmaya başladım. Bu arada, etraftan
sesler, anonslar geliyordu. Bir kalabalık dörder beşer
kişilik gruplar halinde bana doğru sokuluyordu. Elimdeki
makineliyle etrafa, yere, havaya doğru ateş açtım. Kalabalık
kaçıştı. İçlerinden bir sivil kaçamadı. Onu yakaladım. Kimsin
ne istiyorsun benden? diye sordum. Ayaklarıma kapandı.
Beni çocuklarıma bağışla yiğidim, diye yalvarıyordu. Omuzuna
ayağımla vurdum. Kalk çabuk defol yanımdan dedim. Belediye
başkanıymış. Kalktı ve kaçmaya başladı...-
Deniz bir süre tarlalara doğru yön aldı. Seğirtti ve önüne
gelen bir çukura girdi. Silahında iki mermisi kalmıştı. -Biri
kendime, biri hedefe- diye geçirdi içinden. Gözü gökyüzüne
takıldı. Kısacık genç ömrü bir geldi, bir gitti gözü önüne.
Mermilerden kendine ayırdığını kalbine sıkmayı geçirdi içinden.
Bir an ince bir duyguyla sarsıldı.
-Kalbe girecek bir mermi... Kalbinden giren bir mermiyle
intihar...-
Sanki soyut bir şeyler vardı kalbe sıkılan mermiyle ölmede.
Deniz bunu düşünürken duygulanıyordu. Ölümü kalbinden
olsun istemiyordu. Kendini beynine saplanacak bir kurşunla
öldürmek daha somuttu. Düşünceleri beyni ve kalbi
arasında gidip gelirken, yakınlaşan seslerle irkilip doğruldu.
Yukarı baktı. Yukarda yalnızca gökyüzü görünüyordu. O anda
vazgeçti kendini vurmaktan -İşkence acıları unutulur- diye
geçirdi içinden. Yaşamaya olan inancı baskın geldi.
-Teslim ol- diye bağırıyorlardı.
-Sonunda ölüm de olsa konuşmam,- diye mırıldandı; -işkence
acıları unutulur, dik yaşamak iz bırakır hayatta...-
Bu onun son yakalanışıydı.
Yakalayanların tümünden uzundu boyu. Büyük bir telaş
içindeydiler. Yere bıraktığı silahını kaptılar hemen. Deniz
Yusuf'u geçirdi aklından. Bir yandan onu öldü sanıyor, bir
yandan yaşıyor olması umudunu taşıyordu içinde. Gemerek'ten
Kayseri'ye, oradan da Ankara'ya getirildi. Devrin
İçişleri Bakanı'nın karşısına çıkarıldı. Onun sorularına gereken
yanıtı verdi. Tutuklanıp Merkez Cezaevi'nde hücreye konuldu.
Avukatı Niyazi Ağırnaslı uzun bir uğraştan sonra
onunla görüşmeyi başardı. Deniz görüşme yerine getirildiğinde
ilk sözü -Yusuf sağ mı?- oldu.
Yusuf vurulup düştüğü buzlamış yerde, iki saate yakın
uzandı durdu. Öylece beklettiler. Sonra götürmek için aldılar.
Yarı baygındı. Bir yandan vuruyorlardı. Darbeler indikçe
ayılıyor, sonra yine kendinden geçiyordu. Bir binaya getirip
yatırdılar. -Kimsin?- diyorlardı. Yusuf'un, yarı baygın gözlerinden,
Deniz'in görüntüsü geçiyordu. -Belki yakalanmamıştır,
ismimi söylememeliyim...- diye kendine diş geçiriyordu.
Odaya getirilen fotoğraflar arasında onu tanıdılar. -Bu
Yusuf Aslan- diye bağırırlarken, seslerinde hem gizli bir korku,
hem gizli bir sevinç vardı. O sırada odaya giren biri Gemerek'te
Deniz'in yakalandığı haberini getirdi.
Görevliler Yusuf'u soymuşlardı. Yaralı vücudundan hala
kan sızmaktaydı. Akıp götürüyordu gücünü.
Yusuf uzun süre çıplak kaldı. Bu çıplaklık keskin soğuk
altında bir de zatürree bulaştırdı ona. Ve komaya girdi.
Hüseyin, Deniz ve Yusuf'tan iki gün sonra, Ankara'dan
ayrılacaktı. Denizler'in Sinan'la buluşup, Nurhak Dağları'ndaki
barınaklarına varmalarından sonra, Hüseyin onlara katılacaktı.
Deniz ve Yusuf'un Şarkışla'da çevrildiklerini, Deniz'in
Gemerek'te, Yusuf'un Şarkışla'da vurularak yakalandığını
Ankara'da, saklandığı yerde öğrendi. Onların yakalanmış olması
Hüseyin'i çok etkiledi. Hüseyin'in çok sakin bir kişiliği
vardı. Bir olay karşısında ilk tepkisi nedir, kolay kolay anlaşılmazdı.
Deniz'in heyecanlı ve coşkulu oluşuna karşılık, Hüseyin
daha çok sakin ve düşünceliydi. Fakat Denizler'in yakalanması
karşısındaki etkilenişi, bakışlarında birden kendini
göstermişti. Yine de kararlı sakinliğini yitirmemişti. Konuşmalarıyla,
çevresinde umudu sarsılmaya yüz tutabilecekleri
yatıştırıyordu. Ağzından ilk çıkan söz bir panik havasında
olmanın tam tersine yatıştırıcı ve toparlayıcıydı.
Sadece Yusuf'un sağlığı hakkında kaygılanıyordu. Ona
yaralıyken işkence yapabileceklerini düşünüyordu. Fakat
Yusuf'un çok dayanıklı olduğunu söylüyordu. Onun daha önceki
bir yakalanışında ağır işkenceler altında suçu, bulunan
silahı kabullenmeyip, istedikleri ifadeyi vermediği için, serbest
bırakıldığını düşünüyordu. Bu kez de konuşmayacağına
inanıyordu.
Denizler'in yakalandığı ilk andan itibaren onları kurtarabilmenin
yollarını düşünmeye başladı. Yakalanma olayı Hüseyin'in
Ankara'dan ayrılışını geciktirdi. Ankara'da bir yurtta
kalıyordu. Denizler'in yakalanışından bir hafta sonra Ankara'dan
ayrıldı. M. Nakipoğlu ile birlikte Pınarbaşı'na geldi.
Gece yarısı, dayısının evine dayandı. Uzun bir yoldan geliyordu.
Saatlerce yürümüşlerdi daha önce. Son derece yorgundular.
Bir odaya çekilip uyudular.
Sabaha karşı vurulan kapının gürültüsüyle uyandı Hüseyin.
Bir an tedirgin davrandı. Sonra dedesinin sesini duydu.
Kapıyı açtı. Karşısında dedesi duruyordu. İlerde, arkasında
bir iki görevli vardı. Hüseyin birden irkilip içeri girmek istedi.
Dedesi ona çevrenin çok sıkı sarıldığını, kurtulamıyacağını,
kaçmaya çalışırsa vurulacağını, müsademenin köylüye
zarar vereceğini söylüyor, teslim olmasını istiyordu. Hüseyin
dedesine aradan çekilmesini, kurtulabileceğini söyledi. Dedesi
yalvarır bir sesle ona öldürüleceğini, teslim olmasını öğütlüyordu.
Hüseyin düşündü, düşündü ve teslim oldu. Görevliler hemen
atılıp onu bağladılar.
Dışarı çıktığında dayısı, üç-dört görevli ve dedesinden
başka kimseyi göremedi. Çok sonra dayısının, onu öldürülecek
korkusuyla gidip -evimde- diye ihbar ettiğini, babasından
öğrendi.
Hüseyin kendisini ihbar ettikleri halde, hiçbir zaman dedesi
ve dayısına intikam duygusu gütmedi. Hatta onlara acıdı
da. Ve arkadaşlarına onları hain saymamalarını, bir gün
onların da her şeyi anlayacağını söyledi. İçerlediği tek şey
çok az sayıda; üç-dört kişinin kendini teslim almasıydı.
-Kurtulabilirdim- diyordu. Yakalanmasında onu inciten tek şey
buydu.
Deniz, Yusuf, Hüseyin yakalanmış ve tutuklanmışlardı.
Yusuf hastanede, Deniz ve Hüseyin cezaevinde hücrelerinde
mahkeme günlerini beklemeye başladılar...
:::::::::::::::::
DENİZ GEZMİŞ -MAHKEME DİYE BÖYLE BİR YERDE BULUNMAKTAN
UTANÇ DUYUYORUM- DEDİ
-Deniz Gezmiş Davası- diye anılan 1'inci THKO duruşmalarına
16.7.1971'de Altındağ Veteriner Okulu binasında başlanmış;
9.10.1971'de, yani iki ay on gün sonra karara bağlanmıştı.
Mahkemenin vardığı sonuç, yirmi beş sanıktan on sekizinin
ölümle cezalandırılışıydı.
Askeri Yargıtay 2'inci Dairesi'nce üçü -asli fail- sayılmış ve
haklarındaki hüküm onanmış, diğerleri hakkındaki karar
bozulmuştu.
1 No'lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi, Yargıtay'ın kararına
uymadı ve ilk hükmünü tekrarladı. Daha sonra dava
dosyası, Askeri Yargıtay Daireler Kurulu'nda incelendi. Ve 2'inci
Daire'nin kararı onandı. Yasalar gereği bu kez mahkeme zorunlu
olarak Yargıtay Daireler Kurulu'nun kararına uydu.
Sanıkların avukatları, temyiz etti. Sonuçta karar As. Yargıtay
2'inci Dairesi'nce onandı.
İş meclise kalmıştı. Meclis, Yargıtay'ın, dolayısıyla mahkemenin
son kararını onayladı. Aynı günlerde İsmet İnönü,
görüşmelerde usule aykırılık olduğu gerekçesiyle Anayasa
Mahkemesi'nde -kararı iptal- davası açtı. Anayasa Mahkemesi
kararı usul yönünden bozdu.
T.B.M.M. ikinci kez görüşmelerinde -infaz- kararı onandı.
Ve Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay da onaylayınca, karar hemen
Resmi Gazete'de yayınlandı.
Denizgilin hakkında görülen davanın kronolojik sıralaması
kısaca böyle.
Davanın gerek kendi içinde, gerek dışında, dönemin yapısına
bağlı olarak bir başka görünüşü daha vardı. Denizler yakalanıp
ilkin Ankara'ya getirilmişler, daha sonra Kayseri'ye
götürülüp ayrı ayrı hücrelere kapatılmışlardı. Gerek bu duruma,
gerekse uygulamalarla ilişkin olarak avukatları (Şakir
Keçeli ve Halit Çelenk) 3 Nisan 1971'de bir dilekçeyle itirazda
bulundular.
Ne bu itiraz, ne de uygulamalara ilişkin diğer itiraz ve girişimler
hiçbir sonuç vermedi. Hatta öyle durumlar oldu ki,
adeta mahkemeye resmen -ölüm hükmü-, -telkin ve tavsiye-
ediliyordu.
27 Eylül 1971'de Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nın yayınladığı
49 No'lu bildiri bunun bir kanıtıydı. Yine avukatlar
29 Eylül 1971'de Nihat Erim'e uyarı telgrafı çektiler. Bir tutuklu
olan Yusuf Aslan'ın yaralı yatağında zincire vurulması,
sanıkların mahkeme salonunda dövülmeleri gibi olaylar
karşısında da gerekli merciler, avukatların ve sanık yakınlarının
başvurmaları karşısında her zamanki gibi suskunluğu
seçtiler.
21 ve 22 Ekim 1971 günlerinde Türkiye radyoları, İzmir
Sıkıyönetim Komutanlığı'nın 26 sayılı bildirisini tekrarlıyordu.
Davanın sürmekte olduğu bir sırada yayınlanan bu bildiride
-verilmiş kararların infaz işlemine başlanacağı şu günler-
deniliyordu. Mahkeme haberlerine sansür uygulanıyordu.
Oysa davayı ters yönde etki altında bırakacak her türlü
haber ve yayın sağ basında yer alıyordu.
Gerek avukatların, gerek sanık yakınlarının bu işlemelere
karşı çırpınışlarının bir sonuç vermemesi bir yana, avukatlara
da sanıkmış gözüyle bakılmış ve hatta savunmalarında
geçen bir sözcüğün suç olduğu gerekçesiyle davanın onbir
avukatı hakkında T.C.K 266'ıncı maddesi gereğince dava açılıp,
Ankara 3 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nce üçer ay hapse
mahkum edilmişlerdi.
16.7.1971'de başlayan 1'inci THKO davasının mahkeme başkanlığında
Tuğgeneral Ali Elverdi, duruşma hakimliğinde
Yarbay Ahmet Tetik, üye hakimliğinde Binbaşı Mehmet Turan,
iddia makamında ise Binbaşı Keramettin Çelebi ve Yüzbaşı
Baki Tuğ bulunuyordu.
1'inci THKO Davası'nın avukatlarından Zeki Oruç Erel, o
günle ilgili anılarını şöyle anlatıyor.
-16 Temmuz 1971 günü Askeri Veteriner Okulu'nun çevresinde,
avlusunda elleri makineli tüfekli pek çok komando
askeri; verilecek komutla her an ateş etmeğe hazır bir durumda
bekliyorlar.
Topçu yedek subay olarak bulunuduğum askerlikten yeni
döndüğümden; askerin ve başındakilerin ruh halini ezbere
biliyorum. Binanın içindeki önlemler; dışarıya kıyaslanmıyacak
ölçüde. Kesinlikle söyleyebilirim ki; hiçbir askeri birlikte
birinci derecede alarm verilmeden bir bina bu denli korunmaya
kalkılamaz.
Üstümüz, başımız, çantamız, kısaca her yerimiz aranarak,
dış kapıdan gidiyoruz. Sanki sanık müdafiileri değil, tutuklanıp
cezaevine yeni konulan sanıklarız. Şüphesiz o zaman,
bu işlemin -doğal bir önlem- olduğunu düşünüyoruz.
En kötümserimiz; bunu, olsa olsa işgüzarlık olarak değerlendiriyor.
Sıkıyönetim Mahkemeleri'nin avukatlar için bile bir
cezaevi, oradaki tüm görevlilerin ise; birer gardiyan olduğu
konusunda, hiçbirimizin bir bilgisi, görgüsü ve deneyi yok
daha.
18 Temmuz 1971 günü saat 9.00'da; binbir güçlükle -dinleyici-lik
olanağına kavuşmuş yargılananların yakınları, 18
kişinin idam istemiyle görülecek bir davayı izlemek üzere
gelmiş yerli ve yabancı basın mensupları, başkanlığını,
bugün artık kim olduğu bilinen Ali Elverdi, duruşma yargıçlığını
Alb. Ahmet Tetik, üye yargıçlığını Yb. Mehmet Turan'ın
yaptığı mahkeme heyeti, yargılanacakları savunacak çok sayıda
avukat; duruşma salonunda, sessiz, yerlerini almış bekliyorlar;
henüz salona getirilememiş yargılanacak olanlar.
Bekleyiş 10 dakika sürdü, 20 dakika sürdü, yarım saat
sürdü; gelen yok.
Duruşma usulünü bilenler için belki garip olacak. Fakat,
gerçekten; savcı hazır, basın hazır, mahkeme heyeti hazır,
avukatlar, dinleyiciler hazır. Ama, yargılanacaklar tüm bu
-hazır-lara karşın, tam 45 dakikadan beri salonda yoklar. Kısaca;
herkes yerini almış 45 dakikadır onları beklemekte.
Nihayet saat 10'a doğru, çok uzaklardan! Nasıl bir radyonun
sesi kulağın duyabileceği en düşük düzeyde açılırsa, ancak
o kadar duyabilecek bir ses tonunda, devrimci marşlar
duymağa başladı -hazır-lar.
Giderek sesler yakınlaştı, gürleşti, netleşti; sözcükleri bile
açık ve kesin olarak seçebiliyoruz artık... Beklenenlerin
geldiğinden hiç kimsenin şüphesi yok; şüphe, yalnızca duruşma
salonuna nasıl gireceklerinde.
Girişi anlatamam. Böyle bir olayı anlatmada, -duygusal
bir kişi olmamak- için ne kadar çaba harcasam, içtenlikle belirtmek
isterim ki gerçekten anlatamam.
Biraz önce aşağıda bir gürültü kıyamet koptu; belli ki iyice
bir arbede var. Sonradan öğrendiğimize göre; sıkıyönetimin,
otomatik silahlı görevliler tarafından, her birinin sağ eli
diğerinin sol eline, boşta kalan sağ ve sol eller de iki ayrı komando
askerine kelepçelenen ve böylece ikişer ikişer askeri
ambulanslara konulan Deniz, Yusuf, Hüseyin ve arkadaşları
ambulanslardan inip, yukarı çıkarlarken, elleri kolları zincirli
kelepçeli durumda, -vatan kahramanları- tarafından
dipçiklenip, susmaları buyrulmuş. İşte demin sözünü ettiğim,
gürültü, patırtı ve kıyamet bu yüzden kopmuş...
Tutuklunun mahkemeye -bağımsız- olarak alınması yasa
hükmündendir. Biz avukatlar, salonun giriş kapısına göre
sağ dipde olduğumuzdan, kelepçelerin çözülmesini göremedik.
Fakat, anahtar seslerinden bunu anlıyor ve ayrıca yasa
hükmünü bilmemizin yardımıyla, kesinlikle seziyorduk.
Gepgenç, hayatlarının baharında, pervasız; bizleri heyecandan,
mahkemeyi teşkil edenleri ne yapacaklarını bilememekten
karmakarışık eden bir havada girdiler içeriye. -Su-
durulunca, askeri yargılama usulüne göre, mahkemeye güvenleri
olup olmadığı soruldu. Buraya bir parantez açmak istiyorum:
Savunma yöntemine uygun olduğu sanıldığından, benim
de dahil olduğum avukatlarca; anayasaya aykırılığı ne kadar
açık bile olsa, sanıkların mahkemeye karşı, peşinen ters bir
tutum almamaları istenmişti.
Duruşma yargıcı soruyordu:
-Mahkemeye itimadınız var mı?-
Cemil oğlu, 1947 doğumlu, Erzurum Ilıca Mahallesi, Öznü
köyü nüfusunda kayıtlı, Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi
Deniz Gezmiş:
-Mahkemeye asla güvenim yoktur. Mahkeme diye böyle bir
yerde bulunmaktan utanç duyuyorum.-
Duruşma yargıcı soruyordu:
-Mahkemeye itimadınız var mı?-
Beşir oğlu, 1947 doğumlu, Çekerek ilçesi Kuşsaray köyü
nüfusuna kayıtlı Ankara ODTÜ fizik bölümü 2'inci sınıf öğrencisi
Yusuf Aslan.
-Mahkemeye güvenim yoktur.-
Duruşma yargıcı soruyordu;
-Mahkemeye itimadınız var mı?-
Hıdır oğlu 1949 doğumlu Kayseri Sarız ilçesi, Bahçeli Mahallesi
Nüfusuna kayıtlı ODTÜ'den ayrılma Hüseyin İnan:
-Mahkemeye güvenim yoktur. Sıkıyönetim Mahkemeleri'ni
yargı organı olarak kabul etmiyorum.-
Ve Hüseyin mahkeme ve dava konusundaki düşüncelerini
sorgusunda, açıklamaya devam ediyor:
-... 50 yılın bütün hesabını 20 gençten soruyorlar. Bununla
da kalmayarak, daha ileri gidiyorlar; üç ayda eşi görülmemiş
zamların, vergilerin, hayat pahalılığının ve reformları
engelleyen parti ve bakanların üstüne örtü çekilerek, dikkatler
bizim üzerimize toplanıp, biz, bu 20 genç topun ağzına sürülüyoruz.
İddianameyi okuduğum zaman, cezanın suça değil,
suçun cezaya uydurulmaya çalışıldığını gördüm. Cezamızı;
biraz önce bahsettiğim pazarlık tayin edecektir. Böyle bir
pazarlığın bize reva göreceği cezayı bağımsız yargı organlarından
çıkarmak zor olduğu için, Sıkıyönetim Mahkemeleri'ne çıkartılıyoruz.
Haklı olarak belirtiyorum; iddia makamını muhatap olarak
almıyorum ve mahkemeyi bağımsız yargı organı olarak
kabul etmiyorum. Karanlık günler yaşadığımız Erim iktidarı
döneminde sözlerimizin halktan gizleneceğini biliyorum. Fakat,
hürriyetlerimizin alındığı bu ortamda, konuşma fırsatı
bulmak dahi önemlidir. Cezamızın başka organlar tarafından
verileceğini de çok iyi biliyorum.
Cumhuriyet tarihinde ilk defa 20 genç idam talebiyle yargılanıyor.
... Erim iktidarı 3 aylık politikası ile; sanayiciler ve büyük
tüccarlar hariç, Türkiye halkını; açlığın ve sefaletin eşiğine
getirmiştir. Bu tehlikeli uygulamayı örtbas etmek için 20 genci
topun ağzına sürmek yetmeyecektir!
Tarih, asıl suçluları affetmeyecektir!
Asıl suçlular kurtulsa dahi onları koruyanlar tarih önünde
er geç hesap vereceklerdir.
Bu mahkemenin sonucu adli bir skandal olabilir. Fakat,
mahkemenin sonucu ne olursa olsun dediklerimiz gerçekleşecektir!
... Ta ki vatanı Amerika'ya satanlar ve gericilerin sonu gelene
kadar, bu kavga biz olmasak da devam edecektir!
Yurtsever analar var oldukça devam edecektir! Kısaca;
anaların rahmine el atılamıyacağına göre, mutlaka devam
edecek ve başarılacaktır!-
Bu gerilim içinde başlayan duruşmalar, sonuna dek aynı
gerilimde sürdü. Hem de ölümün eşiğinde, geri bakmadan
durabilmenin duyarlığıyla...
:::::::::::::::::
TUTANAKLAR (İ)
Sen kalbini savunurken düşmana uluorta
bağrından alkış benzeri bir gürültüyle yükselerek
şehri beyaz bir örtüyle kaplıyor içindeki duygular
...
Sen kalbini savunurken
habire göğsünde yumruklanan dünya
nemli duvarlarında hücrelerin
kanayan parmakların izleri gibi
...
Bilemem
hatıralar mı artık
seni
karanlık bir sokakta unutulmuş
sessiz gözyaşları mı gizler
...
Akarsular kadar berraksın oysa
adımların
kayalıklar kadar görkemli senin
N. Behram 1971
:::::::::::::::::
ORTAK SAVUNMALARlNA -EZENLERE KARŞI VERDİKLERİ MÜCADELELERDE
ÖLEN TÜM EZİLENLERE SELAM OLSUN- DİYE BAŞLADILAR...
İddianameye şöyle girmişti savcı:
-1968 yılı Türkiyesi'ndeki kıpırdanışlar gözle görünür bir
durum arzettiği halde, gaflet, korku, kurnazlık ve ihtiras içerisinde
bekleniyor, sükunetle karşılanıyor, devamında fayda
umuluyor, samimi ve gerçekçi bakışlarla karşılanıyordu. O
günlerden bu güne gelindi; basiretliler geleceği gördüler, gizli
yöneticiler kayboldular, kurnazlar lüzumlu dersi hafif geçiştirerek
aldılar, gafiller uyandılar, korkaklar hala yerlerinde
muhterisler umduklarını bulamadılar: Türk milleti uyanıktı...-
Savcı iddianamesi sonunda yirmi bir sanık hakkında
146//1'den ölüm cezası istiyordu.
Deniz, Yusuf ve avukatları 16.7.71'de mahkemeye güvensizliklerini
bildirmişler ve bu istek reddedilmişti.
Davanın avukatları yaptıkları savunmada, Türkiye'nin
yapısı, siyasal, toplumsal, ekonomik bunalımın nedenlerini
uzun uzun anlatmışlar, sanıkların suçlarıyla istenilen ceza
arasındaki oransızlığı belirtmişlerdi. Avukatların savunmalarında
suç bulunmuş ve haklarında dava açılmıştı.
Deniz Gezmiş ve arkadaşları ortak bir savunma hazırlamışlardı.
Savunmalarına şöyle başlamışlardı:
-... İçinde bulunduğumuz şartlar, geniş bir savunma yapmamızı
ve şahıslarımızda zincire vurulmak istenen bilimi ve
gerçekleri savunmamızı gerektiriyor.
Amacımız, aleyhimize verilecek cezayı önlemekten çok,
doğruluğuna inandığımız doğa ve toplum kanunlarının, insanlık
tarihine nasıl yön verdiğini açıklamaktır.
Toplumların tarihi, ezenler ve ezilenler arasındaki mücadelelerin
tarihidir. Çağımıza kadar bu mücadelelerde ezilenler
daima yenilmişlerdi. Fakat 20'inci yy. tarihimiz, ezenlerin
barbarlığına ve bütün baskılarına rağmen ezilenlerin kurtuluşuna
sahne olmaktadır.
Günümüzde ezenleri temsil eden ve çıkarı uğruna yoksul
ulusları boyunduruğu altında tutan EMPERYALİZM'dir. İnsanlık
tarihi gericiliğin, barbarlığın ve vahşetin son kalesi
olan emperyalizmin de sonunu müjdeliyor.
Bütün ezilen uluslar, emperyalizme her gün darbe üstüne
darbe vuruyorlar. Asırlardır ezenlere karşı mücadelelerde hayatlarını
feda edenlerin çabaları boşa gitmemiştir. Dünyamız
zafer türkülerini söylemek üzeredir...
Ezenlere karşı verdikleri mücadelelerde, ölen tüm ezilenlere
selam olsun...
Dünyanın ve Ortadoğu'nun en eski devletlerinden biri
olan Türkiye, hala kalkınamamış olup, yarı bağımlı durumdadır.
Bir avuç sermaye çevresi Amerikan doları uğruna ulusumuza
ihanet etmiş ve bağımsızlığımızı yabancılara ticaret
konusu yapmışlardır. Yurdumuzun bağımsızlığı için giriştiğimiz
bu kavgada Kurtuluş Savaşı'mızda şehit olanların onurlarını
ve ulusumuzun kaderini korumaya kararlı olduğumuzu
bildiriyoruz.
Kurtuluş Savaşı'mızın tüm şehitlerine selam olsun.
...
Çağımıza damgasını vuran en güçlü silah bağımsızlık ve
kurtuluş savaşlarıdır.
Emperyalizme karşı verdikleri mücadelelerinde başlarını
eğmeden kahramanca savaşan tüm ezilen uluslara selam olsun.
İşçiler, köylüler, öğrenciler ve tüm yurtseverler gericilere
kahramanca karşı koymuşlar ve bu uğurda birçokları şehit
olmuştur.
Emperyalizme ve onun emrindeki uşaklara karşı verdiğimiz
kutsal bağımsızlık kavgamızın şehitlerine selam olsun...-
...
Ve Denizler uzun savunmalarını şu sözlerle tamamladılar:
-Sayın Savcı,
1- Amerikan emperyalizmi gayri millidir.
2- Ona ortaklık edenler ulusumuza ihanet etmişlerdir.
3- Emperyalizme karşı mücadele suç değildir, silahlı mücadele
ise anayasayı ihlal değildir.
4- Gayri milli olan emperyalizm ve ortaklarının sömürüsü,
anayasaya aykırıdır.
Buna göre iki şey var:
1- Eğer belli bir hata sonucu, iddianame ve mütalayı hazırladınızsa,
dikkatli olunuz; idamını istediğiniz kişiler kasaplık
koyun değildir ve siz savcısınız...
2- Yok eğer yaptığınızın bilincindeyseniz; yolunuz açık
olsun.-
Denizler'in savunmalarını tamamlamaları ve hüküm günüyle
ilgili anılarını Avukat Zeki Oruç Erel şöyle anlatıyor:
-Savunmaların sonuna gelmiştik.
Müşterek savunmayı, arkadaşları adına, Deniz, Yusuf,
Atilla Keskin ve Hüseyin okumuşlardı. Savunmanın son bölümünü,
zaman zaman yazılı metne bakarak, fakat, genellikle
mealen yapan Hüseyin, mahkeme heyetinde, gerçek anlamda
tam bir etki yaratmıştı. O kadar bilimsel ve içten konuşmuştu
ki; duruşma yargıcı Ahmet Tetik renkten renge giriyor,
üye Mehmet Turan da oldukça etkilenmiş görünüyordu.
Ancak çok dikkatli bir gözlemle anlaşılabilecek, içe dönük
paniğine rağmen, Mahkeme Başkanı Ali Elverdi hiç
renk vermemeğe çalışıyordu.
Mahkemenin bu görünümüne bakan biz avukatların büyük
çoğunluğu, hiçbir idam kararı çıkmayacağını ummaya
başlamıştık.
Deniz'i yakalandıktan sonra, Ankara Adliyesi'ne getirilişinde
görmüş ve ilk defa Ankara Cezaevi'nde tanışmıştım.
Yusuf'la ilk karşılaşmam, ancak mahkeme salonunda olmuştu.
Hüseyin'i ise, daha 1965 yılından, öğrenciliğinden, çok yakından
tanıyordum. Bu bakımdan onunla yakınlığımız --ama,
sadece bu nedenle-- biraz daha fazla idi. Bende daha yıllarca
önce çok zeki, bilgili, tutarlı ve kararlı bir insan izlenimi
bıraktığını açıkca belirtmek isterim.
Savunmalar bitip, dava karara kaldığı günlerden birinde
Av. Halit Çelenk ve Av. Niyazi Ağırnaslı ile birlikte, görüşmek
üzere, Mamak Askeri Cezaevi'ne gitmiştik. Cezaevi Müdürü
M. K. Saldıraner ve birkaç subay, assubay ve erin nezaretinde,
cezaevi müdürünün odasında; Yusuf, Hüseyin ve Deniz'le
görüşüyorduk. Genellikle herkes birbiriyle konuşmasına
rağmen; Deniz, Halit Çelenk'in, Yusuf, Niyazi Ağırnaslı'nın;
Hüseyin de benim yanımda oturuyordu. Hüseyin bana:
-Sence karar ne yönde çıkabilir?- diye sordu. Ben:
-Her türlü olabilir. Bu sorunun en iyi cevabı duruşmanın
başında sen, kendin verdin; Sıkıyönetim Mahkemeleri yargı
organı değildir, bu mahkemenin sonucu adli bir skandal olabilir
dedin. Bu sözünün doğruluğunu, ben de, aynen kabul
ediyorum. Yargı organı olmayan yerden her şey çıkabilir.-
Ama, Hüseyin böyle üstü kapalı, genel anlam taşıyan cevaplarla
yetinecek kişilerden değildi. Benden, gerçek kişisel
düşüncemin ne olduğunu kesin bir şekilde, tekrar sordu. Ben de:
-Bunlar, benim görüşüme göre; halkın üzerinde baskı ve
terör yaratmak amacıyla sizin davada ve diğer davalarda
yargılananlardan toplam 10-15 kişiyi yok etmek isteyebilirler.
Örneğin, sizin davayla ilgili olarak, önce mahkemeden 8-10
idam kararı çıkarmak, bunun bir kısmını Askeri Yargıtay'da
onamak ve sonra da halka dönüp; -ne yapalım, kurtara
kurtara ancak bu kadar kurtarabildik- demek istiyebilirler,-
dedim. Bu sözlerim üzerine, o kendine özgü duruşuyla
bakıp:
-Gerçekten böyle iğrenç bir taktiğe başvurabilirler,- dedi...
9 Ekim 1971 günü gelip çattı. Bugün hüküm verilecekti.
Askeri Veteriner Okulu'un çevresinde, avlusunda ve içinde
her zamankinden çok daha fazla önlem alınmış; sadece
tank, top getirmemişler, o kadar. Askeri ambulanslar orada;
park yerine çekilip konulmuş. Demek, haklarında hüküm verilecekler
getirilmişler.
Artık olağan duruma gelen, üstümüzün başımızın, çanta
ve evraklarımızın aranıp taranmasından sonra, dış kapıdan
giriyoruz. Binanın girişinden başlayıp, merdivenlere, koridorlarda
süren ve duruşma salonunda -sanıklar bölme-sinde
son bulan, onlarca komando erinin yan yana ve karşı karşıya
dizilmesiyle meydana getirilmiş; yani insandan meydana
getirilmiş ince, patika gibi bir yol var. -Patika-dan geçip, duruşma
salonuna giriyoruz. Yusuf, Deniz, Hüseyin ve arkadaşları
salonda gene yok. Halbuki, aşağıda ambulansları görmüştük.
Savunduğumuz kişilerin, birbirinden ayrı ayrı,
mahkemenin çalıştığı binanın bitişiğindeki ana tamir depolarının
çeşitli yerlerine konulmuş olabileceğini, aklımızın kenarından
bile geçiremiyoruz o anda.
Mahkeme salonunda, hepimizin dikkatini derhal çeken;
ama cevabını bir türlü bulamadığımız, büyük bir gariplik
var. Tahta parmaklıklarla çevrili; yargılananların tümünü
rahatça alan, içinde her zaman 20-25 iskemlenin bulunduğu
-sanıklar bölümü- iyice küçültülmüş. Oraya, bugün, sadece 3
iskemle koymuşlar. Halbuki hakkında hüküm verilecek en az
20 kişi var.
Bir türlü yanıtını bulamağımız garipliğin nedenini, biraz
sonra, orada bulunan herkes gibi, biz de öğreneceğiz.
Komando erlerinden oluşan -patika yol-un içinden, önce
Deniz'le Yusuf'u getirdiler. Arkadaşlarının nerede olduğunu
bilmedikleri belli. Hatta bize bakıp, gözleriyle soruyorlar.
Biz de bilmediğimizi belirten hareketlerle cevap veriyoruz.
Duruşma Yargıcı Ahmet Tetik:
-Anayasayı tebdil, tağyir ve ilgaya... T.C.K.'nın 146//1'inci
maddesine... Ölüm cezasına... Tahfife mahal olmadığına...
Deniz; hiç beklemeden, dimdik, yumruğu sıkılı, kolu havada
bağırıyor.
-YAŞASIN BAĞIMSIZ TÜRKİYE-
DAR'AGACINDA ÜÇ FİDAN SAYFA 2
Yusuf, aynı şekilde:
-YAŞASIN BAĞIMSIZ TÜRKİYE-
Sonra Hüseyin, Atilla ve diğerleri..
Ama görevliler, gençlere son sözleri söyleme fırsatı vermemeye,
hepimizin gözleri önünde duruşma salonunda, sıkılı
yumruğu havaya kalkan her birinin üzerine çullanıp, yakapaça
dışarı atmaya başladılar...-
Haklarındaki hükmü dinlemeye salona ilk giren Deniz'le
Yusuf, dışarı çıkınca birbirlerine -vatan sağ olsun- diyerek
sarılmış ve sonra kelepçelenip götürülmüşlerdi.
Artık celseler bitmişti. Beklemeye başladılar. Dışarda arkadaşları,
yakınları, avukatları onları kurtarmak için çırpınıyordu.
Günler ilerledikçe beklemenin gerilimi de çok geniş
alanlarda derinleşti. İnançlarından hiçbir ödün vermeden
beklediler.
:::::::::::::::::
GECENİN GÖLGELERİNDE AYRILIK
Karlı dal uçlarında kımıldayan ay mı
kabuğunun altında
çığlık çığlığa ışıldıyor tomurcuklar
yıldızlar mı dökülüyor gökten kırlara
...
Geceyle
sel sularında çalkanan yapraklar kaybolur
artık görünmez omzuna serpilmiş benekler
bayırlardan aşağlara doğru derinleşen karanlık
rüzgarla ıslık çalar kayalıklar boyunca
...
Çiğdem telleriyle bezenmiş yastığın ıslak
uykuna renkler topluyor dalgın dolaşan kelebekler.
motor ve ayak sesleriyle çırpınırken sokaklar,
ıssız bucaksız tarlalarda başaklar nasıl da titrek
...
Kanla beklediğim şarkılarda gelişen sevgilim
belki de kalbinde düğümlenen
ölüme giderken duyduğum gülümseyiştir
bakarsın seninle artık görüşemem
alnına vuran ışığı
sakın kaybetme geceleri.
N. Behram 1972
:::::::::::::::::
N. AĞIRNASLI İNÖNÜ'YE -KORKARIM BU KAN GÖLÜ ONU DÖKTÜRENLERLE
BİRLİKTE, SUSANLARI DA BOĞAR- DEDİ...
1 Numaralı Sıkıyönetim As. Mahkemesi'nde 1'inci THKO Davası
sonuçlanmış ve 18 genç hakkında idam kararı verilmişti.
Gelişmeler sonucunda artık, kamuoyunda Deniz, Yusuf ve
Hüseyin'in asılacakları söylentisi almış yürümüştü. Avukatlar
son girişimlerde bulunuyorlardı. Bu dönemde Niyazi
Ağırnaslı, İnönü'yle bir görüşme yaptı. Ağırnaslı İnönü'yle
görüşmesine ilişkin anılarını şöyle anlatıyor:
-Bizim endişemiz, bu üç gençle ilgili kararın onanacağı
merkezindeydi. Doysa As. Yargıtay'da, Başsavcılık tetkikindeydi.
İnönü'yü ziyaretim bu safhada oldu. 1933-1946 yılları
arasında T.B.M.M.'de özellikle son yıllarda Bütçe Komisyonu'nda
memurken, başbakanlığı, cumhurbaşkanlığı dönemlerinde
sayın İnönü'nün, bana karşı bir göz aşinalığı vardı.
1961 seçimlerinde C. Senatosuna Ankara Senatörü olarak
girdikten sonra kendileriyle ilişkilerimiz oldu. Altı yıl süren
senatörlüğüm sırasında konuşmalarına, T.İ.P adına yaptığım
girişimlere daima ilgi duyar, Parlamento kulislerinde koluma
girip benimle konuşarak dolaştığı olurdu. C. Senatosundan
ayrıldığım zaman da -parlamentonun çalışkan üyelerinden
birisiydi. Yeni bir ses getirdi. Onu seçtirmek için girişimde
bulunalım, kendisiyle konuşup bana haber getiriniz.-
diye eski CHP bakanlarından bir arkadaşımla bana mesaj
yollamıştı. Bütün bu ilişkilerden cesaret alarak telefonla
Mevhibe Hanımefendi aracılığıyla istediğimiz randevuyu kabul
etti. Pembe Köşk'ün giriş katındaki küçük salonda 55 dakika
süren bir konuşma yaptık. Daha doğrusu beni dinledi ve
ara sıra bir iki cümleyle konuşmaya yön verdi. Ben bu konuşmaya
18 genç aleyhine çıkan idam kararından duyduğumuz
endişeyi belirterek başladım.
-Telaşlanma Ağırnaslı, ben ortada bir idam furyası görmüyorum.
Olsa olsa 3-5 kişi hakkında bir kesin hükme varılır.
Onları da biz meclislerde hallederiz- demişti.
-Paşam, parlamentonun yapısı bu umudu besleyici nitelikte
değil sanıyorum. İşin sosyopolitik, sosyo-ekonomik nedenlerini,
bu olayları hazırlayan ortamı, dış ve iç etkenleri
yeterince bilen kaç kişi olduğunu bilemiyorum, amma bizzat
sizin partiniz de bile böyle müşfik ve hoşgörülü bir davranışa
karşı çıkanlar olacağını sanıyorum,- dedim.
-Eveet...- dedikten sonra -o halde ne yapabiliriz?- diye ilave
etti. O sıralarda gözlerindeki rahatsızlık nedeniyle, katarakt
ameliyatı için Paris'e gidecekleri duyulmuştu. Bir olup
bittiden endişeliydik.
-Siz, ilk Talat Aydemir olayında -kan dökülmeden silahı
teslim ederseniz koğuşturma açtırmam, amma sizi emekliye
sevkettiririm.- diye Talat Aydemir'e mesaj göndermiş ve bu
sözünüzü parlamentoda da tekrarlamıştınız. Birincide koğuşturma
açılmadı, bunu biliyoruz. Sizden başka kimsenin
gücü yetmezdi koğuşturma açtırmamaya, dedim. Gülümsedi.
-Bu gençlerin devleti devirecek, anayasayı yok edecek güçte
olduklarını sanmıyorum. Konu herhalde Yargıtay'da titizlikle
incelenecektir inancındayım..- gibi bir mesajınız yeterli
olur, dedim. -Bu, adalete müdahale olmaz mı Ağırnaslı?- deyince
de; -Paşam, sıkıyönetim komutanlarından bazıları,
başta Faik Türün, bildiriler yayınladılar ve infazların çok
yaklaştığı şu günlerde... diyerek adalate açıkca yön verme çabası
gösterdiler. Biliyorsunuz infaz deyimi sadece idamlar
için kullanılıyor. Sizin salt adaletin gerçekleşmesi istikametindeki
uyarmanız, adalete olumlu yönde müdahale olur
inancındayım, elbette bunun şeklini siz takdir buyurursunuz-
cevabını verdim. Bunun üzerine de: -Amma ben Yargıtay'dan
kimseyi tanımıyorum ki- dedi. -Paşam sizin bu genç
insanları tanımanız olanaksız elbette. Amma memleketin İsmet
Paşası bir tanedir. Onu herkes tanır ve ondan gelecek
telkinlere ve uyarılara dost düşman kulak kabartmak zorunluğunu
duyar.- yanıtını verdim. Gülümsedi. Ben de durup bir
şey söylemesini bekledim. -Sen konuşmana devam et Ağırnaslı
seni dikkatle dinliyorum- demekle yetindi. Sonradan
bazı girişimlerde bulunduğunu duyduk, amma karanlık güçler
kamuoyunu öylesine yanıltarak hazırladılar ve olaylar
öyle gelişti ki korkulan sonuç 6 Mayıs 1972 gecesi sabaha
karşı gerçekleşti.
İnönü'yle görüşmemiz sırasında anayasayı ihlalin Türkiye'de
üç kez söz konusu olduğunu; bunlardan birinin devleti
yöneten çoğunluk partisi iktidarına, ikincisinin Silahlı Kuvvetler'in
bir bölümüne ait olduğunu, bunlarda vasıtaların yeterli
ve maksadı istihsale elverişli olduğunu, T.H.K.O. davasında
durumun çok farklı bulunduğunu açıklamaya çalıştım.
Siyasi cinayetlere, failleri bulunamadığına göre iktidarı suç
ortağı, hatta asıl suçlu saymanın zorunlu olduğuna değindim.
-Meşruluğunu yitiren bir iktidara karşı direnme hakkını
kullananları sorumlu saymak güçtür. Gençliğin taptaze ve
gür kanı durmadan gölleniyor paşam. Korkarım bu kan gölü
bir gün onu döktürenlerle birlikte susanları da boğar.- deyince,
İnönü'nün kaşları çatıldı. -Sütünü iç sütünü- diye sehpaya
konan süt bardağını işaretledi. -Siz Türkiye'de özgürlükçü
demokrasiye doğru ilk olumlu adımları atan insansınız-
diyerek konuşmayı yumuşattım. Özgürlükçü demokrasi karşıt
fikirlerin birbirine tahammülünü gerektirir. Devlet, kaba
kuvvete karşı tarafsız bir uyanıklık gösterse, bazı düşüncelerin
meclisten, hatta ülkeden kovulması için linç olayları düzenlemese
ülkenin 12 Mart ortamına gelmesine gerek olmazdı...-
filan gibi sözler söyledim. Hiçbir söz alamadan İnönü'nün
yanından ayrıldım, amma yine de İnönü'nün bir şeyler
yapacağı umudu bende uyanmıştı. Sonradan bazı girişimlerde
bulundu da. Anayasa Mahkemesi'ne açtığı iptal davası,
infazı 50 gün kadar geciktirmiş oldu, ama büyük yerler işgal
etmiş bazı küçük kişilerin hıncı, işbirlikçi sermayesinin devrimci
eğilimleri sindirme çabaları, acımasızca çökmüştü
memleket ufkuna bir kez. İnönü'nün Deniz Gezmiş'i -Hukuk
okuyormuş, kaçıncı sınıfta?- -Çok akıllı çocukmuş diyorlar,
doğru mu?- -İngilizceyi iyi biliyormuş öyle mi?- gibi soruları
zihnimizi karıştırdı. Arkadaşlarla yaptığımız değerlendirmelerde
Hüseyin'le Yusuf'un ölüm cezalarının meclislerde ömür
boyu hapse çevrileceğinden ve Deniz'in cezasının onanacağından
kuşku duyar olmuştuk...-
Gün, günü kovaladı. Zaten mahkemelerde tıkanmış olan
yasalar, mahkeme sonrası başvurmalarda da, kendini aynı
nitelikleriyle sürdürdü. Denizler bir şarkı söyleme öncesi
duyarlığıyla, hücrelerinde ödünün izini taşımadan beklediler.
Gün günü kovaladı. Mayıs geldi dayandı. Artık avukatları
son görüşmelerini yapıyorlardı. Niyazi Ağırnaslı son görüşmesini
şöyle anlatıyor:
-Son ziyaretimiz infazdan birkaç gün önce Zeki Oruç
Erel'le birlikte olmuştu. Hala bazı ümitlerin bulunduğundan,
cumhurbaşkanının vetosundan bahsettiğimizi gören Deniz
Gezmiş -Yok ağbey- demişti, -bizim asılma kararımızı çok önceden
vermişlerdi zaten, bunu hep söyledik. Dileriz ki biz
boş yere ölmüş olmayalım ve vatan satıcılarının oyunları anlaşılsın
yoksul halkımızca. Boşa ölmüş olursak işte o zaman
yazık olur.-
Gözlerimi gizlemek zorunda kaldım ve sustuk. Kısa bir
süre sonra,
-Bizi TAYLAN ÖZGÜR'ün yanına gömdürün ve infazlar
sırasında mutlaka bulunun. Burjuvazinin paçavra gazeteleri,
korktular, düştüler, bayıldılar gibi onurumuzu kırıcı yayın
yapmaya çalışır. Duruma avukatlarımız tanık olmalılar,- dedi.
Görüşme hücrelerine tek tek geliyorlardı. Hüseyin İnan'a
-Hadi sen öbür hücreye geç de Yusuf'u göreyim- dedim bir
ara. Durup bir şey söylemek istedi. Sonra dudağı hafifçe aralanmış
olarak çıktı hücreden. Yusuf'un dudaklarında acı bir
gülümseme vardı. Üçünde de korkudan hiç eser yoktu. Güçler
dengesinde henüz uyanışı tamamlanmış halkın karşısında
dış sömürüden pay alan sermayenin ağır bastığının, bu
ağırlığa kurban edileceklerinin bilincindeydiler.-
Avukat Zeki Oruç Erel ise son görüşmesiyle ilgili anısını
şöyle anlatıyor:
-Mamak Askeri Cezaevi'nde, çarşamba günleri sadece tutuklu
yakınları görüş yapabilirler. Haftanın bu günü; yani
çarşamba günü, avukatlar müvekkilleriyle görüştürülmezler.
3 MAYIS 1972 ÇARŞAMBA...
Bir gün önce, 2 Mayıs 1972'de senatodan idam kararları
onaylanıp, çıktı.
11 gündür DENİZ, YUSUF, HÜSEYİN açlık grevini sürdürüyorlar.
Greve başladıkları gün, greve gitmelerinin nedenlerini
belirten yazılı metni; cezaevi yöneticileri, bütün çabalarımıza
karşın bize vermedi. Mamak Askeri Cezaevi'nde
kanunsuzluk, asıl; yasallık, istisna olduğundan bu konunun
üzerinde fazla durmağa gerek yok sanıyorum. Bu durumda
üçü de sözlü olarak, bize; açlık grevine gitmelerinin nedenini
şöyle açıkladılar.
-Dışardaki gelişmelere bakılırsa, üçümüzün idamı kesin
gibi görünüyor. Ayrı ayrı kapatıldığımız hücrelerimizde, Türkiye
işçi sınıfı ve halkımız için yapabileceğimiz son eylem,
ancak bu olabilir.-
3 MAYIS 1972 ÇARŞAMBA. Bu tarih; şüphesiz kişisel
olarak benim için, özel bir anlam taşımaktadır. Zira; onları
en son gördüğüm gün: 3 Mayıs 1972 Çarşamba günüdür.
2 Mayıs'ta senatodan idam kararları çıkınca; savunmayı
üstlenen biz 11 avukat, bir mucize dışında, idamların önlenmesinden
umudumuzu kesmiştik. Dava süresince üçünü de
yakından tanıma fırsatını bulmuş olan bizler; onların ölüm
karşısında en ufak bir tereddüt göstermeyeceklerini kesinlikle
biliyorduk. Bu konuda, hiçbirimizin en ufak bir şüphesi
yoktu. Ancak, 11 gündür açlık grevinde olduklarını da biliyorduk.
11 günden beri süren açlık grevinin, en sağlıklı kişiyi
bile, -fizik- olarak nasıl halsiz düşürebileceği kolaylıkla
tahmin edilebilir. Bu nedenle, açlık grevine son vermelerini
kendilerine önermeye karar verdik. İşte, bu öneriyi iletmek
üzere 3 Mayıs 1972 Çarşamba günü Mamak Askeri Cezaevi'ne gittik.
Onları mutlaka asmaya kararlı olanlar da açlık grevinden
son derece tedirgindiler. Grev süresince, her gün, içlerinde
profesörlerin de bulunduğu Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nden
bir doktorlar heyeti cezaevine gelip muayene ediyor, 24
saatlik hücredeki yaşamları; her yarım saatte bir, cezaevi yönetimince,
yazılı olarak saptanıyordu. Bu nedenle, görüş yasağına
karşın bizi cezaevine aldılar.
Başta cezaevi müdürü olmak üzere 5-6 görevli, başımızda
dikilmiş, Hüseyin, Yusuf ve Deniz'le yaptığımız konuşmayı
dinliyorlar. Söze Halit Çelenk başladı:
-Biz, infazların durdurulması için, hala, ciddi çabalar sarfediyoruz.
Ancak, bu çabalar sonuç vermezse infazlar gerçekleşebilir.
İnfazlar gerçekleştiği takdirde, biz avukatlar; sizin
infaz yerine sağlıklı ve rahat bir şekilde gidebilmeniz için, açlık
grevine son vermenizi öneriyoruz. Şüphesiz, bu konuda
karar sizindir.-
Öneriye cevap için bizden bir saat süre istediler. Ama, on
dakika kadar sonra Deniz, gülerek geri geldi ve şöyle dedi:
-Önerinizi kabul ediyoruz. Sizlerden en az bir kişinin, infazlarda
mutlaka bulunmasını istiyoruz. Ancak, faşizm; bizlerle
ilgili halka yalan söyleyebilmek için, sizleri infaz mahallinde
bulundurmayabilir. Eğer böyle bir durum olursa,
bütün arkadaşlar kesinlikle emin olsunlar ki, bir devrimciye
yakışır şekilde gideceğiz.-
Kendisine infazlarda iki avukatın bulunacağını, bu yönde
bütün tedbirleri aldığımızı söylüyoruz. Benimle rahat, kendinden
ve arkadaşlarından kesinlikle emin bir havada biraz
daha görüştükten sonra; konuşmayı, gene Deniz bitirdi:
-ŞİMDİLİK HOŞÇAKALIN. İNFAZLARDA BULUŞURUZ!-
Evet mayıs gün gün ilerliyordu. Ve sanki ölümü bekleyen
onlar değildi. Öyle genç, öyle meraklı bekliyorlardı hücrelerinde.
Son anlarına dek yaşamayla, yurtlarıyla, insanlarla ilgili
şeyler düşüyordu akıllarına.
Deniz Yusuf ve Hüseyin'le son görüşmesine ilişkin anılarını
Avukat Orhan İzzet Kök şöyle anlatıyor:
-Yapabilecek her şey yapılmış, sonuç belli olmuştu. İnfazlarla
ilgili üç maddelik yasayı meclis onaylamış, cumhurbaşkanı
imzalamıştı. Her an infazların yapılması bekleniyordu.
Her üçü de hücrelerindeydiler. 6 Mayıs'tan bir-iki gün önce
(tam hatırlayamıyorum) tutukevinden avukat istendiği haberi
geldi. Gittim. Tek tek üçüyle de görüştüm (bu onları son
görüşümdü). İnfazlarla, dışarıdaki politik ortamla ilgili bazı
şeyler sordular. Tam ayrılacağım sırada Hüseyin, Toprak ve
Tarım Reformu Ön Tedbirler Yasa Tasarısı'ndan bir tane elde
edip kendisine getirmeye çalışmamı rica etti. Tasarının
köylüye ne getirip götürdüğünü öğrenmek istiyordu. (O sırada
basında ve kamuoyunda söz konusu tasarı tartışılıyordu.)
Donup kalmıştım. Her an ölüme götürülmesini bekleyen
bir insan, o zamana kadar hücresinde, adı reform olan bir
toprak yasasını okumak istiyordu. Güç toparlandığımı, hemen
şehre döndüğümü, bir yerlerden aldığım teksir ya da gazete
küpürü benzeri bir tomar kağıdı geri götürüp içeriye yolladığımı
hatırlıyorum.-
Orhan İzzet, Hüseyin'in istediği şeyleri getirmiş fakat
kendisi görüşememiş, elden içeriye yollamıştı. Küpürler içeride
Hüseyin'e verilmişti. Hüseyin götürüleceği ana kadar
-Toprak ve Tarım Ön Tedbirler Tasarısı-nı inceledi. Notlar
düştü kenarına, satırların altını çizdi...
Ve Deniz de ve Yusuf da... Halkın hayatını düşünerek vardılar
Altı Mayıs'a...
:::::::::::::::::
ÜÇ DAĞA AĞlT
Açlığın
çıplaklığın acısı mı genişliyor
dalları
meyvaya çağıran rüzgar mı
...
Dalgın bir kuşun ötüşünden
sevdiğinin kalbine düşen aşık mı
yağmuru emen toprak mı derinleşiyor
...
Yas mı tutmalıyım onurlu ölüme
halkın gözlerini dolduran çizgilere
umudu mu çağırmalıyım
...
Ah, gidiyor işte gidiyor göz göre göre
sıcak titreyişi varlığını hayata adamışların
gidiyor
öfkenin haykırışları
yasalarıyla gidiyor kahredişin
zulmün ve iğrençliğin buyruklarıyla gidiyor
toprağa düşen bakımsız yapraklar gibi değil
azarlanmış çocukların kederiyle değil
doğuşun ve sevmenin feryadıyla gidiyor
ölümü donatan arkadaşlarım
...
Ah, gidiyor işte gidiyor göz göre göre
durutarak gündüzleri geceleri
durutarak adanmışlığı, mertliği yüceliği
damıtıp sevdalarına
nefesi toprağa aşılamaya gidiyor arkadaşlarım
...
Bulutlar da hafif mi kar taneleri kadar
özgürlüğün borcu mu ödeniyor
...
Yaralar mı açılıyor yoksulluğa
ezilmişliğin isyanı mı sesleniyor
...
Ah, gidiyor işte gidiyor göz göre göre
birer rüzgar uğultusu bırakarak yanan ateşe
N. Behram Mayıs 1972
:::::::::::::::::
6 MAYIS'IN İLK DAKİKALARINDA DENİZ, YUSUF VE HÜSEYİN'İN
HÜCRELERİ AÇILDI... ZİNCİRE VURULDULAR...
1972 Mayıs'ının 5'inci günü Resmi Gazete'de bir kanun yayınlandı.
-İnfaz-a ilişkindi. Kanun yayınlanmıştı fakat hükümlü
vekillerinin 2.5.1972 ve 4.5.1972 tarihlerinde verdikleri
iki ayrı -karar düzeltme- istemine henüz bir yanıt gelmemişti...
Kanunun yayınlandığı gün, hükümlü vekillerinden Ersen
Şansal ve Mükerrem Erdoğan, Mamak Cezaevi'ne geldi. Denizlerle
görüşmek istediklerini bildirdiler. Beklemenin sonu
gelmiyordu. Saat 17.00 olmuştu. Hala görüşememişlerdi. Ayrılmak
zorunda kaldılar.
Ve yavaş yavaş karanlık çöktü. İlerleyen dakikalar 6 Mayıs'a
devirdi günü. Artık Mayıs'ın 6'sıydı...
Ankara'nın göğünde ılınmaya direnen bir gece yarısı.
Ege'nin ve Akdeniz'in ılınmış rüzgarı uç vermiş Ankara'da.
Ege'de dallar yırtılmış. Çiçeğe durmuş tomurcuklar. Akdeniz'de
ilk turfandalar dirilmeye başlamış. Ilınan hava, uzansın
istiyor Anadolu'ya. Ankara'da düğümlenmiş. Durmuş.
Burulmuş. Bu bahar gecesinde Ankara sisli. Suskun. Susturulmuş.
Yağmur yağıyor Sivas'ta. Yamaçlarda beyazlıklar başlıyor
Doğu'ya doğru. Kar daha çekilmemiş. Çektikleri, çekilir cinsten
değil Doğulunun. Binlerce can, kulağını Ankara'ya dikmiş.
Karanlık altında bir haber bekliyor havadan.
Kar daha çekilmemiş. Ankara'ya vuruyor serinliği.
Ankara'da üç dal fidan; ellerinde bıçkılarla gelenlerin
ayak seslerini dinliyor.
Yeni bir günün ilk dakikaları. Demir topuklar çınlatıyor
betonu. Sokakların gözleri yumuk. Geceleri sokağa çıkması
yasaklanmış Ankaralıların. Binlerce göz uyanık ev içlerinde,
açık, bekliyor... aylardır yoldaki haberi, ölüm haberini... An
an beklenen uykusuzluk gelip irkiltti körpecik bedenleri.
Mayıs'ın 6'sıydı. Şafak sökmeden, gerilemeden karanlık,
gün yükselmeden, darağacına çıkacaktı Deniz, Hüseyin, Yusuf.
Görevliler doldurmuştu her yanı. Sanki bir şeylerden bir
şeyleri kaçırıyorlardı. Telaş içindeydiler.
Güvenlik kuvvetlerinde bütün izinler kaldırılmıştı. Beş
kişi ölümle yüz yüze getirilmeyi bekliyordu. Üçünün durdurulacaktı
yüreği. İkisi avukattı; durdurup yüreklerini, darağacında
üç kişiyi seyredeceklerdi.
Saat 00.30 olmuştu ki, Halit Çelenk ve Mükerrem Erdoğan'ın
evleri önünde görevliler belirdi. Arabaları gelmişti,
bindiler...
Yollar bomboştu. Semtlerinden ayrılıp Merkez Cezavi'ne
doğru yöneldiler.
Ankara'da Mamak Askeri Cezaevi çok sayıda kuvvetle
çevrilmişti. Tanklar ve çember çember güvenlik görevlisiyle,
yüksek dereceden güvenlik görevlileri ve yüksek rütbeli subaylar,
sağa sola gidip geliyorlardı. Telsizlerle sürekli olarak
komut alınıp veriliyordu. Cezaevinin içi dışı projektörlerle
aydınlatılmıştı.
Bir ara bir telsiz komutu bütün bekleyenleri harekete geçirdi.
Görevliler Mamak Askeri Cezaevi içinde Deniz'in bulunduğu
hücreliklere doğru yöneldiler. Kaldıkları hücrelerin
birer birer kapıları açıldı. Gidecekleri haberi verildi.
Yusuf ve Hüseyin daha önce yazdıkları son mektuplarını
koyunlarına koymuşlardı. Görevliler ilkin, hücresinde Deniz'i
ayaklarından zincire vurdular. Ellerini arkadan bağlayıp
dışarı çıkardılar. Zincirler yürümesini engelliyordu. Bir
görevli zincirleri kaldırarak yürümesine yardımcı oluyordu.
Dışarda her biri için ayrı bir zırhlı araba bekliyordu. Deniz
hücresinden çıkarılmış, koridordan geçiyordu. Koğuşların
kapılarının açıldığı koridora geldiğinde, haykırarak kapalı
kapılar ardındaki arkadaşlarına veda etti. Ve görevliler
arasında zırhlı arabaya doğru yürüdü.
Arabaya bindirip kapılarını kilitlediler.
Yusuf ve Hüseyin de aynı şekilde alındılar ve aynı yerde
haykırıp, arkadaşlarına veda etmelerinden sonra, ayaklarından
zincire vurulmuş, elleri arkadan bağlanmış bir durumda
zırhlılara bindirildiler.
Yeni bir telsiz komutuyla zırhlılar harekete geçti. Mamak
Askeri Cezaevi'nin karanlıkta buruk sessizliği, arabaların
gürültüsü uzaklaşınca daha da yoğunlaştı. Ve göz göz kapalı
gökyüzünün altında büküldü kaldı. Uzaklaşan sesler içerdekilerin
kulaklarında ağır ağır donuklaşıp çınlamaya dönüştü.
Arabalar arka arkaya Merkez Cezaevi'ne yanaştılar. Bir
süre koşuşmalar, konuşmalar ve hazırlıklardan sonra birer
birer zırhlıların kapıları açıldı.
Deniz'i başgardiyan odasına getirdiler. Yusuf ilerde bir
başka küçük odaya, Hüseyin avukatlarla mahkumların görüşme
odasına getirildi.
Başgardiyan odası avluya bakıyordu. Zifiri geceyi, Ankara
Merkez Cezaevi'nin ışıkları kendi gücünde çelmişti. Avludaki
darağacına, alaca karanlık altında ışık vuruyordu. Deniz,
yüzü pencereye dönük olarak oturtulmuştu. Görevliler
omuzlarından tutuyordu. Ayakları hala zincire vurulmuş, elleri
bir daha çözülmemek üzere arkadan bağlanmıştı.
Başgardiyan odasında aşağı yukarı, yirmi-otuz yüksek
dereceden görevli vardı. Cezaevi görevlileri, merkez komutanları,
güvenlik görevlileri, Tevfik Türüng, İnfaz Savcısı
Sami Uğur ve diğerleri...
Deniz son mektubunu önceden hazırlamamıştı. Son
mektubunu darağacının karşısında yazdıracaktı. Bir zabıt
katibi ve daktilo getirttiler.
Sigara içeceğini söyledi. Bir görevli Deniz'in sigarasından
bir tane ağzına koyup yaktı. Bir iki nefes çektikten
sonra geri aldı. Deniz istedikçe veriyordu.
Darağacına bakarak son mektubunu yazdırmaya başladı:
Merkez Cezaevi
Baba
Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış
bulunuyorum. Ben ne hadar üzülmeyin dersem yine de
üzüleceğinizi biliyorum. Fakat bu durumu metanetle karşılamanı
istiyorum, insanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler,
önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla
şeyler yapabilmektedir. Bu nedenle, ben erken gitmeyi normal
karşılıyorum, ve kaldı ki, benden evvel giden arkadaşlarım
hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir.
Benim de düşmeyeceğimden şüphen olmasın, oğlun
ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir, o bu yola
bilerek girdi ve sonununun da bu olduğunu biliyordu, seninle
düşüncelerimiz ayrı, ama beni anlayacağını tahmin
ediyorum. Sadece senin değil, Türkiye'de yaşayan Kürt ve
Türk halklarının da anlayacağına inanıyorum. Cenazem
için avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca savcıya
da bildireceğim. Ankara'da 1969'da ölen arkadaşım Taylan
Özgür'ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi
İstanbul'a götürmeye kalkma, annemi teselli etmek
sana düşüyor, kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum,
kendisine özellikle tembih et, onun bilim adamı olmasını
istiyorum, bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak
da bir yerde insanlığa hizmettir, son anda yaptıklarımdan
en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir, seni, annemi,
ağabeyimi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşi ile
kucaklarım.
Oğlun DENİZ GEZMİŞ
Deniz başgardiyan odasında son mektubunu yazdırmaktayken,
dışarda üstleri başları didik didik, don, çorap, ayakkabı
içine kadar arandıktan sonra avukatları Halit Çelenk
ve Mükerrem Erdoğan içeri alındılar.
İlkin infaz savcısı Sami Uğur'la karşılaştılar. Savcı onlara
son -kararı düzeltme istemleri-nin red olunduğunu sözlü olarak
iletti. -Hukuki bütün formaliteler tamamlandı- dedi...
Avukatlar başgardiyan odasına getirildiler. Deniz onları
görünce gülümsedi ve -Hoşgeldiniz- dedi. Metin bir görünüşü
vardı. Saçı traşlıydı.
Bir ara infaz savcısı Sami Uğur, Deniz'e doğru eğilerek
-Nasılsınız?- dedi. Deniz -Çok mutluyum ve rahatım- diye
yanıtladı. Ve devamla mektubunun tamamlandığını söyledi...
Mektubu infaz savcısına verdiler. Avukatları, Deniz'e bir
arzusu, diyeceği olup olmadığını sordu. Deniz onlara -Cezaevindeki
bütün arkadaşlarımı benim tarafımdan öpün. Onlara
ve dışardaki bütün devrimci arkadaşlara selam ve sevgilerimi
söyleyin. Her ikiniz de idam sehpasına nasıl gittiğimize
tanık olun ve bunu anlatın- dedi.
Avukatlar, Deniz'in yanından ayrılıp Yusuf'un olduğu
odaya geldiler. Zincire vurulmuş ve bağlı bir durumda oturan
Yusuf'un, avukatları görünce, yüzünü bir gülümseme kapladı
ve onlara -hoşgeldiniz- dedi. Arkasından -Babam infazı biliyor
mu?- diye sordu. Avukatlar -Biliyor- dediler. Yusuf -Ne
durumda?- diye sürdürdü. Avukatlar -Metin ve soğukkanlı-
diye yanıtladılar.
Avukatlarının bir diyeceği olup olmadığını sormaları üzerine
Yusuf, -Çok iyiyim!- dedi. Ve şu sözleri ekledi -Biz inanıyoruz
ki, bu mücadele bizim ölmemizle son bulmayacak...-
Kısa bir suskunluktan sonra Yusuf avukatlarına -Son bir kez
Deniz'i görmek istiyorum- dedi.
İnfaz savcısı Yusuf'un bu sözü üzerine -Buna ne lüzum
var- diye araya girdi. Avukatlar -İdam hükümlülerinin son
arzularının yerine getirilmesi bir gelenektir, bunda bir sakınca
yoktur, her üçünün de birbiriyle görüştürülmeleri gerekir-
diye direttiler.
Yusuf odasından alınarak Deniz'in yanına getirildi.
Sanki, günlerce süren ölüm orucundan, çıkan onlar değildi.
Sanki, az sonra darağacında can verecek olan onlar değildi.
Uzun bir hasretlikten sonra buluşan iki kardeş gibi kucaklaştılar.
Öpüştüler. Dizleri ayaklarındaki zircirleri zorladı
bir an. Omuzları arkalarından bağlı kollarını zorladı bir
an. Sessiz bakışlarla veda ediyorlardı birbirlerine. İkisi de
birbirlerine, yapacakları şeylerden emin bir duyguyla bakıyorlardı.
Ayları, yılları tutmuştu arkadaşlıkları, daha önce birçok
kez birlikte ölüme gidip gelmişlerdi.
Şimdi bu son yolculuklarından bakışları, saniyelerle sınırlıydı.
Bakıştılar... Bir ömür boyu kadar uzun bir bakış... Ama
bir kelebeğin ömrü kadar bile değil...
Birlikte -Tamam- der gibi görevlilere baktılar. Yusuf döndü,
görevlilerin arasında zincir şıkırtılarıyla odasına doğru
yürüdü...
Bu sırada avukatlar Hüseyin'in olduğu odaya yönelmişlerdi.
:::::::::::::::::
TUTANAKLAR (2)
Tuzlu suda yarası pişen ayak
ve pasıyla kelepçenin incelen bilek kemikleri
yıllarca taşınsa da
çıplak etin altında acısı donuklaştı
...
Ve ter
ve ipekten dökülen uyku
ve halka halka açılan bahar sabahları
kırılan kaburgaları
gökkuşağıyla sardı
...
Dostlarından gelen haberler
meraktan bir öpüş seli doldururken gövdene
gururla yükselen bakışını
toprağa düşürmek için
düşman boşuna çabaladı
...
Artık denizlerdeki dalgalar kadar azgın
çayırlar kadar ferahsın
Yüreğin aşkla örselenmiş bir kerre senin
N. Behram 1972
:::::::::::::::::
TELAŞLANMIŞLAR, DENİZ'İN AYAĞIlNDAKİ ZİNCİRİ
AÇAMIYORLARDI... DENİZ GÜLÜMSÜYORDU.
Avukatlar Hüseyin'in olduğu odaya girerlerken bir albayla
karşılaştılar. Albay -Dini telkin istemiyorlar- dedi. Bunu
anlamlı bir sesle söylemişti. Müslüman olmadıklarını çağrıştırmak
istiyordu.
Avukatlar -Bu sadece onların bileceği bir iş- dedi. Albay
-Tabii siz de bilirsiniz,- diye aynı sezdirmeyi, bu kez avukatlara
yöneltti.
Aylardan mayıstı. Günlerden Mayıs'ın 6'sı. -Hıdırellez-
günü diye yazıyor takvimler, -Alaçam, Samsun, Geyikaşan
Hıdırellez günü... Karacabey, Bursa Hıdırellez şenlikleri...-
Halkın her yıl sevgili gibi karşıladığı bir gün. Dargınların barıştığı,
çocukların, canlıların, doğanın şenlendiği, armağanlar
alınıp verildiği bir gün.
Yerleşmiş İslam geleneğine göre Hıdır ve İlyas peygamberlerin
her yıl buluştuklarına inanılan gün. İnanışa göre
ölümsüzlüğe erişmiş bu iki peygamberin buluşmaları, kutlanarak
anılır.
Avukatlar Hüseyin'in bulunduğu odaya girecekken duydukları
bu sözle sinirlenmişlerdi. Hüseyin babasını düşünüyordu
odada, Hıdır'dı babasının adı, Hıdır İnan.
Aylardan mayıstı. Günlerden Mayıs'ın 6'sı. İnanışa göre
ölümsüz peygamber Hıdır baba baharın muştulayıcısıdır.
Bastığı yerde güller açılır, bülbüller ötüşmeye başlar, baharın
bereketi hissedilir... O gün şarkılar söyleme günüdür.
Kızlar evliliğe niyet tutar. Hastaların iyileşme umudu dirilir,
tazelenir. Canlıların canı yakılmaz. Karıncaların bile incinmesinden
sakınılır. İyilik günüdür Mayıs'ın 6'sı. Hıdırellez,
halkın günüdür...
Avukatlar albaydan geçip Hüseyin'in bulunduğu odaya
girdiler. Hüseyin de Deniz ve Yusuf'un durumundaydı. Birkaç
görevli omuzlarından tutmaktaydı.
Avukatlarını görünce büyük bir mutluluk ve derin bir gülümsemeyle
-Hoşgeldiniz- dedi. Avukatlar ona bir arzusu
olup olmadığını sordular. -Bir arzum yoktur. Sizlere çok teşekkür
ederim.- dedi.
Sonra Hüseyin avukatlarına -Babam Ankara'da mı?- diye
sordu. Avukatlar Ankara'da olduğunu söylediler. Hüseyin
-Nasıl?- diye sürdürdü sorusunu.
-İyi ve seninle iftihar ediyor- diye yanıtladı avukatları.
Bu arada avukatlar görevlilere Hüseyin'in de arkadaşlarıyla
vedalaştırılmasını hatırlattılar.
Hüseyin aynı sıcaklık ve canlılıkla Deniz ve Yusuf'la odalarında
birer birer kucaklaştı. Zincirleri ve bağları, üçünün
de bu vedalaşma anında gövdelerine alabildiğine ağırlık veriyordu.
Omuzları ve başlarının hareketiyle birbirlerine sokuluyorlardı.
Hüseyin önce başgardiyan odasında Deniz'le, sonra yandaki
diğer odada Yusuf'la, konuşacak çok şeyleri olan, ama
ayrılmak zorundaki insanların can sevinciyle bakıştı. Hiçbir
şey şakadan değildi. Fakat yaşayan gülümseyişlerinde, çocuksu,
şakacıl bir incelik vardı.
Bir birlikteliğin, yaşamadaki son karşılaşmaları da böyle-
ce bitti. Hüseyin görevliler arasında bekleme yeri olan, avukatlarla
mahkumların görüşme odasını getirilip sandalyesine oturtuldu.
Üçü de ilkin kendisinin asılmasını isteyen bir duygu taşıyordu.
Onları darağacına çıkmak değil, darağacına çıkacak
arkadaşlarını seslerden, kıpırtılardan dinlemek zorunluluğu
incitiyordu. Fakat bu son deneylerine de dik duruyorlardı.
Saat 01.00'i geçiyordu.
Bu ara avukatlar Deniz'in bulunduğu odaya döndüler.
Deniz ayakları zincirli, elleri arkadan bağlı bir durumda
darağacına bakan pencereye karşı oturduğu yerden yazdırdığı
son mektubunu tamamlamak üzereydi. Onun bitirmesini
beklediler.
-... Son anda yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı
belirtir, seni, annemi, ağabeyimi ve kardeşimi devrimciliğimin
olanca ateşiyle kucaklarım... Oğlun Deniz Gezmiş.-
Mektup tamamlanmıştı.
İnfaz savcısı Sami Uğur, Deniz'e sokulup, elindeki basılı
kağıttan idam kararının özetini okuyup; bir diyeceği olup olmadığını
sordu. Deniz, kararın kendisine ait olduğunu, bir
diyeceği olmadığını belirtti.
Savcı görevlilere -zincirleri çözün- dedi. Bir görevli yarı
telaşlı, yarı çekingen bir tavır içinde, elindeki anahtarla zincirlerin
kilidini kurcalamaya başladı... Açamıyordu. Elindeki
anahtar kilide uymuyordu. Bunun üzerine başgardiyan birkaç
anahtar daha verdi. Kilidi yine açamadılar.
Bu durum odadakilerde yeni bir sabırsızlık havası estirmişti.
Kendi kendine söylenenler vardı.
On beş dakika kadar beklenildi. Birisinin -Zincirleri çözmeye
lüzum yok, zincirleriyle çıkarılsın- dediği duyuldu. İnfaz
savcısı Sami Uğur -Bunlar efendi çocuk, prangayı çözelim-
diye karşılık verdi ve -Kilidi kim kilitlediyse acele bulun-
komutunu verdi.
Adamı bulup getirdiler. Ve zincirler çözülebildi. Deniz zincirlerini
çözen adama -Postallarımın bağını bile bağlamaya
vakit bırakmadan beni apar topar buraya getirdiler. Sehpada
bu haliyle postallarım ayaklarımdan düşecekler. Onları
bağla..- dedi. Görevli, Deniz'in postallarını bağladı.
Bu arada Deniz'e, beyaz bezden dar bir idam gömleği giydirdiler.
Ayaklarına kadar uzandı...
Gitme vakti gelmişti.
Deniz avukatlarına dönerek veda etti. Çevresini acı bir
gülümsemeyle süzdü ve avludaki sehpaya doğru metin adımlarla
yürüdü.
İdam gömleğinin dar olması ve ellerinin bağlı olması nedeniyle
sehpaya destekle çıktı. Sehpada üç ayaklı bir tabure
vardı. Deniz ona da çıkıp ilmiği boynuna kendisi geçirmeye
çalıştı.
İlmiği boynuna geçirdiğinde, seyredenlerden bazıları, cellada
başlarıyla tabureyi çek işareti veriliyordu. Deniz birden,
şafağı daha sökmemiş bu bahar sabahının, serin sessizliğine
doğru yankı veren bir sesle bağırmaya başladı:
-YAŞASIN TÜRKİYE HALKININ BAĞIMSIZLIĞI, YAŞASIN
MARKSİZM-LENİNİZMİN YÜCE İDEOLOJİSİ, YAŞASIN
TÜRK VE KÜRT HALKLARININ BAĞIMSIZLIK
MÜCADELESİ, KAHROLSUN EMPERYALİZM!-
Çevredeki görevliler telaşlandılar. Deniz'in son sözcüğü
bitmemişti ki, cellat aceleyle tabureyi altından çekti. Ciğerinden
yükselen son sözcüğü taşıyan nefes, dudağına varamadan,
gırtlağında tıkandı.
Taburenin çekilmesiyle Deniz boşluğa yığılmıştı. Fakat
onun uzun boyunu cellat hesap edememişti: Deniz'in ayakları
taburenin altındaki masaya çarptı. Hemen masayı da çektiler.
Saat 01.25'i gösteriyordu.
Gardiyan, imam ve sivil personel, gelenek gereği saygı
duruşunu geçmişti. Avukatların yüzlerini derin bir hüzün
doldurmuştu. Denizgili ölüme mahkum eden 1 No'lu Sıkıyönetim
Mahkemesi'nin Başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi, elleri
arkasında; ağzında sigara Deniz'i seyrediyordu. Ankara savcısı
Fazıl Alp, Tevfik Türüng, Sami Uğur, yüksek rütbeli
birçok subay, gardiyanlar, sivil görevliler, imam, avukatlar
doktor infazda hazır bulunmuştu. Özellikle imamın aşırı derecede
duygulandığı görülüyordu. İnfaz savcısı Sami Uğur,
kendince espriler yapıp yine kendi gülüyordu.
Deniz'in göğsüne, karar özetini içeren bir beyaz karton astılar.
On dakika kadar sonra, görevli doktor gömleğini sıyırıp
nabzına baktı. Deniz'in nabzı çarpıyordu. Beklediler...
On-on beş dakika sonra nabza tekrar bakıldı. Deniz'in
nabzı durmamıştı. Bekliyorlardı. Deniz ipin ucunda bir dal
gibi, alaca havada ağır ağır dönüyordu. Sadece başı ve postalları,
uzun ince beyazlığın iki ucunda, iki gri noktaydı.
Gemerek'te yakalandığı gün kalbi ve beyni arasında dolaştırdığı
ölüm duygusu, onu darağacında, boynunda bulmuştu.
Elli dakika öylece kaldı.
02.15'de ipi kestiler.
:::::::::::::::::
KANAYAN ÜZÜMLER
Elleri bağlı, bilekleri
gözleri açık... kan yok gözkapaklarında
yalnız gevşeyen bir omurga, kırılan ayna parçaları
...
Yalnız gevşeyen bir omurganın
saçlara bulaşan ıslaklığı
cansız sarkışı bir gövdenin
...
Hayır, bağırmak için vakit erken
geceyi bölmeliyiz geceyi...
halkın çırpınışlar biriktiren karanlığını,
gül yapraklarında yağmur taneleri gibi
ölümü sabırla taşımalıyız bağrımızda
...
Işık kırılıyor --nasıl olsa kırılacaktı--
okşarken güvendiğimiz hayat
karanlıklara alışarak başkaldırdı
bulut gibi taşınan pankartlarla
olgun meyvalardan fışkıran suyla
acının ve akmayan gözyaşının sırrıyla
ah, bir ter gibi gitgide soğuyan kansız ölüler
kanayan üzümleri görüyorum
kanayan üzümleri
yaşadığımız bağ evlerinde
bağ evlerinde
N. Behram 1972
:::::::::::::::::
YUSUF ODASINDAN ALINIRKEN -DENİZ-İN SESİNİ DUYDUM- DİYORDU...
Deniz darağacından indirilip götürülürken, Yusuf'u odasından
çıkardılar. Başgardiyan odasına getirdiler. Gelirken
-Deniz'in sesini duydum- diyordu. Deniz'in oturmuş olduğu
sandalyeye bu kez Yusuf'u oturttular.
Ayaklarındaki zincirler çözüldü. Kendisine hüküm okundu.
Bir diyeceği olup olmadığı soruldu. -Bir diyeceğim yok
karar bana aittir- dedi.
Doktor çağırdılar. Yusuf -Hiçbir şeyim yok, sanki komada
olsam asmayacak mısınız? dedi.
Bu arada Yusuf babasına yazdığı ile köyündeki akrabalarına
ve köy halkına yazdığı son mektuplarını avukatlarının
almasını istedi. Yusuf son mektuplarını dört gün önce cezaevindeki
hücresinde yazmış, koynuna koymuştu.
Mektupları infaz savcısı aldı. Yusuf -Mektuplarını yerlerine
verecek misiniz?- diye sordu. İnfaz savcısı -Elbette vereceğiz,
bize güvenin yok mu?-, diye yanıtladı. Yusuf gülümseyerek,
-Niye güvenim olsun?- diye karşılık verdi...
Yusuf'un babasına yazdığı son mektubu şöyleydi:
Salı
2.5.1972
Sevgili Babacığım...
Bu mektubu aldığın zaman ben ebediyen bu dünyadan göç
etmiş olacağım. Ne kadar sarsılacağını tahmin ediyorum. Bir
buçuk seneden beri benim yüzümden nasıl üzüntü içinde olduğunuz
malum. Bu son olayı da metanetle karşılamanızı sadece
dileyebiliyorum.
Babacığım, bu olayda da annemin ve Yücel'in senin tesellilerine
ve desteklerine ihtiyaçları çok. Bunun için ne hadar
metin olursan, hem senin sağlığın için, hem de onlar için o
kadar iyi olur. Elbette ki, yıllarca emek verip yetiştirdiğin bir
oğulun, birgünde öldürülmesi kolay göğüslenecek bir olay değildir.
Fakat siz benim ne için, kimlere karşı mücadele verdiğimi
biliyorsunuz. Ben bu açıdan rahat ve vicdan huzuru
içinde gidiyorum. Sizlerin de bu bakımdan rahat ve huzur
içinde olduğunuzu ve olacağınızı biliyorum.
Babacığım, annemin ve Yücel'in senin desteklerine muhtaç
olduklarını yukarda söylemiştim. Onları rahat ettirmek
için bütün gücünü kullanacağından zaten eminim. Babacığım
burada şunu ilave edeyim ki, Yücel'in hastalığından kendimi
sorumlu hissediyorum. Yücel için her şeyinizi ortaya koyacağınız
konusunda da kuşkum yok. Ablamlar için söyleyeceğim,
fazla üzülmesinler. Olayın sarsıntıları geçtikten sonra
normal hayatlarını devam ettirsinler. Mehtap'a ne diyeyim...
Benim için her zaman bol bol öpün.
Babacığım cezaevinde kalan arkadaşları arasıra yoklarsan,
hallerini, hatırlarını sorarsan çok memnun olurum. Her
biri oğlun sayılır. Dışarda bizler için uğraşan dostlarımı ve
dostlarını hiçbir zaman unutmayacağını biliyorum.
Mektubum burada biterken sizi, annemi, Yücel'i, ablamı,
Aziz ağabeyi, Mehtab'ı hasretle kucaklarım babacığım... Sağlıcakla
kalın.
HOŞÇAKALIN
T. Yusuf Aslan
Yusuf'un babasına yazdığı bu son mektubu yerine verilmişti,
fakat köyüne ve akrabalarına yazdığı mektup yerine
verilmedi.
Yusuf'un infaz savcısına -Niye güvenim olsun?- karşılığı
daha sonra haklılık kazanmıştı.
Savcıyla bu konuşması sırasında Yusuf'un beyaz idam
gömleğini getirdiler. Yusuf -Beyaz gömleği giymesem asamaz
mısınız?- diye sordu. -Usül böyle- diye karşılık verdiler.
Bu ara Yusuf karşısında oturan ve çevresindekilerin kendisine
-müdür bey- dediği birine (Birinci Şube Müdürü'ne)
-Yine işkencelere devam ediyor musunuz?- diye sordu. Müdür
birden irkilip, -Biz öyle bir şey yapmayız- diye yanıtladı.
Yusuf gülümseyip başını hafifçe bükerek, -Peki elektrik işkencesi
nasıl gidiyor?- dedi. Müdür yine -Bizde böyle bir şey
yoktur- diye yanıtlayınca, Yusuf, müdüre -Sizin çocuğunuz
var mı?- diye sordu. -Bir kızım var- diye karşılık verdi müdür.
-Nerede okuyor?- diye sorusunu sürdürdü Yusuf; müdür
de -Okula gitmiyor, daha küçük bir kız- dedi. Daha sonra
müdür Yusuf'a ODTÜ'de hangi bölümde okuduğunu sordu.
Yusuf -Fizik bölümü ikinci sınıfta idim- diye yanıtladı.
Yusuf'un konuşmasındaki rahatlıktan onun idam edilecek
biri olduğunu unutmuştu sanki müdür. -İkinci sınıfta idim-
deyişi birden havayı etkiledi.
Daha sonra Yusuf'a avukatları -sigara içer misin?- diye
sordular. -Son bir defa içeyim- diye yanıtladı.
O ara tuvalete gitmek istediğini söyledi. İnfaz savcısının
izniyle tuvalete götürdüler. O tuvaletteyken savcı -Dikkat etsinler,
orada pencere vardır- diye seslendi.
Yusuf tuvaletten döndüğünde, infaz savcısı -Yusuf'u bekletmeyelim-
dedi. Beyaz gömleği giydirdiler.
Yusuf avukatlarıyla vedalaşıp, güler bir yüzle idam sehpasına
doğru yürüdü. Masaya ve tabureye çıktı. İlmiği boynuna
geçirmişti ki gür bir sesle bağırarak şöyle söyledi:
-BEN HALKIMIN BAĞIMSIZLIĞI VE MUTLULUĞU
İÇİN ŞEREFİMLE BİR DEFA ÖLÜYORUM. SİZLER, BİZİ
ASANLAR ŞEREFSİZLİĞİNİZLE HER GÜN ÖLECEKSİNİZ.
BİZ HALKIMIZIN HİZMETİNDEYİZ. SİZLER AMERİKA'NIN
HİZMETİNDESİNİZ.. YAŞASIN DEVRİMCİLER
KAHROLSUN FAŞİZM..!-
Yusuf bağırırken seyredenler arasından biri aceleci bir
sesle -Sehpaya vur, sehpaya vur, sehpaya vur- diyordu. Celladın
hareketleri çabuklaştı. Yusuf ayağıyla tabureye vurmaya
çalışırken cellat onu altından çekti, sonra masayı da aldı.
Yusuf'un da son sözcüğü ağzında kalmıştı. Boşluğa çakılmasıyla
birlikte dişleri kenetlenmiş, adeta son sözcüğü ısırarak
söylemişti...
Saat 02.25'i gösteriyordu.. Aynı kişiler onu da aynı şekilde
seyrettiler... Ağır ağır dönüyordu ipin ucunda. Sonra bir
külçe halinde durdu. Sadece esintiyle idam gömleğinin uçları
uçuşuyordu...
02.50'de ipi kestiler...
Az sonra Hüseyin, Merkez Cezaevi'ndeki avukatlarla
mahkumların görüşme odasından alınıp, başgardiyan odasına
getirildi. Deniz ve Yusuf'un daha önce oturtulduğu sandalyeye
oturtulup, ayaklarındaki zincirler çözüldü.
O sırada avukatları, Hüseyin'e sigara vermek istediler.
Hüseyin içmeyeceğini söyleyip teşekkür etti.
Bir ara infaz savcısı Hüseyin'e, -Sarız'ın içinden misiniz,
köyünden misin?- diye sordu. Hüseyin -Sarız'ın içindenim,
siz Kayseri'nin neresindensiniz?- dedi. İnfaz Savcısı -Kayseri'nin
içindenim- diye karşılık verdi.
Ve savcı bu konuşmadan sonra, hakkındaki idam kararını
Hüseyin'e okuyup, sordu: Hüseyin -Karar bana aittir, bir
diyeceğim yoktur- dedi. Bu ara Hüseyin daha önce hücresinde
babasına yazdığı kısa mektubunu alıp, babasına vermelerini
söyledi... bu son mektubunda Hüseyin şunları yazmıştı:
-Babama, Anneme, Kardeşlerime ve yakın arkadaşlarıma,
Söyleyecek fazla söz bulamıyorum.
Bir insanın sonunda karşılaşacağı tabii sonuç bildiğiniz
sebeblerden dolayı erken karşıma çıktı.
Üzüntü ve acınızı tahmin ediyorum.
İleride durumu çok daha yakından anlayacağınız inancındayım.
Metin olunuz.
Üzüntü ve acılarınızı unutmaya çalışınız.
Bütün varlığımla hepinize kucak dolusu selamlar, sevgiler!..
Yazılacak çok şey var, fakat hem mümkün değil, hem de sırası
değil...
Candan selamlar...
Hüseyin İnan
Hüseyin son mektubunda da yaşadığı sürece ağır olan, az
konuşan kişiliğini sürdürmüş, kısa bir mektup bırakmıştı.
İnfaz savcısının mektubu almasından sonra Hüseyin,
avukatlarına dönerek -ayağımda bu beyaz lastik papuçlar
var, ayakkabılarımı giymeme fırsat vermediler, çullanırcasına,
adeta havalandırarak apar topar getirdiler, babama söyleyin,
bu lastikleri gördüğü zaman, ayakkabısı yokmuş diye
üzülmesin. Hücrede kalan ayakkabılarım, Askeri Cezaevi'ne
hediyem olsun- dedi..
O sırada infaz savcısının -Hüseyin'i bekletmeyelim- dediği
duyuldu. Hüseyin'e beyaz idam gömleği giydirildi.
Hüseyin avukatlarına veda etti ve çevresine dönerek -Bu
mücadele bizimle bitecek mi?- dedi..
Daha sonra beyaz gömleği içinde sehpaya doğru dik ve
metin adımlarla yürüdü. Sehpaya çıktı, tabureye çıkmadı.
Son sözlerini tabureye çıkmadan, ilmiği boynuna takmadan
bağıracaktı.. Aceleci sesin sahibine adeta, sessizce oyun bozanlık
etmişti...
Hüseyin saat sabahın 03.00'ünde, şafağın sökmeğe sabırsızlandığı
bir sırada, son karanlığında gecenin, sehpanın üstünde
bağırarak karanlığa karşı şunları söyledi:
-BEN ŞAHSİ HİÇBİR ÇIKAR GÖZETMEDEN, HALKIMIN
MUTLULUĞU VE BAĞIMSIZLIĞI İÇİN SAVAŞTIM.
BU BAYRAĞI BU ANA KADAR, ŞEREFLE TAŞIDIM. BUNDAN
SONRA BU BAYRAĞI TÜRKİYE HALKINA EMANET
EDİYORUM. YAŞASIN İŞÇİLER, KÖYLÜLER VE YAŞASIN
DEVRİMCİLER, KAHROLSUN FAŞİZM...!-
Bu son sözlerinden sonra Hüseyin, boynunu ilmiğe geçirdi
ve ayağının altındaki tabureyi bir iki tekmeyle devirip,
kendi infazını yaptı.
İnce dal bedeni boşluğa düştü... İleri geri sallanıp döndü...
Deniz ve Yusuf'la bir kez daha buluştu...
:::::::::::::::::
ÖLÜM NERDEN VE NASIL GELİRSE...
Hava nasıl da puslu
bulutlar yumak yumak yığılmış ağaçlara
incecik boynundan süzülen ter
karışırken böğründen fışkıran kana
öyle derin öyle berrak ki
üstelik: çayır kuşlarının gözleri kadar
...
Pusudan gövdene alçakça sokulmuşlar
dehşet aç kurtlar gibi ellerinde --sinsi ve kirli--
...
Oysa
onların göremediği bir şey var
kanınla yıkadığın toprağa
kalbinden rüzgara usulca ilişerek
savrulan isyan filizleri
N. Behram 1972
:::::::::::::::::
YAN YANA YAŞAMIŞ, YAN YANA ÖLMÜŞLERDİ, AMA
YAN YANA GÖMÜLMELERİ ENGELLENDİ
5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan saniyelerde Deniz, Yusuf ve
Hüseyin'in babaları, sokakları kulaklarında acı çınlamalarla
dinlediler. Ankara'da -sokağa çıkma yasağı- vardı. 3-4-5 Mayıs
günleri Hüseyin'in babası Hıdır İnan, Deniz'in babası Cemil
Gezmiş ve Yusuf'un babası Beşir Aslan, bir gözleri kör
edilecekmişcesine, son çırpınılarıyla bakıyorlardı. Baktıkları
her nokta kararmış, infazlar artık kesinleşmişti... Üçü de birbirinden
daha az konuşmaya çalışıyordu. Çocuklarının hayat
kardeşliği, üç babayı Ankara'da omuz omuza getirmişti. Üçü
de halktan insanlardı...
5 Mayıs akşamı, sabah buluşmak üzere vedalaşıp ayrıldılar.
O sabah oğulları asılacak üç baba, Ankara'nın karanlık
sokaklarına doğru, üç ayrı yöne uzaklaştı. Hıdır İnan bir yakınlarının
evinde, Cemil Gezmiş bir otelde kalıyordu. Beşir
Aslan'ın evi Ankara'daydı. Sabah otelde buluşacaklardı.
Çocuklarının bu son gecelerinde, çıkmanın yasak olduğu
Ankara sokakları, evvelki günler gibi, ıssız ve gürültüsüz değildi.
Gece ilerledikçe şehirlilerin sesleri evlere sinmiş, Ankara'da
bir başka gürültü çınlamaya başlamıştı.
Zaman zaman hızla bir resmi araba geçiyor; zaman zaman
uzaktan uğultular geliyordu...
Üçü de, bir ara boşanacak gibi oluyor, sonra oğullarıyla
yaptıkları son görüşmelerini düşünüp, metin olmaya çalışıyorlardı.
Üçü de bir ara bozulacak gibi oluyor, oğullarının
yargılandıkları günleri düşünüyor, netleşiyorlardı. Üçü de
bir ara kahredecek gibi oluyor, geçmiş günlerin anılarıyla
kahırlarını dindiriyorlardı.
Ölüm ve ayrılık duygusu, bu niteliğiyle, kendi tesellisini
de getiriyordu. Yapılacak tek şey onların ölmediğini düşünmekti.
Üç baba da bunu yaptılar...
6 Mayıs sabahı gök sancılanırken, saat 04.00 sıralarında
görevliler Deniz'in babasını almaya geldiler. Onların gelişleri,
o ana kadar, Deniz'in babasının yüreğindeki soyut titreyişleri;
soyut titreyişler halindeki düşleri bir anda donuklaştırdı.
Ondan sağ olarak aldıklarını, ona cansız olarak vereceklerdi...
O ana kadar onun saymadıkları şey, artık onundu.
Aralarında dışarı çıktı ve arabalarına bindi...
Bir süre sonra Deniz'in babasının kaldığı otele Hüseyin'in
babası geldi. Otele girdi ve orada, yarı uykulu beklemekte
olan otelciye Cemil Gezmiş'i sordu. Otelci az önce götürüldüğünü
söyledi. Biraz ileri çıkmıştı ki, otelin önüne bir polis
arabası yanaştı. Çabuk çabuk içeri girip otelciye bir şeyler
söylediler. Otelci onlara Hıdır İnan'ı işaret etti. Hıdır İnan'la
karşılıklı söylenecek hiçbir şeyleri yoktu. Hıdır İnan da onların
yanına sokuldu ve otelden uzaklaştılar...
Araba bir süre Ankara'nın dışına doğru yol aldı. Mezarlıklar
Müdürlüğü'ne geldiler. Hıdır İnan, orada Cemil Gezmiş,
Beşir Aslan ve Deniz'in abisi Bora dışında tanıdık kimse göremedi.
Fakat oda oldukça kalabalıktı. Sonra Karşıyaka Mezarlığı'na geldiler.
Hıdır İnan oğlunu görmek istediğini söyledi. -Müdür
Bey-in izniyle, yanına 3-5 polis verilerek oğlunun olduğu bölüme
gönderildi.
Deniz, Yusuf ve Hüseyin yıkanılmak üzere yan yana uzatılmışlardı.
Üzerleri örtülüydü, fakat Deniz uzun boyuyla belliydi.
Hıdır İnan sırayla üçünün de yüzünü açtı ve birer birer
alınlarından öptü. Çelik gibi sertleşen alınları altındaki çizgiler,
ince bir gülümseme halinde şakaklarından yanaklarına
doğru uzanıyordu. Yaşayan insan kokuları, daha gövdelerinden
uzaklaşmamıştı. Yine de Hıdır İnan'ın dudakları, alınlarında
ince bir iz bırakmıştı. Bu onları son gören göz, onlara
son yaklaşan dudak ve insani soluk oldu.
Hıdır İnan yıllar sonra oğlunu ancak bu şekilde, bu kadar
yakından ve içten öpebilmişti. Polisler onu seyrediyordu. Hala
oğlu ile kendisi arasında duruyorlardı. Anlaşılıyordu ki, bu
üç insan ancak yeraltında bakışlardan uzak kalabilecekti.
Oysa zaman gösterdi ki, toprak altında da rahat bırakılmadılar.
Gelen ziyaretçileri alınıp götürülüyor, adeta ziyaretleri suç
sayılıyordu...
Hıdır İnan ilkin Deniz'i, sonra Yusuf'u ve sonra oğlu Hüseyin'i
alınlarından öpmüş; onlara doğru bakarak -vatan ve
bağımsız Türkiye sağ olsun- demiş ve örtülerini bir daha açılmamak
üzere yüzlerine örtmüştü...
Artık saat ilerlemiş, vakit aydınlığa varmıştı. Cemil Gezmiş
bir an önce ölülerin gömülmesini isteyen görevlilerle tartışıyordu.
Oğlunu İstanbul'a götürmek istiyordu. Onun son
mektubu daha kendisine verilmemişti. Deniz'in nereye gömülmek
istediğini bilmiyordu.
Görevlilerden söylenenler vardı. Yüksek dereceden bir gö-
revli -Hadi yahu, sabahı uykusuz ettik- demişti.
Deniz'in babası, sabahın da uykusuz olduğunu ona hatırlatmış,
görevli susmuştu...
Yusuf'un babası Cemil Gezmiş'e -gel bu çocukları ayırmayalım,
birlikte yaşayıp birlikte öldüler, onları birlikte gömelim-
diyordu.
Çıkıp mezarlığı gezdiler. Sonunda Cemil Gezmiş fazla ısrar
etmedi. Ve Yenimahalle Belediyesi'nden mezar yeri almaya
gittiler.
Görevlilerle uzun uzun tartışıyorlardı. Üçünün de babası,
oğullarının yan yana gömülmesini istiyordu. Mezarlıklar
Müdürü ise -aynı mezarlıkta olsun, fakat ayrı ayrı bölgelerde
yer vereceğiz- diyordu. Onların -çocuklarımızı ayırmayacağız-
ısrarı karşısında, Mezarlıklar Müdürü -emir böyle- demek
zorunda kalmıştı.
Sonunda Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in, aralarında başka
mezarlar olması kaydıyla, aynı sırada gömülmelerine izin verildi.
Birlikte yaşayan, birlikte ölen Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in,
birlikte gömülmesi de, -emir böyle- olduğu için engellenmişti.
Mezar yerleri alındıktan sonra, Cemil Gezmiş imam getirilmesini
istedi...
Çocuklarının kendilerine -tören yapılmamak üzere teslim-
edildiği hatırlatılarak, bir an önce gömülme işleminin
yapılmasını söylediler...
Cemil Gezmiş -imamın gelmesinin tören olmadığını; elbette
davul-zurna getirmeyeceklerini; zaten kendilerinden
başka, ölülerinin orada kimseciği olmadığını; kendilerinden
korkmamalarını- hatırlattı.
Bir görevli Cemil Gezmiş'e -Onlar asılma öncesinde imam
istemediler- demişti. Cemil Gezmiş ise bu görevliyi -Neden
istesinler, günahları mı vardı ki?- diye yanıtladı.
Sonra çocuklarını gömme işlemine hazırlandılar. Mezarlık
polis ve görevlilerle doluydu. Oldukça kalabalıktılar. İlerde
gruplar halinde duruyorlardı.
Cemil Gezmiş, Beşir Aslan, Hıdır İnan ve Deniz'in abisi
ölülerinin önünde namaz kılmaya hazırlanıyorlardı. Bir ara
Cemil Gezmiş arkasındaki polis kalabalığına dönerek -içinizde
abdesti olan yok mu?- diye anlamlı bir sesle sordu. Tek kıpırtı
gelmedi o yandan. Cemil Gezmiş'in sözü beklenmedik
bir konuk gibi çalmıştı kapılarını. Zaten baştan beri sürekli
olarak, beklenmedik bir şey oluverecekmiş tedirginliğiyle
seyrediyorlardı...
Deniz'i babası ve abisi kucaklayıp, kollarıyla mezarına
yerleştirdiler. Ve sırayla Yusuf'u... Hüseyin'i...
İlerde, değişik köşelerde Mahir yatıyordu... Saffet... Niyazi...
Hüdai...
Artık mezarlıktan ayrılma vakti gelmiş, onlarla birlikte
oradan, kalabalık da uzaklaşmıştı. Mezarlığı arkada bırakacak
tepeyi dönerlerken, geriye dönüp baktılar. Uzaktı; çocuklarının
mezarları görülmüyordu. Fakat bazı memurların görevleri
orada sürmekteydi...
Ankara'ya dönüp, çocuklarının son emanetlerini toplayacaklardı.
İnfaz savcısı kendileriyle görüşecekti.
Gidip, asılma sonrası üzerlerindeki eşyaların doldurulduğu
torbaları aldılar.
İnfaz Savcısı Hıdır İnan'la görüşmüş, ona -Başın sağ olsun,
bu kadar infazda bulundum, bunca mert adam görmedim-
demişti. Bu arada Hüseyin'in üstünden çıkan 21 lira 95
kuruşu babasına veriyordu. Ayrıca Hüseyin'in ölmeden kendisine
bir mektup bıraktığını söyleyip onu da verdi. Hıdır
İnan -Savcı Bey, demişti, Hüseyin'in bu güne gelmesi onun
mertliği sonucudur, mert yaşadı, mert öldü... Bu vereceğiniz
parayı almazdım ama, onu ölene kadar saklayacağım için alıyorum...-
Savcı daha sonra Yusuf'un babasına, oğlunun asılma öncesinde,
kolundan çıkarılan Rigi marka saati ve 17 lira 50
kuruşu verdi. Ayrıca Yusuf'un ölmeden yazdığı iki mektuptan,
köyüne ve akrabalarına olanını alıkoyup, babasına hitaben
yazdığını Beşir Aslan'a verdi.
Beşir Aslan öbür mektubun da verilmesi için çok ısrar etmiş,
fakat mektup verilmemişti.
İdamlar sırasında tutulan -Ölüm İnfaz Zabıt Vakası-nda
-... Yusuf Aslan tarafından, daha önce babasına ve bütün akrabalarına
hitaben yazdığı iki adet mektup, savcı yardımcısı
Sami Uğur'a verildi ve bunların babasına her ikisinin de teslimi
istendi...- diye resmi kayıta geçmiş olmasına rağmen,
-bütün akrabalarına- hitaben yazdığı mektup hala yerine verilmemiştir.
Ölüm öncesi, bir insanın yazdığı veda mektubunun, hangi
kanun maddesince yasaklandığı belli değildir. Bugün mahkemelerde
mektupların suç delili bile sayılmadığı açıkken,
Yusuf son mektubuyla da suçlanmış, takibata uğramıştı.
Ölümünün hemen ertesinde yeni bir yargılanmadan geçiriliyordu...
Savcının mektubu -kesin olarak- veremeyeceğini bildirmesi
üzerine, Beşir Aslan ısrarından vazgeçti. Yalnız bir kere
okutup dinledi...
Yusuf bu son mektubunda köyüne ve akrabalarına veda
ederken, emperyalizme karşı sürdürülen mücadeleyi halkın
durumunu, sömürüyü anlatıyor, gelecek günlere olan umudunu
belirtiyor, faşizmi lanetliyordu...
Çırpınarak sabaha varmış bir gecenin karanlığı, aydınlıkla
çelinirken, Ankara'da sokağa çıkma yasağı da sonuçlanmıştı...
İnfaz haberi, ilk bültenlerle Ankara'da, bir uçtan bir
uca Anadolu'ya yayıldı...
O gün 6 Mayıs'tı, Halkın -Hıdırellez- günü. Toprağa tohum
atılırdı Hıdırellez'de... Halk inancında toprağın bereket
vakti diye bilindiği bir gündü...
:::::::::::::::::
Ah, ardı ardına kenetlenen ölüm
ah, hıncı sabırla bezeyen sır
yazmadaki sırması ağlayışın tırnaklara oturan kan
...
Ey yangınlarda patlamaya hazırlanan merak
ey içimi ekşi sularla çalkalayan baş dönmesi
ıssız ıpıssız boşluğu aysız gecenin
ölümle yaşamak arasındaki şerit
naneler, kekikler, ebegümeçleri
ve şifalı bulutu kaynar kükürt deresinin
çekiyor altımdan nemli döşeğimi
...
Ah, yürekleri toprağa saplanan arkadaşlarım
ah, oğlakların, tayların, buzağların
acı otlarla kararan damakları
(akşamları barut kokusuyla dönsem de odama)
sancısı: çaresiz seyrettiğim ölümün
Ah, bir kere daha kederliyim
ah, çılgın bir aşkın kollarında incelen bıçak
seni öperek bilemeliyim
N. Behram
:::::::::::::::::
YUSUF ASLAN SON MEKTUBUNU SENATONUN İDAMLARI ONAYLADIĞI GÜN YAZMlŞTI...
6 Mayıs'ı Ankara büyük bir sessizlik içinde geçirdi. Ana
caddelerde, sokak aralarında, okul önlerinde, duraklarda hüzünlü
insanlar kadar, güvenlik önlemleri de göze çarpıyordu.
İkişer üçer sivil-resmi güvenlik görevlileri dolaşıyor, görevleri
gereği, incelen bakışları izliyorlardı.
Ölüm hangi nitelikte olursa olsun, yine de kendi ağırlığıyla
gelir. Ve o gün Ankara'daki ölüm, ağlamayı dahi yasaklayan
cinstendi. Haberi ilk veren spiker, huzurundan edildi.
Mezarlığa ilk giden genç tutuklandı. Sokakta ilk bağıran bir
kadın, alınıp götürüldü.
Ve binlerce insan yeraltı yatağında akan bir dere gibi,
içinde yaşadı duygularını.
Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in anaları: Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in
babaları, kardeşleri de o sabah, duyguları içlerine bastırılmış
olarak yaşadı.
Sabahın ilk saatiyle birlikte evlerini görevliler çevirmişti.
O gün dahi, dostlarıyla aralarına kara gölgeler devrildi.
Üç gencin babaları bütün gün çırpındı durdu Ankara'da.
Deniz, Yusuf ve Hüseyin'i ölümün karşısında olduğu günlerde
savunan avukatlar, ölümlerinden sonra babalarına, son
görevlerini yapmanın acı telaşındaydılar.
Avukat Zeki Oruç Erel, Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in, darağacında
öldürüldükleri günle ilgili anılarını şöyle anlatıyor:
-5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gece, evde sabaha kadar
uyumadan bekliyorum. Sokağa çıkma yasağı devam ediyor.
Sabah saat 05.00'te telefon çalıyor; telefonda, yakından tanıdığım,
Yusuf'un babası Beşir Aslan:
'Zeki bey, biz mezarlıktan telefon ediyoruz..'
Telefonu, Deniz'in babası Cemil Gezmiş alıyor:
'Zeki bey, bizim buradaki işler için herhangi bir yardıma
ihtiyacımız yoktur. Buradaki işleri biz kendimiz görebiliriz
ve esasen görmekteyiz. Ancak; çocuklar ölmeden önce bize birer
mektup bırakmışlar. Öğrendiğimize göre, mektuplar infaz
savcısında imiş. Sizi aramamızın nedeni; mesai saatinde
buluşup, mektuplarımızı almak içindir. Bir yer ve saat kararlaştırıp,
mektuplarımızı alalım.'
Yer ve saat kararlaştırıp telefonu kapıyoruz.
Artık, onların aramızdan ayrıldığını öğrenmiş bulunuyorum.
Hem de babalarından!..
Evden çıkıp, doğruca, infazlarda bulunacağını bildiğim,
arkadaşım Av. Mükerrem Erdoğan'ın evine gidiyorum. Evde
5-10 kişi daha var. Haliyle, acı haberden hepsi allak-bullak
olmuş. Mükerrem ise; iki saat öncenin etkisiyle donmuş kalmış,
yüzümüze anlamsız bakıyor. O'na olanları, hemen şimdi,
aynen anlatılmasını; Deniz'in, Yusuf'un, Hüseyin'in, ölüm
karşısında takındıkları tavrı tesbit etmek istediğimizi söylüyoruz.
İnfazları tekrar yaşayarak, aynen anlatıyor. Ve sözlerini
şöyle bağlıyor:
'Size şerefimle temin ederim ki; çocuklar 2 saat önce idam
olmadılar. Hiç tartışılmayacak biçimde, bu bir devrimci eylemdi.'
6 Mayıs 1972 sabah saat 9.00'da Ankara Adliye Binası'ndayız.
Deniz, Hüseyin ve Yusuf'un mektuplarını almak için,
babalarıyla birlikte, İnfaz Savcısı Sami Uğur'un odasına çıkıp,
geliş nedenimizi söylüyoruz. Sami Uğur'un, mektupları
vermemek için, o gün takındığı tavrını hala unutamam. Çocuklarını
daha birkaç saat önce kaybetmiş olan babalara; istemeseler
bile mektupları vermekte kanunen zorunlu iken,
gerçeği söylemiyor.
-Ben mektupları sıkıyönetime verdim (!)-
Hepimizde son derece gergin bir hava, Ankara Savcısı Fazıl
Alp'e gidiyoruz. Mektupları, ne pahasına olursa olsun, almadan
buradan ayrılmayacağımızı, bu yüzden çıkabilecek
olayların sorumluluğunun bize ait olmayacağını, kesinlikle,
belirtiyoruz. Fazıl Alp durumun farkında; infaz savcısını çağırtıp
gerekli talimatı veriyor, biraz önce kendisinde mektupların
bulunmadığını söyleyen Sami Uğur'dan, mektupları
alıyoruz...-
Yusuf iki mektup bırakmıştı; biri babasına, diğeri akrabalarına.
Akrabalarına yazdığı mektubu vermediler. Ancak, verilmeyen
bu mektup infazlarda bulunan avukatlar ve babası
tarafından okundu. Bu metin; okuyanlarca, hemen o gün; yani
6 Mayıs 1972 günü, yazılı olarak saptandı. Av. Zeki Oruç
Erel'den edindiğimiz bu metinde Yusuf şöyle diyor:
2 Mayıs 1972
Mamak-Askeri Cezaevi
Bütün Akrabalara,
Bu mektubumu okuduğunuz zaman, artık aranızda olmayacağım.
Mektubumu, senatonun idamlarımızı onayladığını
öğrendiğim anda yazıyorum. Şundan emin olmalısınız ki; bu
güne kadar davama olan inancım sarsılmamıştır. Sehpaya
gidene kadar da en ufak bir sarsılma olmayacaktır.
Ben, halkımın kurtuluşu, Türkiye'nin tam bağımsızlığı
için savaştım. Sizler beni tanıyorsunuz. Bir yıldan beri, bu
bir avuç sömürücüler, vatan satıcıları, işbirlikçiler; ellerindeki
bütün imkanlarla, bizi dışardan yardım gören, beyinleri
yıkanmış, vatan haini, dışardan emir alan, bölücü, anarşist
diye tanıtmaya ve halkımızdan bizi koparmaya çalıştılar. Bu
bir avuç azınlığa göre vatanseverlik; vatan satmak, yabancılarla
işbirliği yapmak, NATO'yu, Amerika'yı savunmak, 6'ıncı
Filo'yu ağırlamak, milyonlarca köylünün geçimi olan haşhaş
ekimini elinden almak, işçinin grev hakkını engellemek.
Amerika'ya ve emperyalizme hizmet etmektir.
Biz bunlara karşı çıktık. Bunun için; biz vatan haini, onlar
vatansever oldular.
Bizi, bu mücadelemizden dolayı, güya adil mahkemelerinde
yargılayan ve yine adil kurumların eli ile asacak olanlar
bilmelidirler ki; biz halkımızın kurtuluşu ve Türkiye'nin bağımsızlık
mücadelesi uğruna, şerefimizle bir defa öleceğiz. Bizi
asanlar ve astıranlar ise; her gün bin defa öleceklerdir.
Son sözüm: Yaşasın işçiler, köylüler! Yaşasın Devrimciler!
Yaşasın halkımın kurtuluşu ve bağımsızlığı için savaşanlar!
Yaşasın tam demokratik Türkiye'nin kurulmasından yana
olanlar!
Kahrolsun emperyalizm! Kahrolsun Sunay, Erim, Tağmaç,
faşist koalisyonu.
T. Yusuf Aslan
:::::::::::::::::
YALNIZ DEĞİLLER...
Saydam ve ıslak ölüm
eğer boyunlarına geçirilen ilmikten
gökten bir fırtınayı koparır gibi
koparacaksa ciğerlerini
nefesimi onlara vereceğim
kalbimdeki yaşayan tıpırtıyı
gözlerimi onlara vereceğim
oyarak kirpiklerimle dünyada
acıya ve öfkeye dair bütün görüntüleri
...
Urgan
demir yollarında
fabrikalarda
gün boyunca çığlığın dinmediği
şehrin uzak semtlerine doluşan işçilerin,
pamuk seline yaprak yaprak dökülen
tütünde
zeytinde
fındıkta
çam denizinde ormanların
ve verimsiz düzlüklerinde kurak toprağın
açlığın çan çekişini
tırnakla
terle
susturmaya çalışan yoksul köylerin
gözlerinde parlamaya başlayan
umut için düğümlendi
...
Saydam ve ıslak ölüm
eğer boyunlarına geçirilen düğümden
dökecekse körlerin alfabesini
yumruğumu onlara vereceğim
yaşayan yumruğumu
ağzımı onlara vereceğim
yeryüzünün bütün mert ölüleri için
toplayarak kanlı kelimeleri
N. Behram 1971
:::::::::::::::::
SiNAN'LA HÜSEYİN'İN ARKADAŞLIĞI KAVGA İÇİNDE BAŞLADI, SON ANA
KADAR AYNI DUYGUYU TAŞIDILAR...
Mustafa Yalçıner mahkemedeki sorgusunda -Üç yiğit vatansever
arkadaşım, gözlerim önünde, yaralı yaralı kurşunlanırken...-
diyordu.
Sözünü ettiği arkadaşları Sinan Cemgil, Kadir Manga ve
Alpaslan Özdoğan'dı. Yalçıner aynı olayda yaralı olarak ele
geçirilmişti... Yedi kişiydiler. Denizgil yakalanalı iki ayı geçmişti...
Onları kurtarabilmenin girişimindeydiler.
Karaha Geçidi yöresindeki, Amerikan Radar Üssü'nü basacaklardı.
İhbar sonucu, İnekli Köyü yakınlarında çevrildiler...
Deniz'in Gemerek'te, Yusuf'un Şarkışla'da yakalanışları,
Akçadağ Nurhak Dağları'ndaki karargahlarında onları beklemekte
olan Sinangili derinden etkilemişti...
Bir süre neler yapabileceklerini düşündüler. Yirmiden
fazla arkadaştılar. O sıra Hüseyin, Ankara'dan ayrılmıştı. Sinangil'le
irtibat kurmaya çalışıyordu.
Sinan'ın bulunduğu bölge Hüseyin'e yabancı değildi. Bölgeyi
birlikte gezip, tanımışlardı. Fakat gerek yeni koşullar,
gerek iki önemli arkadaşlarının yakalanmış oluşu ve çevredeki
sıkı önlemler, bağlantılarını güçleştirmişti.
Daha sonra Hüseyin'in de, Pınarbaşı'nda yakalanışı, Sinangil'i
önemli bir unsurdan daha yoksun bırakıyordu.
Sinan'la Hüseyin'in arkadaşlıkları, Sinan'ın Hüseyin'i
kavga içinde görmesiyle başlamıştı. Hüseyin 3-4 polisin arasında,
düşüp kalkıp boğuşuyordu... Onun gözüpekliği ve dövüşkenliği
Sinan'ı bir anda etkilemişti.
Ortalık yatıştığında, tanıştılar. Hüseyin yeni bir öğrenciydi.
ODTÜ'ye gelmişti. Sinan onu arkadaşlarıyla tanıştırdı.
Hüseyin kısa zamanda ODTÜ'de adından en çok söz ettiren
biri olmuştu.
Bir gerilim içinde başlayan arkadaşlıkları, sonuna kadar
böyle sürdü. Şimdi Hüseyin içerdeydi ve Sinan onu kurtarmak
için dövüşüyordu.
Ankara ve Nurhaklar arasındaki bu kopukluk İstanbul'da
da kendini gösterdi. Denizgil'in yakalanışı, İstanbul'da da
aynı etkiyi bırakmıştı...
Ömer Ayna, sonradan sınırda öldürülen Avni Gökoğlu ve
bir arkadaşıyla birlikte Kadıköy'de vapura bineceklerken,
gazetecilerin -Deniz Gezmiş yakalandı- diye bağırmasıyla,
birden duraklamış ve hemen aldığı gazeteden haberi yutarcasına
okumuştu. Cihanlar'la buluşup konuşmuştu. Onlar
arasında da arkadaşlarının kurtarılması sorunu ön plana
geçmişti.
Bağlantı sağlamak üzere Alpaslan Özdoğan İstanbul'a
gelmiş, Ömer ve Cihan'la buluşmuştu. Kendilerinin Nurhaklar'da
Amerikan Radar Üssü'nü basacaklarını, Cihanlar'ın
da İstanbul'da eş eylem koymaları gereğini söylemişti.
Cihanlar İstanbul'da kararlaştırılan tarihlerde bir konsolosluk
basmaya, ya da konsolos kaçırmaya çalışacaktı. Alpaslan
İstanbul'dan, Nurhaklar'a dönüp, Sinangile durumu iletti...
31 Mayıs 1971'de karargahlarından, Sinan'ın yönetiminde,
gün doğmadan yedi kişi İnekli Köyü'ne doğru yola çıktılar.
Ve radar üssüne yakın bir yerde dinlenme sırasında, saat
05.30'a gelirken yapılan bir ihbar sonucu çevrildiler. Aynı
günkü olaydan sağ çıkanların deyimiyle, Sinanlar -vurma
kastı gütmeksizin- ateşe, ateşle cevap verdiler. Çatışma sonunda
üç arkadaşları öldürüldü.
Sinan, Kadir ve Alpaslan'ın öldürüldüğünü, karargahtakiler
radyodan öğrendiler. Bir süre düşünüp, gruplar halinde
çeşitli yönlere çekilmeye karar verdiler.
En yakın arkadaşlarından üçünün öldürülüşü, Deniz, Yusuf
ve Hüseyin'i alabildiğine üzmüştü. Bu üzüntü giderek yerini
öfkeye bıraktı.
Deniz sorgusunda öfke ve üzüntüyle harmanlanan bir
duyguyla şöyle diyordu:
-Biz Amerikalılara acımış serbest bırakmıştık. Sinan da
aramızdaydı, sonradan dağıldık. Sinan Cemgil Nurhak Dağları'nda
yaralandı. Silah kullanamaz haldeyhen kasti olarak
öldürüldü. Alpaslan ve Kadir de aynı şekilde öldürüldü... Biz
Şarkışla'da teşhis edildik, ancak burada isteseydik bizi teşhis
edenleri silah kullanamaz hale getirirdik, fakat bunu asla
yapmadık, bu yola başvurmadık. Arkamızı döndüğümüz sırada,
bu yola başvurmadığımız kimseler tarafından ateş açıldı... -
Akçadağ'dan bir muhtar, Deniz'in babasına, Sinan'la ilgili
bir anısını anlatmıştı. Muhtar, Sinan'a -gelin sizi Suriye'ye
geçireyim, kurtulun- demişti. Bu söz Sinan'ı sinirlendirmiş
-Arkadaşlarımız, ölümü eli kolu bağlı beklerken, bizim elimiz
kolumuz açık, kurtulmaya çalıştığımızı mı sanıyorsun?-
demişti.
Sinan'la başlayan ölüm haberleri yeni isimlerle sürüp git-
ti. İçerde, hücrelerinde Deniz, Yusuf ve Hüseyin'i bir an olsun
bırakmadı. Ölüm haberleri durmadan tekrarladı kendini.
İstanbul'da, Unkapanı Ziraat Bankası soygununda Ömer
yakalanmış, giderek Cihanlar ele geçmişti.
Yakalanmalarından, -emniyette geçen günler-inden sonra,
Maltepe Askeri Cezaevi'nde toplanmaya başladılar.
Düşünceleri tasarıları orada da aynı ağırlığıyla kendini
sürdürdü. Yalnız bu kez, bir fark vardı. Kurtulmak ve kurtarmak
gerekiyordu. Bu bir an olsun akıllarından çıkmadı.
Sürekli olarak kaçma planları kuruyorlar, düşen hareketlerinin
serpilmesi için kurtulmak ve Denizler'i kurtarmak
gerektiğini vurguluyorlardı.
Önceleri inşaatlarda çalışmış olan Ömer, sürekli olarak
duvarları, yeri inceliyor, bir şeyler düşünmeye çalışıyordu.
Bu günlerde tünel fikri atıldı. İlk ikna olan Cihan'dı. Ömer
toprağın tünel için elverişli olduğunu söylüyordu. Uzun zaman
planlarını yaptılar.
Sonunda tüneli kazmaya karar verdiler. İdareden tuvaletlerin
temizliği için, tuzruhu getirmek istediklerini bildirdiler.
Büyük bir heyecan ve gizlilik içinde kazıma başlama gününü
beklediler. Bir süre, tuzruhu biriktirdikten sonra, betonun
delinme günü gelip çattı.
Aralarından bir kısmının, büyük koğuşta eğlence düzenleyip
herkesi bir yere toplayıp, gürültüyü sağladığı bir sırada,
tünelin kazılacağı büyük odada, tuzruhu betona döküldü. Beton
çökelek gibi olmuş, gevşemişti.
Diğer koğuştakiler gürültüden ötürü keser darbelerini
duymadılar. Ömer betonu delmiş, toprağı çıkarmaya başlamıştı
bile. Artık tek sorunları kalmıştı; gizlilik içinde, yorulmaksızın
çalışmak.
Sabahlara kadar, soğuk, ıslak tünel içinde sırayla çalıştılar.
Tünel kazımını bilenlerin sayısını, bir süre sonra, güvendikleri
kişilere göre arttırdılar.
Daha sonra Mahir'de aynı cezaevine geldi. Ortak savunma
hazırlığı için getirmişlerdi. Uzun aylardır hücredeydi.
Açlık grevinden yeni çıkmıştı. Fakat şaşılacak bir biçimde,
kısa zamanda toparlandı ve kendine geldi.
Tünel ilerledikçe kaçabileceklerine inançları da çoğaldı,
somutlandı. Bir kısmı daracık tünele girip çalışıyor, bir kısmı
onların çamurlanan giysilerini yıkıyor, ertesi güne hazırlıyordu.
Tünelden çıkan suyu ve toprağı tuvaletlere taşıyorlardı.
Toprakları yığabilmek için, tuvaletlerden birini kapatmışlardı.
Tünel için kablolarla ışık, tencerelerle toprak taşıma sistemi
kurmuşlardı.
Diğer tutukluların dikkatlerini dağıtabilmek için, soba
başında türküler söylüyor, eğlenceler tertipliyorlardı. Özellikle
Cihan Laz türküleri söyleyip oynuyor, bu şekilde hem
içindeki sevinci yaşıyor, hem soba başında görev yapıyordu.
Tünel tamamlandığında, beşer kişilik üç grubun çıkmasına
karar verilmişti. İlk çıkış denemesinde, dış duvar dibine
geç gelmişler, askerlerin devriyesi başlamıştı. Saat 06.00 olmuştu.
Tam bu saatte geliyordu devriyeler.
Cuma günkü bu başarısızlık, çıkacak gruplardan birini
eksiltmişti. Cumartesi günü de, son anda çıkılamamış, geri
dönülmüştü.
Artık tek grubun çıkması gerekiyordu.
Pazar günü Cihan, Ömer, Ulaş, Mahir, Ziya arkadaşlarıyla
vedalaşıp, içlerinde giysileri olan naylon torbalarıyla, birer
birer tünele girdiler.
Koğuştakiler soluklarını keserek beklediler. Dakikalar
ölüm anı ağırlığıyla yürüyordu. Hepsinin kulağı tetikteydi.
Tetiğin çalışabileceğinde... Ve çok zor gelen, kısa bir zaman
sonra, ilk rahat soluklar alındı. Bir saat geçmişti ki, geride
kalanlar ikişer ikişer tuvaletlere, odalara gidip diğer tutuklulara
belli etmeden sevinç gideriyorlardı.
Yeni bir umut belirmişti... Kapıları tutup, içerde direniş
başlattılar. Ankara'daki cezaevlerinde direniş vardı. Direnişlerinin,
onlarla dayanışma anlamında olduğunu söylediler.
Gerçek amaçları mahkumların sayım saatini geciktirmekti...
Ölüm haberlerinin, kurtuluş haberleriyle birlikte geldiği
günlerdi. Kaçış büyük manşetlerle bir anda bütün yurdu
kapladı.
Haber, Ankara Mamak Cezaevi'ne geldiğinde, açlık grevi
ve direniş vardı. Koğuşlar ilk haberi radyodan aldılar ve herkes
bir anda bağrışmaya başladı. Hemen herkes birbirine
-Susun, kim kaçmış adlarını duyalım- diyor ve bir ağızdan
edilen bu söz, yoğun bir gürültü yapıyordu.
Mamak'ta bir anda güvenlik önlemleri alınmıştı. Koğuşlar
açlık grevini bıraktı. Direnişi kaldırıp şenliğe başladılar.
Deniz bir anda uçarılaşmış; Yusuf sabırsızlığını bu kez sevinç
adına yaşıyor; Hüseyin; -Şimdi dışarda bir varlık sayılabiliriz
artık- diyordu.
Kaçış günlerinde, üçü de, ilk görüşmelerine ışıldayan gözlerle
çıkmıştı...
:::::::::::::::::
YAŞAMAK ADINA
Doldurdu gırtlağını kalbinden esen rüzgar
Dağıldı sessizce yaralarına
Kalbin ki susarak neler söyledi
En güzel şiirler bile uzaktı ona
...
Şimdi uykusunda kıpırdayan çocuklar
Rüzgarlarınla uçuşan kar gibidir
Ve dalgın gözlerin şefkatle aralanıp
Kelebekler döküyor onların titreyen kanatlarına
Uzanıp gidiyorsun belli belirsiz
Bir tutam kan sıcak nefesiyle dostların
Kakül gibi kıvrılıyor alnında
Süngülenmiş bahar kadar dokunaklısın
Süngülenmiş bahar kadar incelen hayal
Tanımsız duygularla katıldı sana
Gülümsedin papatyadan örülmüş bayırlar gibi
Kuşlar doldu koynuna gülümserken
Hasretin derinleştiği anda
Kapıştılar kabaran bağrındaki dehşeti
...
İşte derelerin kıyısında sevişen serçelerin
Arılar topluyor sevinçlerini
Oynarken gölgesinden ürküyor sincap
Sabahın boşluğuna serpildi kırlangıçlar
...
İşte yayla serin boylu boyunca
Kan sıcak
Ses yankı veriyor mağara önünde
3 Sayfa
:::::::
KURTULUŞ HABERLERİNİN, ÖLÜM HABERLERİYLE BİRLİKTE
GELDİĞİ GÜNLERDİ; ULAŞ DÜŞTÜ İSTANBUL'DA...
Ve günler geçti... Ulaş düştü İstanbul'da... Cihanlar, Mahirler
gün be gün tetik üstünde bekleşti; tetik ardında uykusuz
geçirdiler geceleri... Koray düştü Ankara'da... Ardından
Kızıldere... Hüdai, Saffet, Mahir, Cihan... düştüler...
Günlerin ölüm ve kurtuluş haberleriyle geldiği dönem
ağırlaştı. Yaşamak bütün ağırlığıyla sindi Deniz'in, Yusuf'un,
Hüseyin'in içine...
Kızıldere'de kan aktığını, radyodan dinlediler. Ertesi gün
saatlerce gazetelere diktiler gözlerini.
Uzaktan bakan görevlilerin, kendilerini görüp sevinebileceklerini
düşenerek, acılarına da gösterişsizlik verdiler. Dayanmak
gerektiğini söylediler. Ve ilk onlar oldu, üzüntüsü
aşırılaşan arkadaşlarını onaranlar.
Kızıldere olayından sonraki ilk görüşme gününde, görüşçüleri
onları, uzaktaki bir şeyleri düşünürken buldular. Düşünceliydiler,
fakat dikliği yine de elden bırakmıyorlardı.
Bu ilk görüşmesinde -Ana, ana- demişti Deniz, ziyarete
gelen anasına; -sanki sürek avına çıkmışlar, ne canlar düştü
bak, ne yiğit canları... duydun mu, gördün mü olanları...- ve
babasına -Ölenlerimize yakışan bir biçimde olmalıyız- demiş,
hiçbir af girişiminde bulunmamasını rica etmişti.
Aynı gün Hüseyin görüşme yerinde babasına; -Bu bir yakalama
değil, katliamdır- diyordu.
O günler avukatlarına da hiçbir af girişiminde bulunmamalarını,
tekrar tekrar rica etmişler -af istemiyoruz- diye bir
dilekçe vereceklerini söylemişlerdi.
Bu acının da altından kalktılar. Yine, kendilerine moral
vermek için görüşe gelenlere moral veren onlardı.
Son günlerine kadar büyük bir ısrarla kitap istiyorlardı.
En yeni haberleri, yayınları merak ediyorlardı.
Özellikle romanlara meraklı olan Deniz en son babasından
Tolstoy'un -Savaş ve Barış-ını istemişti.
Yakınlarının onlarla son görüşmeleri, açlık grevlerinin 12'inci
gününe rastladı.
12 gündür ölüm orucuna yatmışlardı. Ve ölüm oruçlarının
nedenlerini açıklamışlardı. Bu onların ölümleri dışında son
eylemleri oldu...
Dışarda, idamların bir an önce infazı için yoğun bir çalışma
vardı. Bir an önce meclisten geçsin ve sonuçlansın diye
uğraşılıyordu. Tam bu sırada, 18 Nisan 1972'de, Deniz, Yusuf
ve Hüseyin hücrelerinde ölüm orucuna başladıklarını açıkladılar.
Ölüm orucuna başlama nedenlerinden elde edebildiklerimiz şunlardır:
-1) Son getirilen zamlar ve hayat pahalılığı ile fakir
emekçi halkımızın zaten son derece güç olan hayat şartlarını,
çıkarcıların menfaati uğruna daha da dayanılmaz hale getirmiştir.
2) Halka dönük olan 1961 Anayasası, elbise değiştirir gibi
değiştirilmiş, bununla da yetinmeyerek halkımıza anayasamızca
tanınan hakları tamamen ortadan kaldırmak için,
yeni anayasa değişikliğine gidilmek istenmektedir.
3) Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde, MİT ajanlarına mahkemelerin
temsilcileri görüntüsü verilmek istenmiş ve -ANARŞİST-
deyimi ile devrimcilerin katline gidilmiş ve aynı nedenle
siyasi cinayetler işlenmiştir.
4) Bizim bugün hücrelerinde kaldığımız Mamak Askeri
Cezaevi'nde bulunan diğer tutuklu arkadaşlarımızdan bir veya
birkaçı her gün -Mahkemeye götürüyoruz- denilerek
MİT'in işkence odalarına götürülüp çağ ve insanlık dışı işkenceye
tabi tutularak, yapılan işkencenin bütün belirtileri
üstlerinde olarak geri getirilmektedir.
5) Bütün bu yasadışı, çağdışı ve insanlık dışı uygulamaların
halkımız ve ilerici aydınlar tarafından bilinmemesi ve
duyulmaması için basına sansür konulmuş, basın ancak sıkıyönetiminin
izin verdiği haberleri verebilecek duruma getirilmiştir.
Bütün bu nedenlerle 18.4.1972 tarihinden itibaren
-ÖLÜM ORUCU-na başladık. Bu davranışımızın kötülükleri
sona erdirmeyeceğini biliyoruz. Ancak, halkımıza ve onun
haklarına cezaevi hücrelerine sahip çıkıp onu savunacak tek
hareketimiz -ÖLÜM ORUCU-nu sürdürmek olacaktır.-
Ölüm orucunda kararlı oluşları, yöneticileri de telaşlandırmıştı.
İnfazda bir aksilik çıkmasından korkuyorlardı. Yakınlarına,
onları vazgeçirmeleri için çok ısrar ettiler. İçerde
koğuşlardaki arkadaşlarından onlara -açlık grevini bırakma
çağrısı- yapmalarını istediler.
Bu isteği, içerdeki arkadaşları, Denizgil'le son bir görüşme
fırsatı saydılar. Görevlilere Deniz, Yusuf ve Hüseyin'i ikna
edebileceklerini söylediler.
Görevlilerin kabul etmesi sonucu, aralarından üç kişi seçerek,
yanlarına yolladılar. Böylece arkadaşları son kez Denizler'le
bir araya geldi ve onlara haber getirdi, haber götürdü,
konuştu, vedalaştılar...
Ölüm oruçlarının 12'inci günü, aynı zamanda görüşme günüydü.
Deniz'e babası ve kardeşi Hamdi gelmişti. Yusuf ve
Hüseyin'in babaları da oğullarının ziyaretçisiydi...
Deniz görüşme yerine, dal gibi geldi. Yorgun fakat neşeliydi.
Babası kemerinin beş delik geride olduğunu söylüyordu.
Ölümlerinden bir hafta önceydi, bu son görüşmeleri. Ölümden
hiç konuşmamış ve hatta canlı, esprili anılar anlatmıştı.
Yusuf görüşme yerine geldiğinde çok soğukkanlıydı. Açlık
grevi onu hiç etkilememişti. Babasına, dayanıklı olduğunu,
kendisi için üzülmemesi gerektiğini söylüyordu.
Beşir Aslan -Sen söyle oğlum, seni dinleyeyim, çıkmayan
canda ümit vardır. Ama yine de hazırlıklı ol- demişti.
Yusuf'sa -Biz zaten hazırlıklıyız, tahminimizde yanılmıyoruz-
diye yanıtlamıştı. Babasından herhangi bir af girişiminde
bulunmamasını rica etmiş, -sizin ümitlendiğiniz insanlar
bize karşıdır, biz sadece kendimize ve arkadaşlarımıza, bizimle
olanlara güveniriz- demişti.
Hüseyin aynı gün görüşme yerine oldukça bitkin gelmişti.
Rahatsızlığı iyice ilerlemişti. Uzun süredir midesinden rahatsızdı.
Fakat Hüseyin bu rahatsızlığını hiçbir zaman sorun
etmemişti.
Öteden beri arkadaşları, midesi rahatsız olduğu için ona
süt verilmesini istemiş, Hüseyin bir ayrıcalığı olmasın diye
bunu kabullenmemişti.
Ölüm orucunun boşluğu midesini iyiden iyiye yaralamıştı.
Babası görüşme yerine -karnı sırtına yapışmış bir durumda
gelen- oğluna -oğlum, ölüme git, ama böyle değil- demişti.
Hüseyin'se babasına: -Sağlığı değilse de, moralinin ve neşesinin
yerinde olduğunu, üzülmemesini- söylemiş, ölüm
oruçlarının sebeplerini anlatmıştı.
Hıdır İnan oğluna -senin ölümüne üzülmeyeceğiz; hırsız
değilsin, katil değilsin; ama sevmeyenlerimizin gözleri üzerimizde,
dik git...- demişti. Hüseyin'in babasına son sözü -Dik
gideceğime de güvenin hiçbir zaman sarsılmasın- olmuştu.
Yakınlarından sonra, onlarla görüşmeye avukatları geldi.
-Ölüm orucuyla ilgili haberlere sansür konduğunu- söylediler.
Orucu bırakmalarını istediler.
18 Nisan'da başlattıkları açlık grevini, infazlardan bir
hafta önce bıraktılar...
:::::::::::::::::
MBG BAŞKANI FAHRİ ÖZDİLEK İNFAZLARA TARAFTAR DEĞİL, FAKAT UMUTSUZDU...
Avukatların, infazların durdurulması için bütün yasal girişimleri
sonuçsuz kalmaktaydı. Özellikle gerici parlamenterler
ve gerici basın bir an önce infazların yapılması için her
türlü yola başvurmaktaydı. İnfazlar halinde büyük bir -adli
hatanın- artık onarılamaz biçimde işleneceğine değin görüşlere,
kesin bir sansür uygulanıyordu. Aynı günlerde aydınlar,
ilerici, yurtsever, demokrat unsurlar arasında idamların durdurulması
için açılan imza kampanyasına, binlerce kişi katılmıştı.
Tepkilerin yoğunlaşmasından korkan gericiler büyük
bir telaş içindeydi.
Denizler'in avukatları böyle bir ortamda, kararın üstünde
etkili olabileceğini düşündükleri kişilerle, son bir kez daha
konuşmayı deniyorlardı. Bu kişilerden birisi de Milli Birlik
Grubu Başkanı Fahri Özdilek'ti.
Fahri Özdilek'le, Deniz ve arkadaşlarının avukatlarından
olan Niyazi Ağırnaslı görüşmüştü.
Ağırnaslı bu görüşmeye ilişkin anılarını şöyle anlatıyor:
-Hüseyin İnan, Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan'ın asılacaklarına,
hala bir türlü inanmak istemiyorduk. Kızıldere'de
Ömer Ayna, Cihan Alptekin, Mahir Çayan ve arkadaşlarının
toplu olarak katledilmiş olmalarına üniversitelerin, liselerin
kapıları önünde geleceğin güvencesi olan gençlerin, fabrika
duvarları dibinde devrimci işçilerin kurşunlanmasına; katillerinin
bulunmamasına, baş katilin bilinmesine rağmen,
inanmak istemiyorduk.
Yavrularını yiyen dişi kediler gibi gençliğin kanını içerek
fosilleşip köhnemiş gövdelerine zindelik kazandırabileceklerini,
yabancı efendileriyle, onların işbirlikçisi sermaye çevrelerine
yaranacaklarını umanların, kahpece çabalarına rağmen,
inanmak istemiyorduk.
Çünkü, idamlar toplum adına, adalet adına yapılacaktı.
Ne toplumun ne de özellikle adaletin yasalara uymayan bu
cinayetleri, içine sindirebileceğine kesinlikle inanmıyorduk.
Bu nedenlerle ben, sayın Fahri Özdilek'i de evinde ziyaret
ettim. Değerli dostum beni karşıladı, ziyaretimin sebebini bile bile.
-Paşam, dedim. Siz Sunay'la sınıf arkadaşısınız. Bunu sizden
öğrenmiştim. Ölüm cezalarına ilişkin yasayı VETO etmesine
onu uyarmanız için ricaya geldim. Sizden, hayatımda
ilk ve belki de son kez bir dilekte bulunuyorum. Bu, yanlış ve
siyasi bir karar oldu. İşe duygular ve sınıfsal çıkarlara hizmet
amacı da karıştı. Çok yakında, bu adli skandal hukukçular
arasında, daha sonra da kamuoyunda tartışılmaya başlanacaktır,
amma neye yarar ki çok gecikilmiş olur. Bu konuda
göstereceğiniz çabayı özellikle genç kuşaklar unutmayacaktır.-
-Milli Birlik Grubu'nun ve benim bu konudaki eğilimimi
biliyorsun. Bu gençleri bu tür eylemlere iten asıl sebepleri de
biliyoruz. Amma böyle bir müdahalenin yararlı olacağı inancında
değilim. Hem de bu gençlerin generaller için -babaları
belirsiz-, dedikleri duyulmuş. Bu nasıl söylenir?- dedi.
-Paşam bu, karanlık maksatların tam bir uydurmasıdır.
Herkesin bir babası olur. Kendi iradeleri dışında fizyolojik
bir olaydan dolayı insanlar suçlanamazlar. Bu idrak ve görüş
içinde olan gençlerin böyle bir suçlamada ve kınamada bulunmalarına
kesinlikle olanak yoktur, dedim ve ekledim:
Paşam hatırlarsınız: Cumhurbaşkanı seçiminde yan yana
oturuyorduk. Siz oyunuzu yazmış ve katlamıştınız. Boş oy
pusulasının benim önümde durduğunu görünce bana -niçin
yazmıyorsun?- diye sordunuz. Ben de -elim bir türlü varmıyor.
Güvenemiyorum bu zata- demiştim.
-Sunay benim sınıf arkadaşımdır. Ben kefil oluyorum,
yaz. Zaten başka alternatif de yok.- dediniz.
Önümüzdeki sırada oturan iki Milli Birlik Gurubu üyesine
-Paşamın kefaletine güvenerek oyumu veriyorum, vebali
kendilerinin- dedim ve oyumu yazdım. (Hatta kürsüden inerken
Bölükbaşı elimden tutup -Oy verdin mi?- diye sordu ve
-Biz vermiyoruz- diye de ekledi.
Bu kısmı Paşa'ya söylemedim. Sayın Bölükbaşı'yla ikimiz
arasında geçti.)
Özdilek Paşa, -evet hatırlıyorum-. Ben verdiğim oydan
dolayı çok pişmanım, amma şimdi iş size düşüyor. Bu üç genç
insanın hayatı söz konusu olunca ve üstelik suçlarla takdir
edilen ceza arasında yasal ve vicdani açıdan denge de kurulamayınca,
bu müdahaleyi sizden isteme hakkı doğuyor. Bir
kısım insanlar 27 Mayıs'ın intikamını da alma çabasındalar.
27 Mayıs 1960'da bu gençler ortaokul öğrencisiydiler paşam.
Cumhurbaşkam parti liderlerine de etki yaparak kanunu
VETO edebilir ve idamlar ömür boyu hapse çevrilirse bu, sizin
hizmetlerinize hiç unutulamayacak bir yenisini eklemiş
olur, dedim.
-Bir deneyelim Niyazi. Fazla ümitli değilim ya.- dediler.
İlişkilerinden ve Milli Birlik Grubu'nun topluca çabasından
da olumlu bir sonuç alınamadı, amma biz bu çabaları
Ahmet Yıldız'ın C. Senatosu'ndaki grup adına yaptığı konuşmayı,
Sami Küçük'ün bir günde üç kez; enfarktüslü kalbi ile
merdivenlerimizi tırmanıp bize haber ulaştırdığını, babaları
teselli ettiğini, Sayın Haydar Tunçkanat'ın açıklamalarını,
Suphi Karaman dostumun yürekten gayretlerini unutamayız.
Üç, fidan gibi gencin asılmasının dördüncü yılında, -Ben
bu mahkeme başkanlığını komünizmin kökünü kazımak için
üzerime aldım- diyebilen sözde tarafsız bir mahkemenin başkanını,
büyük bir iştahla Millet Meclisi'nde ve C. Senatosu'nda
-daha çok idam bekliyorduk- diyerek sınıflarına yaranma
gayretine düşenleri ve bu arada Nahit Saçlıoğlu, Remzi Şirin,
Kemal Paşa gibi davranışları, kararları ve muhalefet
şerhleriyle adaletin itibarını korumaya çalışan hakimleri ayrı
ayrı anıyoruz. Zaman, kimlerin ölümsüzleştiğini, kimlerin
daha nefes alırken, havyar yiyip viski yudumlarken, ölü bulunduğunu
elbette çok yakında saptayacaktır.-
Deniz'in babasıyla konuşmam sırasında, bir ara bir doktordan
sözetmişti. Ankara'ya Denizgil'in mezarlarına gideceğini,
Yusuf'un babasını, Niyazi Ağırnaslı'yı göreceğimi söylemiştim.
Cemil Gezmiş bir an durmuş ve -Mezarlara gittiğinde
Deniz'in doktorunun mezarına da uğrasın- demişti.. Kendisine,
-Deniz'in doktorunun kim olduğunu- sorduğumda
-Niyazi beyin iyi arkadaşıydı, o anlatır- diye yanıtlamıştı.
Sadece ODTÜ'deki bir olayda Deniz'in başından yaralandığını;
o zaman kendisini bu doktorun tedavi ettiğini söylemişti.
Deniz babasına, bu doktora olan saygısını sık sık belirtirdi.
Ankara'da Niyazi Ağırnaslı'ya -Deniz'in çok sevdiği bir
doktor varmış- dediğimde, bir süre hiç konuşmadan durdu.
Denizlerin görüntüleriyle dalgalanan gözlerine, belli ki,
yeni bir görüntü daha düşmüştü. Yine aynı duygulu sesiyle,
ağır ağır şunları anlattı:
-Dr. Paruğ Erdilek, devrimci bir operatör arkadaşımdı.
Çocuklar 6 Mayıs 1972 günü asıldılar. Hemen her gün muayenehanesine
uğrardım Paruğ Erdilek'in.
-Bu yaşta fidan gibi çocuklar, böylesine acımasızca asıldı
da ölü toprağı saçılmış gibi susuluyor- diyordu ve hiç içine
sindiremiyordu idamları.
Birçok yaralı gencin kurşunlarını çıkarmış, yaralarını
sarmış; devrimci gençlere daima bir baba şefkati göstermişti.
Kızı Neşe, benim kızımla beraber gözaltına alınmıştı. Kızını
ziyarete geldikçe bizi de mutlaka görmeye çalışırdı.
Trafik kazasındaki kırıktan kalma bir iltihaplanma ile
sağ bacağım vakit vakit şişer, morarır, ağrılar beni yürüyemez
hale getirirdi. Hemen Paruğ'a uğrardım. Ufuneti yarıp
akıtır. Yaraya fitil koyar, pansuman yapıp beni yolcu ederdi.
Devamlı koşturmak zorundaydık. Hafta sürmez bacağım bir
başka yerden yine iltihaplanırdı. Duruşma safahatını benden,
günü gününe sorar izlerdi. Burjuvazinin sağırlığına hırçınlanır,
küfrederdi.
Çocukların idamından 5 gün sonra sokak ortasında düşüp
öldü. Onlara çok yakın bir yere gömüldü. Eşi Sevinç hanım
Denizler'in mezarının örneğini yiğit kocasına da yaptırdı.-
:::::::::::::::::
BAHARDI (İİ)
Onlar, onlar kurtulabilseydi eğer
--üstelik can verildi bunun için
parçalanıp düşüldü,
sözleşildi, koşuldu, çırpınıldı...
ne mahpusluk, ne ayrılık incitir içi
dayanılmaz olurdu
ne susuşlar, ne keder bölebilirdi derinliği
...
döküldü, en kıvırcık tüyleri süt kuzularının
çarpa çarpa yemişlere döküldü daluçlarından
bir kuş yuvası,
döküldü, kahramanca söylenen türkülerden
oluk oluk kan
...
onlar, onlar kurtulabilseydi eğer
olur olmaz başlayan her konuşmada
kaynak ateşinden sıçrayan demir lavları
sabahı yutkunuşla tıkmazdı boyunlara
...
yolundular daha çok başlarındayken yolun
en körpe, en diri filizleri ezildi gülümseyişin,
sınanır, yol aranır
avuç avuç taşınırken halka aydınlık
çelmelendi sekişi
koparıldı bağırlardan bir demet ışık
...
döküldü, yüzlerce yeşillik sanki,
sedef gagasından yanar gibi döküldü
ötüşleri sakanın,
döküldü yükselen omuzların ürpertisi
yayıldı sabrın küreklerine
...
onlar, onlar kurtulabilseydi eğer
--hayata
uzak yaşayanlar
bunu bilmezler--
varlıkları gözlerden dudaklardan sezilecekti.
...
(Hangisine alışılır acının söyleyebilirim şimdi.
hangisi korunda ışıtır depreştirir insanı;
hangi sevinç başıboştur --artık biliyorum--
hangisinin o yıldırım kökleri acılardan beslenir)
N. Behram 1972
:::::::::::::::::
HÜSEYİN FİLİSTİN DÖNÜŞÜNDE AĞlR İŞKENCELERDEN GEÇMİŞ,
FAKAT TEK SÖZCÜK KONUŞMAMIŞTI...
Hüseyin'in babası, oğlunun küçükken kuşları çok sevdiğini
söylüyor. Onun ev üstüne çaktığı sandıkta, iki güvercinini
büyük bir titizlikle beslediğini, uçurduğunu, kendine alıştırdığını
anlatıyor.
Hüseyin'in babasının küçük bir dükkanı vardı. Fakat Hüseyin,
dükkana, çok az uğruyordu. Bu işe, hiç mi hiç bağlığı
yoktu. Çoğunlukla kırlarda gezer, bir şeyler düşünür; kendi
kendine bulduğu şeyleri incelerdi.
Okul sınavlarında çalışkan bir öğrenciydi. Babası, hiç olmazsa
ders sonlarında dükkana gelmesini istiyor, Hüseyin'se
-Ben tüccar olmak istemiyorum- diyordu.
İki oğlan, dört kız kardeşi vardı.
Lise sıralarına geldiğinde, babası -artık büyüdüğünü,
kardeşleri gibi kendisine yardım etmesini, dükkana sahip
çıkmasını- istemişti. Hüseyin'se çocukluğundaki tepkisini,
bu kez düşünceyle birleştirmiş; yine babasına -Ben bu düzenin
adamı olamam beşe aldığınızı ona satıyorsunuz, bu bana
uygun değil- demişti.
Sonraki yıllar Hüseyin, Sarız'dan ayrılmış, Ankara'ya
ODTÜ'ye gelmişti.
Hüseyin'in lise sıralarında kültür ve sanat çalışmalarına
yatkınlığı ve sevgisi vardı. Özellikle tiyatroya karşı büyük
bir eğilimi vardı. Devrimci bir oyun yazarı olmak istiyordu.
Kendince senaryolar tasarlıyor ve yazmayı deniyordu. ODTÜ'ye
girdiği 1966 yılıyla birlikte, militan enerjisi hareket
içinde kendini günışığına çıkardı. Ve artık bütün devrimci eylemlerde
aktif olarak yerini aldı. Bir dakikasını bile boş geçirmeyişi,
sürekli okuyuşu, bütün eylemlerde ön safta oluşu
ona arkadaşları arasında saygın bir yer kazandırmıştı.
Babası İstanbul'a mal almaya giderken, ona uğrar, görüşürdü.
Ankara'ya geldikten sonra, artık memleketine uğramaz
olmuştu. Bir seferinde babası onu, okulunda bulmuş,
-oğlum, demişti, bayramlar, kurbanlar geçiyor; anan, ablaların
özlüyor, niye evine gelmiyorsun?-
Hüseyin babasına uzun uzun bir şeyler anlatmış, sonunda
-eve gelemem- demişti. -Çünkü kendimi adadığım bir dava
var, ilerde en ağır cezanın verileceğini biliyorum, gelmememin
sebebi budur. Beni şimdiden unutmaya çalışın, kendinizi
hazırlamış olursunuz.-
Bir gün babası Sarız'da radyodan, Antep yolu üzerinde Filistin'den
dönenlerin yakalandığını dinlemiş; isimler arasında
-Hüseyin İnan- da geçmişti.
Hıdır İnan hemen Antep'e gidip, savcıyı bulmuştu. Savcının
-Yakalananlar Diyarbakır'a gönderildiler- demesi üzerine,
Hıdır İnan Diyarbakır'a geçmişti...
Vilayete gidip, oğlunu görmek istediğin bildirdi. Vali -Oğluna
tek fiske vurulmadığını, sağlığının yerinde olduğunu-
bildirmiş, fakat görüşmenin imkansız olduğunu söylemişti.
Hıdır İnan çok ısrar edince, kendisini Emniyet Müdürü'ne
yolladılar. Oradaki yetkililer de, Hıdır İnan'a, Hüseyin'in
sağlığının iyi olduğunu, fakat görüşemeyeceklerini söylediler.
Mahkemeyi beklemesini istediler.
-Oğlumu hiç olmazsa karşıdan göreyim- diye çok ısrar etmiş,
ısrarları sonuçsuz kalınca ertesi sabah 04.30'da gelip
beklemeye başlamıştı.
O gün mahkemeye çıkacaklarını duymuştu.
Beklemenin sonu yoktu.
Taksicilerden biriyle konuşurken yakalananların 04.00'te
cezaevinden alındıklarını öğrendi. Cezaevi ve adliye birbirine
yakındı. Ve bir avukat buldu. Avukat içeri girip, bir süre
sonra çıktığında -çocukların ayakta duramadıklarını- söyledi.
Hıdır İnan saat 12.00'ye dek orada bekledi. Bu sırada her
birinin kolunda iki polis; çocuklar sürülenerek dışarı çıkarılıyordu.
İlk 8-9 kişi çıkmıştı ki, iki polis arasında, kapıda Hüseyin
göründü. Babasıyla göz göze gelince öne atılmak istemiş,
-Babam gelmiş- diye bağırmıştı. Polisler bırakmadılar.
Hıdır İnan'sa -oğlum zorlanma, peşinden gelirim, sen git- demişti.
Sonra cezaevinde Hüseyin'le görüşebildi. Hüseyin -çok dövüldüklerini,
kendisinde ve arkadaşlarında hayır bırakılmadığını-
söylüyordu. Aynı olayda, Sinan'la birlikte Nurhaklar'da
öldürülen Kadir Manga da vardı.
Hüseyin babasına, Vali Ali Rıza Yaradan'ın kendisine -gel
bu işten vazgeç, ne istersen veririz, bize yardımcı ol...- diye,
ajanlık önerdiğinı anlatıyor -Vali'ye gerekli yanıtı onun sözlerini
halka açıklayarak vereceğim- diyordu.
Nitekim Hüseyin bunu açıklamış, Vali Ali Rıza Yaradan
da alelacele basında tekzip etmişti.
Diyarbakır'da yattığı günler, babası ona görüşmeci gidiyordu.
Bir seferinde, ona aldığı iç çamaşırlarını getirmiş ve
-Burada fanila, çamaşır çok pahalı- demişti. Hüseyin o zaman
babasına -Şimdi anladın mı çocukluktan beri senin dükkanına
neden gelmediğimi; bizim mücadelemiz bunlarla işte;
sen de aynı işi yapıyorsun, beşe alıp ona veriyorsunuz, fakir
fukarayı sömürüyorsunuz- demişti...
Hüseyin Diyarbakır'dan çıktıktan sonra yine uzun süre
kaybolmuştu.
Hüseyin'in son tutuklanışında, artık baba oğul karşılıklı
olarak, bunun bir ölüm tutuklanışı olduğunu biliyorlardı.
Bir görüşme öncesinde, bir görevli, cezaevi kapısında görüşmecilere
-Bizim sözümüzü dinlemiyorlar, onları ikna
edin, bir af dilekçesi versinler; yaptıklarımızın yanlışlığını
anladık, pişmanız desinler, o zaman idamdan kurtulabilirler...-
demişti.
Hıdır İnan bunları söyleyen görevliye, -Onlar böyle bir nedamet
içine girerlerse, biz veli olarak hakkımızı helal etmeyiz-
diye karşılık vermişti. Bunun üzerine aynı görevli -Siz
veliler, canavarca, çocuklarınızın sehpada sallanmasında razı
oluyorsunuz da, birer dilekçeyle reisicumhurdan af dilemeye
razı olmuyorsunuz...- diye söylenmişti.
Hıdır İnan af dileme önerisine karşı çıkarken af da dilense,
onların yine asılacaklarını düşünmüştü. Fakat af dilenirse;
ellerinde onları küçük düşürücü kozları olacaktı...
Görüşmeye girdiğinde, dışarıda olanları Hüseyin'e anlatmış,
Hüseyin babasını büyük bir mutluluk ve gülümseyişle
dinlemişti, -Bize de geldiler, boşverin, üstünde durmayın- demiş,
babasına en ufak bir af girişiminde bulunmaması dileğini
tekrarlamıştı.
Hüseyin'in bu sözüne rağmen, Yargıtay'da 18 idam hükmünün
bozulması yanında, Deniz, Yusuf ve Hüseyin'inki kesinleşmişti
ki; birer baba olarak Hıdır İnan ve Beşir Aslan
dayanamayıp, 12 Mart öncesi sağlık bakanlarından, Kayseri
AP Milletvekili Vedat Ali Özkan'a gitmişlerdi.
Onun da Kayserili olduğunu düşünüp, -belki bir bilgi alabiliriz-
diye hesaplamışlardı. Meclis salonunda kendisini görmüşler
-Biz Yusuf ve Hüseyin'in babalarıyız, çocukların
idamları Yargıtay'da onaylandı; sizin partinizin ne gibi bir
fikri var- demişlerdi.
Vedat Ali Özkan onlara -Biz 18'inin de Yargıtay'dan geçmesini
bekliyorduk, artık bu üçü kesindir- diye karşılık vermişti.
Vedat Ali Özkan'ın bu sözü üzerine, Yusuf ve Hüseyin'in
babaları -Eğer memleket düzelecekse, idam edilsinler, vatan
sağ olsun- deyip ayrılmışlardı.
Yine bir seferinde, Hüseyin'den habersiz olarak babası,
Memduh Tağmaç'ın karısına bir bayan yollamış, çocuklarının
durumu hakkında bilgi almak istemişti... Tağmaç'ın karısı
kendisiyle görüşmeye gelen bayana -3 kişi değil, 3 milyon
gitmeli ki bu memleket kurtulsun- demişti...
Deniz'in Gemerek'te yakalanışı sırasında çocukluğunun
gözleri önünden bir şerit gibi geçmesi boşuna değildi. Şarkışla
onun aynı zamanda çocukluğunun izlerini taşıyan bir ilçeydi.
Çocukluk günleri Sarkışla'nın sokaklarında geçmişti.
Üç kardeşin ortancasıydı. Babası Cemil Gezmiş orada öğretmendi...
Duygulu, haşarı, sıcak kanlı, gözünü budaktan esirgemeyen,
ince, naif bir çocuktu. Daha o yaşlarında, yediği her lokmada,
bir lokma yiyeceği olmayanları düşünür, tıkanırdı.
5-6 yaşlarındaydı ki, ilçenin en yoksullarından birçok arkadaş
edinmiş, onlarla her şeyini paylaşıyordu... En ufak bir
mal tutkusu yoktu.
Babası mahallenin esnafına, aydan aya ödeme yapar, anası
ve kardeşleri ay boyunca, erzağı veresiye alırlardı.
Deniz'in anası, büyük oğlu Bora'yı her gün fırına ekmek
almaya gönderirdi. Deniz ve Bora birbirlerine çok benziyordu.
Bir keresinde fırıncı, Denizgil'in eve her gün, birkaç ekmek
aldığına dikkat etmiş, durumu merak edip, bunca ekmeği
ne yaptıklarını babasına sormuştu.
Sonradan anlaşılmıştı ki, Deniz kendisine çok benzeyen
abisi yerine, fırına gidiyor ve ekmekleri alıyordu. İzlediklerinde,
Deniz'in aldığı ekmekleri, yoksul arkadaşlarına dağıttığını
görmüşlerdi.
Yine bir gün evlerine gelen bir komşu kadın, -Deniz'in
çöplükte, millete maaş dağıttığını- söylemişti. Hemen evden
çıkan anası baktı ki, Deniz bir taşın üstünde çevresindekilere
para dağıtıyor. Ayaklarına da anneannesinin ayakkabılarını
giymişti. Sonradan anlaşıldı ki; üç aydan üç aya emeklilik
maaşı alan anneannesinin parasını almış ve onun ayakkabılarını
giyerek, mahallenin yoksullarına maaş dağıtmaya
gitmişti.
Deniz annesinin geldiğini görünce ürkmüş, fakat yaptığı
işin yanlış olduğunu söyleyenlere hiçbir zaman inanmamıştı...
Yaşının biraz daha büyük olduğu ilkokul sıralarında,
yaşıtlarının çok üstünde bir bilgilenme ve zeka taşıyordu.
Kendince CHP'li olmuş, kitaplarına altı ok çiziyordu. Aynı
dönemlerde, okul sıralarında çektirdiği bir resminde ellerinin
6 parmağını havaya kaldırarak poz vermiş, hocasını telaşlandırmıştı.
O yıllar bir başka baskı yıllarıydı...
Annesi Deniz'in bir gün evden kaçtığını ve Sivas'a gelen
İnönü'yü görmek için, İnönü'nün kaldığı eve gittiğini anlatıyor.
Daha Sivas'ta ortaöğreniminde olduğu günlerde, düşünceleri
ve devrimci görüşleri, konuşmaları nedeniyle baskılara
uğradı. Bu baskılar Deniz'in liseden ayrılmasıyla sonuçlandı.
Sivas'tan İstanbul'a gelip Haydarpaşa Lisesi'ne kaydoldu.
Deniz bu ilk gençlik günlerinde devrimci bir militan olmaya
başlamıştı artık. Çocukluğundan beri içinde sürüklediği düşünceleri
olgunlaşmaya başlamıştı.
Lise son sınıftaydı ki, İstanbul'daki devrimci hareketler
içinde yerini alıyordu. Aynı günlerde Haydarpaşa Lisesi'nde
de üzerindeki baskılar yoğunlaşmaya başladı. Kıbrıs'ın, ancak
emperyalizmin güdümünden sıyrılmasıyla kurtulabileceğini
ve bağımsız bir devlet olabileceğini savunan bir kompozisyon
yazması üstündeki baskıları daha da yoğunlaştırdı ve
Deniz, Haydarpaşa Lisesi'nden de uzaklaştırılmış oldu.
O günlerden sonra bütün ilerici devrimci hareketlerde en
önde yürüdü.
Bir ara arkadaşlarıyla Filistin'e gitti ve Ortadoğu'daki
Arap halklarının mücadelesini yakından izledi ve katıldı.
Özellikle ailesini hiç üzmemeye çalışır, onlara karşı sevgisinde
aşırı bir özen gösterir, anasına büyük saygı duyardı.
O yıllarda yoğunlaşmaya başlayan öğrenci hareketleriyle
birlikte sık sık tutuklanmaya başladı. Ve sondan önceki tutuklanışında,
askere götürülecekken, görevliler elinden kurtulup
Ankara'ya geldi... ODTÜ'de kalmaya başladı. Ve bir daha
bırakmamak üzere silah kuşandı.
Sonuna kadar da öyle gitti...
:::::::::::::::::
YUSUF'UN KARARLILIĞI VE CESARETİ POLİSİ ŞAŞKINA ÇEVİRMİŞTİ...
Yusuf'un çocukluğu köylerde geçti. Kişiliğinin en belirgin
yanları olan korkusuzluk ve dayanıklılık, daha 3-4 yaşlarında
kendini göstermişti. Herkesi hasta eden havalarda, sapasağlam
sokağa fırlardı. Sözünü geçiremediği yerde dövüşür
ve çok ender ağlardı.
Günlük yaşamında, kendi halinde ve son derece uysaldı.
Yeni tanıdığı insanları büyük bir dikkatle inceler ve ilk sezgileri,
çoğunlukla onu yanıltmazdı. Sevdiği insanlara karşı
saygılı, efendi; kızdıklarına karşı hırçın ve huysuzdu.
Damarına basılmadıkça sinirlenmez, sonuna kadar hoşgörüyü
elden bırakmazdı. En belirgin özelliklerinden birisi
de kendinden küçükleri koruyuşuydu.
Yozgat'ın Çekrek kazası, Kuşsaray köyünde yaşadıkları
sıralarda, bir gün babasını, anasını ve kardeşlerini büyük bir
tehlikeden kurtarmıştı.
5-6 yaşlarındaydı. Anası, babası, kardeşiyle birlikte değirmene
gidiyorlardı. O yörenin en iri ve azgın köpeklerinden
biri yolları üstünde yatmaktaydı. Köpeğin önünden büyük
bir tedirginlikle geçmişlerdi ki, hayvan birden saldırdı. Çocuklarını
kurtarma duygusuyla Beşir Aslan öne fırlamış ve
köpekle karşı karşıya gelmişti. Köpek babanın üzerine atılmış
ve koluna çenesini kenetlemişti. Köpeğin boğazına sarılmaya
çalışan Beşir Aslan, bir yandan da çoluk çocuğuna
uzaklaşmaları için bağırıyordu.
Yusuf kaçmamıştı. Köpeğin babasına saldırmasıyla birlikte,
o da köpeğe yönelmiş ve yaşının bütün gücüyle bir yandan
bağırıyor, bir yandan elindeki değnekle köpeğe vuruyordu.
Yusuf'un gözüpekliği, garip bir şekilde köpeği ürkütmüştü...
Çocukluktan çıktığı günlerde abisiyle birlikte kahveye giderler
ve gören herkes Yusuf'un daha büyük olduğunu sanardı.
Ağırbaşlılığı çevrede böyle bir izlenim bırakıyordu. Olur
olmaz herkesle arkadaşlık kurmuyor, hiçbir zaman ciddiyeti
elden bırakmıyordu.
Yusuf liseyi bitirince ODTÜ'ye girdi. Çalışkan ve başarılı
bir öğrenci olmasına karşın, düşüncelerinde gerici, tutucu
ideolojinin koşullanmaları vardı. Fakat Yusuf, içten yürekten
bir yurtseverdi. Özündeki bu yapı onun tutucu ideolojinin
koşullanmalarından kısa zamanda sıyrılmasını sağladı. Devrimci
öğrencilerin haklılığını kısa zamanda kavradı ve onların
saflarına katıldı.
Daha ODTÜ 1'inci sınıfta olduğu günlerde tutuklanmıştı. Bu
onun ilk tutuklanışıydı.
Kıbrıs sorunu için Türkiye'ye gelmiş, görüşmelerde bulunan
Amerikan temsilcisi, devrimci öğrencilerce protesto ediliyordu.
Alan birbirine girmiş, polis öğrencileri dağıtmaya çalışıyordu.
Yusuf daha yeni bir öğrenciydi. Harekete aktif olarak
katılmamıştı.
Hava birden gerginleşmiş ve alanda çatışma başlamıştı.
Yusuf bir öğrenciyi polislerin dövdüğünü görmüş, dayanamayıp
öne fırlamıştı. Ve bir anda kendini öğrenciler arasında dövüşte
bulmuştu. Damarına basılmıştı artık.
Toplum polisleri Yusuf'u yakalayıp götürdüler...
Bu olay onun içindeki yurtsever özün, devrimci bilinçle
perçinleşmesini sağladı. Kısa zamanda birçok temel kitabı,
özümleyerek, yutarcasına okudu. ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü'ne
üye oldu. Ve artık Türkiye'nin neresinde bir eylem
varsa, Yusuf da oradaydı. Hareket içinde belirginleşmiş, önde
yürüyen bir militan olmuştu.
Onun polis karşısında, işkenceler karşısındaki tavrı ve
dayanıklılığı, inancının ve cesaretinin bir kanıtıydı. Yılmak,
yorulmak, sızlanmak bilmeyen bir yapısı vardı. Dayanıklılığı,
cesareti ve kararlılığı işkencecileri şaşkına çeviriyordu.
Ortadoğu'da, Arap halklarının siyonizme ve emperyalizme
karşı yürüttükleri mücadeleyi, sıcaklığı içinde değerlendirmek
ve katılmak için gittiği Filistin'den dönüşünde yakalandığı
zaman, Yusuf'a günler geceler boyunca korkunç işkenceler
yapılmış, üstünde Filistin gerilla giysileri olmasına
karşın suçlamayı kabullenmemiş; ne istenilen ifadelerin altını
imzalamış ne de arkadaşlarının adını vermişti.
Devrimci saflara katılışından son gününe dek bu özelliği
zedelenmedi.
Aktif bir militan olarak dövüştüğü günlerde, ailesi onu
çok ender görüyordu. Bir gün bir mektup almıştı ondan babası,
Yusuf mektubunda söyle diyordu:
Sevgili Anneciğim,
Babacığım, Kardeşlerim
Sizlerden ayrılalı 3 ay kadar bir zaman geçti. Bu zaman
zarfında sizleri ne kadar sevdiğimi anladım. Üç ay hep sizi
düşündüm. Sizleri ve evimizi çok özledim. Ama ne yapayım ki
şartlar beni sizden ayırmaya zorluyor. Polis Ankara'dayken
beni takip ediyordu.
Herhangi bir kazaya kurban gitmemek için Ankara'dan
ayrıldım.
Şimdi bu mektubu aldığınız zaman Ben Almanya'da olmuş
olacağım. Orada bir arkadaşım vasıtasıyla güzel bir iş
buldum. Orada bir müddet kalmayı düşünüyorum. Sizleri
çok üzdüğümü bunun için benden nefret ettiğinizi biliyorum.
Fakat siz benden nefret etsenizde, ben sizi sevmekte devam
edeceğim. Kötü bir iş yapmadığımı, doğru yolda olduğumu
gelecekte anlayacaksınız.
O zaman şimdi utandığınız benden gurur duyacaksınız.
Almanya'da size adres veremiyorum. Bunun çeşitli sakıncaları
var. Fakat devamlı kart atacağım. Sizlerin sıhhati hakkında
devamlı bilgi alıyorum. Benim için hiç merak etmeyin,
üzülmeyin. Sıhhatliyim, mektubuma son verirken buluşma
dileğiyle hepinizi hasretle kucaklarım.
Sizleri Çok Seven
YUSUF ASLAN
Beşir Aslan mektubu alınca oldukça telaşlandı. Hemen
oğlunun arkadaşlarına gitti. Onlara ısrarla Yusuf'u sordu,
bulmalarını, görüşmek istediğini söyledi.
Arkadaşları bir süre sonra Beşir Aslan'a -Bulamadık- dediler.
Beşir Aslan uzun süre Almanya'dan mektup bekledi. Fakat
yine de içine kurt düşmüş, oğlunun Ankara'da olabileceğini
düşünmekteydi.
Bir gün. ODTÜ'ye gitti ve Yusuf'u aramaya başladı. Sonunda
Yusuf'u buldu. Görüşüp, konuştular.
Yusuf ona -Bir aksilik çıktığını, pasaport alamadığını-
söyleyip, üzülmemesi için babasını avutmuştu.
Beşir Aslan oğlunun kendini ölümüne bir şeye adamış olduğunu
somut olarak hissetmiş ve Yusuf'un geri dönmeyen
kişiliğini bildiği için, acıyla burkulmuştu.
Olaylar hızla birbirinı izledi!. Aynı günlerde Beşir Aslan
Yozgat'ta radyodan bir banka soygunu haberi dinlemiş, haberde
soyguna katılanlardan birinin -Hadi Yusuf kaçalım-
dediği bildirilmişti. Soygunda bir istasyon şefi öldürülmüştü.
Beşir Aslan son derece telaşlanmış, üzülmüş ve hemen oğlunu
aramaya gelmişti. Onu bulamadı. Fakat ODTÜ'de Hüseyin'le
karşılaştı. Hüseyin'in oğlunun can arkadaşı olduğunu
biliyordu.
Beşir Aslan, Hüseyin'e, oğlunun nerde olduğunu sormuş
Hüseyin'se ona -Amca ben de senin gibiyim, nerde olduğunu
bilmiyorum- demişti.
Beşir Aslan, Hüseyin'le oğlunun yakınlığından dayanak
bulup ısrar ediyordu. Artık onun ağzından söz alamayacağını
anlayınca -Hüseyin oğlum, bu nedir, Yusuf adam mı öldürdü?-
diye sormuştu. Bu söz Hüseyin'i bir anda değiştirmiş,
gözlerini ateşlendirmişti. Sert bir tonla -Amca, demişti, biz
istasyon şefi vurmayız. Böyle bir şeyi aklından çıkar. Günahsız
hiçbir kimseyi vurmayacağımıza andımız var. Biz halk
düşmanlarına karşı dövüşüyoruz. Yusuf'u tanımıyor gibi konuşma.-
:::::::::::::::::
YUSUF'UN YARASINA VURULDUKTAN ON BİR SAAT SONRA BAKILDI...
Hüseyin'in sözleri Beşir Aslan'ı bir anda yatıştırmış ve
üzüntüsünü çözmüştü. Artık öğrenmek istediğini öğrenmişti.
Önemli olan buydu. İçi rahatlamıştı. Son olarak Hüseyin'e
-Saklanacaksa saklayayım, yardıma ihtiyacı varsa edeyim...-
demişti. Hüseyin, Yusuf'un bir ihtiyacı olduğunu sanmadığını,
sağlığının yerinde olduğunu söyleyip, boşuna üzülmemesini
istemişti.
O gün evine dönen Beşir Aslan, gazetede İlhan Selçuk'un
bir yazısını okumuş, içi daha da rahatlamıştı. İlhan Selçuk
yazısında, bu soygunların adi suçlar olmadığını, siyasi nitelikte
olduklarım söylüyordu. Oğlunun adi suçlu, hırsız, katil
olmadığı inancı canlılık kazanmış ve onu ferahlatmıştı.
Hüseyin'le görüştüğünde Mart'ın 3'üydü. İki gün sonra
ODTÜ'de büyük bir çatışma çıkmıştı.
O günden sonra olaylar Ankara'da zincirlemesine genişledi.
Ve ayın 16'sında radyodan oğlunun Sivas'ta yakalandığı
haberini aldı. Radyo, Yusuf Aslan'ın vurularak ele geçirildiğini
bildirmişti.
Beşir Aslan hemen Sivas'a hareket etmiş ve oğlunun yattığı
yere gitmişti. Yusuf ağır yaralı ve hasta olarak yatıyordu.
Yaralanıp düştüğü yerde buzlar üstünde saatlerce bekletilmişti.
Daha sonra da soyundurulmuş, saatlerce soğukta bırakılmıştı.
Babasını görünce -İyiyim, üzülmeyin- dedi. Yatağında
zincire vurulmuş bir durumda yatıyordu. Ağır ağır konuşuyor,
vurulduktan on bir saat sonra yarasına bakılmaya başlandığını
anlatıyordu. Kısa zamanda iyileşeceğine söz veriyor,
adeta sancısının üstüne yürüyordu. Son olarak babasına
Deniz'i sormuş, kendisine sık sık Deniz'den haber getirilmesini
istemişti.
Yusuf, Hüseyin ve Deniz, Ankara Mamak Cezaevi'nde
hücrelere konulmuşlardı. Hücrelerinde de birbirleriyle konuşmanın
yollarını bulmuşlardı. Hücrelerinin duvarlarından
tuğla çıkarıp delik açmışlardı. Hücrelerinin tepesindeki delikten
bağırarak birbirlerine haber iletiyorlardı.
Bir küçücük hücreye binlere merakı sığdırmışlardı. Habire
okuyorlar, dünyadan haber soruyorlardı.
Son günlerine kadar arkadaşları onları kurtarmaya çabaladı.
3 Mayıs'ta bir uçak kaçırılmış, 4 Mayıs'ta Eken'i kaçırma
girişiminde bulunulmuştu. Birincisinin sonucu bugün hala
karanlıktadır. Türk hükümetiyle, Bulgar hükümetinin görüşleri
ne nitelikteydi...? Bulgar hükümetiyle yapılan görüşmelerin
resmi belgeleri açıklanmadıkça da bu sorun karanlıkta kalacaktır.
Eken'i kaçırma girişimi, ardında Niyazi'nin hayatını bıraktı.
Kimi ölüler vardır, gövdesinde kurşunlarla gömülür.
Niyazi de böyle girdi toprağa.
Son günlerine kadar ölüm haberleri dinledi Denizler. 6
Mayıs'ta bu duyguyu yenmeye gittiler.
Gitme öncesinde Hüseyin, arkadaşlarına haber iletmiş ve
ölümlerinden sonra kesin olarak, herhangi bir boykot, açlık
grevi, isyan yapmamalarını; sonucu olgunlukla karşılamalarını
istemişti.
Mamak'ta arkadaşları Hüseyinler'in bu son vasiyetine
uydular ve gerek 5 Mayıs gecesini, gerek 6 Mayıs gününü çöküntü
ve hırçınlık izi taşımadan geçirdiler. En ufak taşkınlıkta
bulunmadılar.
Görevliler o gün cezaevinde isyan olabileceği düşüncesiyle
olağanüstü önlemler almışlardı. Onların içerde hırçınlaşacağını
sanıyorlardı. Ve sık sık, gelip koğuşlara bakıyorlar,
mahkumların her günkü olağanlıkları içinde oluşları ve metanetleri
karşısında şaşkına dönüyorlardı. Bu görüntü, isyandan
daha etkili olmuştu. Önlemini alamayacakları, hesap
edemeyecekleri bir sonuçla karşı karşıya bırakmıştı görevlileri.
Hüseyin'in vasiyeti, yeni bir eylem gibi yaşanmıştı Mamak'ta.
Saat 01.00'den sonra, saatlerce cızırdayan bir radyo, kaçaklık
günlerimizde saklandığımız odanın, o gece tek uğultusuydu.
Uğuldamış, çınlamış; günle birlikte bir ses, üstümüze doğru
yuvarlanmaya başlamıştı. Saatlerce süren çınlama boyunca
Denizler'in can vermekte olduğunu bilmekteydik. O ses, o
düşünceyle birlikte paslı bir şeyleri, sivriltip bilemekteydi.
Zaman zaman koynumdan -Hayatımız Üstüne Şiirler-in
müsvettelerini çıkarıp odadaki arkadaşlarıma okumak istiyor,
sonra yine koynuma koyuyordum.
İlk haberler, koparıp götürdü Deniz'i, Yusuf'u, Hüseyin'i...
Dışarı çıktık..
Dışarda aynı gün, aynı dünya, aynı insanlar. Ve ilk kez o
gün anladım, bir odanın, bir evin, bir sokağın, bir şehrin bir
insana düşmanca bir acı verebileceğini...
Ağır akan bir kalabalık içinde Taksim'e doğru yürümüş ve
bir ara gürüldeyen motorsiklet sesleriyle irkilmiş, sarsalanmıştım.
Bir anda, çevremin polislerle dolu olduğunu görmüş,
kaçmaya davranma öncesi bir şaşkınlıkla bir polise -Bir şey
mi var?- diye sormuştum.
Polis büyük bir kaygısızlık ve rahatlıkla (aklımda kaldığı
kadarıyla) -Karayolları emniyet günü-, -Uluslararası bir
bayram- gibisinden bir şeyler söylemişti.
Sonra yoldan motorsikletleri üstünde gösteri yapan trafik
polisleri geçtiler...
İçerdeki arkadaşlarda olanaksızlıkların sağladığı metanet,
dışarda yerini, bir şey yapamamış olmanın suçluluk ve
hırçınlık duygusuna bırakıyordu.
Ve İbrahim parçalanıp düştü Aksaray'da. Dik, dayanıklı
gövdesi, bir külçe halinde asfalta yayıldı.
Elindeki bombalar, sesini beklenmedik bir anda boşaltmış,
en yakınındaki insanın, İbrahim'in kulaklarını tıkamıştı.
İlk gürültü bir dumanla birlikte yükselip dalga dalga
uzaklaşırken, İbrahim elini beline atmış, silahına davranmak
istemişti. Kolu gitmiyordu. Omzundan aşağı doğru sallanıyordu.
Öbür koluna dayanıp dikilmek istedi, omzundan
aşağısı onu dinlemiyordu sırtını kaldıramıyordu yerden.
Karnına bir şeyler batıyordu. Eğilip, ısırıp çekmek istedi.
Çekmek istediği, dişlerine değen şey, ayağının etinden fırlamış
kemiğiydi... Ve dağıldı... uyuştu beyni... kendinden geçti...
İbrahim ayıldığında, artık iki kolu ve bir bacağı gövdesinde
yoktu. Üç organı eksilmişti gövdesinden. Çevresinde yığınla
polis bekliyordu. Daraağacında öldürülen üç arkadaşını
düşündü... Polislere bir dumanın arkasındaymışlar gibi
bakıp, olanca gücünü toplayarak, kesik kesik -Kafam gövdemde,
bu bana yeter- dedi... ve yine bayıldı...
:::::::::::::::::
BAHARDI (İ)
Oyarken yuvasını yarlara kartal
çelik tırnaklarıyla kopardığı kayalar
ışık, kanat ve hırslanışı
toplayıp kıvılcımlarına
nasıl çağıltıyla inerse dipsiz uçurumlara
sular arasına gizlediği rüzgarı balabanlar
kalkarken nasıl bırakırsa sazlara
yüzün öyleydi baharda
...
halkların
dünyayı kaplayan yakarışları
ve mahpuslar
ve ölümlerini bekleyen arkadaşlar
çınlayıp duruyordu kulaklarında
...
...bahardı
yana yakıla duyulan
ilk ötüşleriydi kuşların...
avaz avaz bağırılan sözler gibi
kınsız adımlarınla
yürüyorken sen
(asfaltı zorlayıp duruyorken mayıs toprağı)
vurdumduymaz, ölgün, aldatılmış
kahrolmuş insanların
doldurduğu caddelerden
yükselen uğultular
avuçta eritilen bir parça buzun
nasılsa içe saldığı sızı
adımların altına öylece serpiliyordu
...
...bahardı
kıpırdayıp duruyordu şakağında
incecik dumanlar altında hava...
...
kalbini esintiler arasından vurarak yeryüzüne
yürüyordun seslene seslene azaltarak yükünü
...
...bahardı
yakıyor, yarıyordu horozun gırtlağını
sabahın sisi...
...
yürüyordun... ki bir anda
dirseklerin, dizkapakların
ayak bileğinden mavimsi bir damar
ve ürperiş, çırpınış, yaş...
saçıldı şehre boydan boya
...
...bahardı...
sisle birlikte kalkıyordu havaya
topraktan bir ten sıcaklığı
N. Behram 1972
:::::::::::::::::
-ASMA-YI BİR EĞLENCE KONUSU YAPMIŞLARDI,
HÜCREDE BİR İŞÇİYİ GÜNLERCE SEHPAYA ÇIKARDILAR...
972 sıkıyönetim dönemiyle birlikte, çok sayıda insan tutuklanmış
ve bunlar gruplara ayrılarak, çeşitli davaların sanıkları
sayılmışlardı.
-83'ler Davası- -Dev-Genç Davası- -THKO Davası- ... gibi.
Ve bu dava sanıklarımn çoğu -idam istemi-yle yargılanıyorlardı.
Bir anda yüzlerce sanığın idam istemiyle yargılanışına tanık
olunmuştu.
İdam istemiyle yargılamaların; yargılayanlar, yargılananlar
ve güvenlik kuvvetleri üzerinde ayrı ayrı yansımaları vardı.
Haklarında ağır suçlamalarla arama kararları verilen sanıkları
yakalayan görevliler; ya da yakalanmış bir sanığın
hücrede başında bekleyen nöbetçiler, o insanlara -kesin olarak-
idam edilecek gözüyle bakıyorlardı. Ve bu çoğu zaman,
gizli sorgulama yerlerinde açık açık söyleniyor, idamdan kurtulmaları
için hainlik yapmaları öneriliyordu.
Çok sayıda insanın idamla yargılanması, sanıklar üstünde
idamın sıradan bir ceza olduğu duygusu bırakıyordu. O
koşullar o duyguyu doğurmuştu. Ve zaten birçok insan -ölü
olarak ele geçirilerek- bu cezaya mahkum olmuştu bile.
Yavaş yavaş davalar sonuçlanmış bazı mahkeme yargıçları
kalemlerini kırmaya başlamıştı.
Bilindiği gibi, ilerleyen zaman içinde mahkemelerin verdiği
-idam- hükümleri, üst mahkemelerde bozulmuş fakat
bunlardan birinin; Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin
18 idam hükmünden 3'ü, Deniz, Yusuf ve Hüseyin haklarında
verilen hükümler onaylanmıştı.
Bir de, o dönemde bazı davalar vardı ki, sanıkları düzmece
olarak bir araya getirilmiş; olaylarla hiçbir ilgisi olmayan
bu insanlar çok ağır suçlamalarla yargılanmaya başlanmıştı.
Onlara maddi işkencelerin yanısıra, çok ağır manevi işkenceler
de uygulanmaktaydı.
Özellikle böyle davaların sanıklarına -idam edileceklerinin-
psikolojisi bir karartı gibi çökmüştü.
Devrimci bir geçmişi olan tutuklularda -idam- istemi fazla
bir etki yapmıyordu; hatta Denizgil gibi ölümün karşısında
ödünsüz bir duyguyla dikilmekteydiler. Fakat o dönemde
öldürülme olasılığının çökerttiği saf, masum insanlara da
tanık olundu.
Sanıklarının tamamı düzmece bir biçimde bir araya getirilmiş
olan -Sabotajlar Davası- bunun tipik bir örneğiydi.
Birbirleriyle ilgisiz birçok kişi (özellikle işçiler) toplanmış ve
ağır işkenceler altında -yangınlar çıkarmış olmayı- -gemi batırmış
olmayı- kabul etmişlerdi.
-Sabotaj Davası- için toplanan suçsuz insanlar, işkence
günlerinden sonra Harbiye Hücrelikleri'ne kilitlendiler.
Üç adım boyunda, iki adım eninde; tepesinde tel örgülü, el
içi kadar bir deliği olan mezarlardı bu hücreler.
Her hücrenin duvarında -kendi kendinle de olsa konuşmanın,
şarkı söylemenin, gazete okumanın, radyo dinlemenin,
yazı yazmanın, gündüzleri uyumanın, ziyaretçiyle görüşmenin...
yasak- olduğuna ilişkin bir komut asılıydı. Serbest
olan tek şey soluk almaktı. Oksijeni azalmış bir akvaryumdaki
balıklar gibi o da...
Hücrelerin tepesinde sabaha dek devriyeler gezmekteydi.
Ve hücrelikler yerin altında bir mahzen içindeydi.
-Sabotaj Davası- sanıkları, cezaevine gitmeleri öncesinde
aylarca bu hücrelerde bekletildiler.
Aynı günlerde, Denizgil'in idamı sonucundaki protesto
bombalanmalarıyla ilgili olduğum iddiasıyla tutuklu bulunduğum
cezaevinde, bir hadise sonunda hücre cezası almış ve
üç arkadaş Harbiye Hücrelikleri'ne getirilmiştik.
Yine aynı günlerde Denizler için şiir yazdığım gerekçesi
ile sıkıyönetimde yargılanmaktaydım.
Göz göz hücrelerin dışında, devriyeler ve nöbetçi görevliler
vardı. Bütün gün aralarında çeşitli eğlenceler düzenlenmekte
idiler...
Gelen seslerden, çoğunlukla kağıt oynadıkları, fıkra anlatıp
şakalaştıkları anlaşılıyordu. Ve onların aralarındaki konuşmalardan,
sık sık -hücrelerdeki sanıkların idam edilecekleri-
sözü hücredekilerin kulaklarına ulaşmaktaydı.
Aylardır hücrede olan ve nöbetçi dışında insan yüzü göremeyen
sanıklardan bazılarının üstünde derin bir etki bırakmıştı bu durum.
Görevlilerin eğlence konularından en korkuncu, -idamcılık
oyunuydu-.
Hazırlanan senaryo gereği bir nöbetçi yüksek sesle, sözgelimi
-komutanım 45 nolu esirin idam kararı geldi- diyor ve o
hücre açılıp tutuklu dışarı çıkarılıyordu.
Daha sonra sanığa beyaz gömlek giydiriliyor, son sözü,
son ihtiyacı soruluyordu...
Denizler'in asılmış olduğu bir dönemdi. Yani Türkiye'de
üç insan darağacında can vermişti. Ve artık asılma konusu
bir eğlence haline getirilmişti...
Son sözleri sorulan bu masum insan, daha sonra, hazırlanan
ilmiğin karşısına getiriliyor. İlmik boynuna geçiriliyordu.
Ve yine senaryo gereği bir nöbetçi -infazın yeni bir emirle
ertelendiği- haberini getiriyordu.
Sonunda bu acı eğlencenin kahramanı olan işçi; bir gece
yarısı korkunç bir hıçkırıkla büyük bir moral çöküntüsüne
yuvarlandı.
Onun hücresinde ağlamakta olduğu bir gün hücremden
çıkarılmış, Selimiye'ye -Üç Dağa Ağıt- şiirimin yargılanmasına
getirilmiştim. Denizlerin öldürülüşleri karşısındaki duygularımın
hesabı istenmişti.
O günler, kendi karanlığı içinde geçti gitti.
Geçen sadece günlerdi. Ölümse sadece biçim değiştirdi...
:::::::::::::::::
DÖVÜŞE DÖVÜŞE YÜRÜNECEK
Kardeşler!
Sancıyan bir sessizlik bırakıyor geride
birer birer gidenlerimiz: kanlı, hırçın, çıkarsız..
Ve artık, yetmiyor dilde ışıması,
kavranışı sığmıyor koyna;
saplanışlar istiyor elde hançer,
o zifir karanlığın
göğsüne göğsüne saplanışlar.
...
Kardeşler!
Kolları-pazuları
kırıla-ısırıla
damla damla emilen işçiler için;
aşsız-ışıksız,
suyu-samanı yağmalanmış,
bezgin, dayanaksız köylüler için
çağrışan kardeşlerim!
Gece yarılarına kadar grevlerden
haber bekleyenler!
Candaşlarım!
...
Ucu-bucağı göze gelmek ufkuna
nefes nefese varılan bu kavganın
aslı-astarı sadece haklılıktır;
vursa da, usul usul yayılsa da kızıllığı
beyaz örtülere kurşun yaralarının,
balkıyan o sesi dinleyin bağırlarından
eller üstünde gidenlerimizin;
coşkun ve isyankardır
ve direşken ve dövüşkendir onların
halkın kardeşi olan yürekleri.
...
Kardeşler!
Unutmayın! Yolumuz puslu-pusuludur.
Düşmanı sevindirir tökezleyen her adım.
Zorlu bir dönemeçte
düşmanca kaçışanlar da unutulmasın.
Yüreği duralatan bir zehir varsa eğer
o zehri tezelden kusmalı bu kalabalık;
duralamak hayatın yaralarıdır.
...
Bakın! Zırhlarla çevirmiş,
tel örgüler ve taş duvarlarla halkın çevresini;
doğrulsun istemiyorlar bin yıldır ezilenler.
Kardeşler! Hızın, özverinin, hareketin kardeşleri!
Sırdaşlarım!
Bilgi ve dövüşkenlik
bilgi ve dövüşkenlik bizi bekliyor.
Nabzına kulak verin çeliğin,
yağmurun, kayalığın, denizin nabzına kulak verin;
görün, nasıl nefes alıyor sevinç,
sabır nasıl da çarpıntılı.
...
İşte! Alınları çocukların. Barınaklarımız bizim.
İşte! Yas kundağı analar. Sessizce donatıyorlar bizi.
İşte! Gencecik anısı ölenlerin. En canlı yığınaklar bize.
İşte! Ezilenler. Bayraklarımız.
...
Kardeşler! Halkın kardeşleri!
Yoldaşlarım!
Başlayınca bu yolun onurlu yolculuğu
ancak yaşamakla varılan duyguda konaklanır
ve ancak yürüyerek söylenir şarkılarımız,
çünkü adım adım derinleşti ezgisi,
bilekte, dizbağında, dudakta ateşlendi.
Ve koşa-kucaklaya
ve sara-sarmalaya
ve yumruklaya-yumruklaya
haklı ve mazlum olanın uyuşuk omurunu
uyarmak için kuvvetli ve zalime karşı
nice sarp yerden geçildi buraya kadar.
Ve buradan, daha da dikleşerek,
dinmeden-dinlenmeden,
dişe-diş
dövüşe dövüşe yürünecek...
N. Behram
:::::::::::::::::
BİR ANDA DENİZLERİN, YUSUFLARIN, HÜSEYİNLERİN MEZARLARI İNSANLA
KAYNAŞTI... SIRALAR HALİNDE, BİNLER, ON BİNLER -SAYGI DURUŞU-NDA
BULUNUYORDU...
Şimdi hücreliklerdeki mahkemenin, senarist yargıcıları,
astıkları işçinin beraat etmesi karşısında ne düşünmüşlerdir,
bilmiyorum.
Fakat, üç sanığı darağacında can vermiş olan Ankara 1
No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi,
emekli olduktan sonra AP'ye girmiş ve Büyük Millet Meclisi'nde
yeni görevine başlamıştır.
Onun sıkıyönetimindeki günleri ve sıkıyönetim günlerinin
sonuçlarını kendine propaganda olarak kullanışına tanık
olduk.
Denizgil'in asılışlarının 4'üncü yılında Yeni Asya Gazetesi, Ali
Elverdi'nin sıkıyönetim günlerindeki mücadelesinin büyük
puntolarla reklamına başladı: -Bir ihtilali önleyen ve anarşistleri
yargılayan Ali Elverdi Paşa konuştu- diye duyurusu yapılan
-Bu vatana kastedenler- isimli bir yazı dizisi yayınladı.
Sağcı Yeni Asya Gazetesi, sıkıyönetim döneminin bu paşasının
yazı dizisi için -Ali Elverdi'nin 28 Ocak 1976 günkü AP
ortak grubunda anarşik hadiselerle ilgili genel görüşmede
yaptığı konuşma ve basına açık olarak çeşitli yerlerde verdiği
konferanslardan- derlenmiş olduğunu söylüyor ve paşanın
hayatındaki en büyük reklam konusunu tekrarlıyor: -Bilindiği
gibi Ali Elverdi; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin
İnan isimli anarşistlerin hakkında idam cezası vermiştir...-
Ali Elverdi bugün tarafsızlık üzerine yemin ettiği günlerdeki
görevinin sonuçlarını belli bir tarafın hizmetinde kullanıyor.
Bir de savunma makamı vardı o dönem mahkemelerinde.
Gerçi -Savunma makamı sesini kamuoyuna ne kadar duyurabilirdi?-
Bunun tartışmasını yapmak bile komiktir. Oysa
çok sayıda avukat, davada savunma görevi almışlar ve gerek
sanıklarla görüşmelerinde gerekse resmi kurumlarla ilişkilerinde
tarihi bir çaba göstermişler, birçok olay yaşamışlardı...
Her biri gerçekten büyük bir namusluluk örneği sergilemişlerdi.
Değerli hukukçu Niyazi Ağırnaslı, hayatının en zorlu
günlerini bu dava süresince yaşadı.
Onunla savunduğu insanların ölüm hükmü giyip, darağacında
boğularak öldürülüşlerinin 4'üncü yılında yine acı bir günde
buluştuk, üç yeni ölümün acısıyla harmanlanan yüreğinde,
üç acı daha alevlendirdik...
Görüşmeye gittiğim gün, Ankara'da Hakan, Burhan ve
Esari isimli üç devrimci genç faşistlerce kurşunlanmış,
öldürülmüşlerdi.
Deniz, Yusuf ve Hüseyin için geldiğim Ankara'da, Niyazi
Ağırnaslı ile aramıza bıçkılanmış üç yeni fidan düşmüştü.
Acılar birbiriyle buluşuyordu.
Uzun süre, Niyazi Ağırnaslı ile konuşup konuşmamayı
düşündüm. Onun çok duygulu ve incelmiş kişiliğinin, Ankara'daki
son olayla örselenmiş olabileceğini, Denizleri hatırlatmanın
onu daha da üzeceğini düşündüm durdum.
Sonunda yine Denizlerin avukatlarından olan Orhan İzzet
Kök'ten, Niyazi Ağırnaslı'ya birlikte gitmemizi istedim.
Aynı şey o gece Yusuf Aslan'ın baba ocağında da yaşandı.
Sevgili anası -Yusuf-unu anlatırken televizyon o gün Ankara'da
faşistlerin öldürdüğü üç devrimci gence ilişkin haberi
veriyordu. Onlardan, Yusufların mezarına gitmemizi isteyecektim.
İsteyemedim bunu.
Ve bir gün sonra, Ankara'yı bir ucundan bir ucuna çalkalayan
bir kalabalığın arasında, Karşıyaka Mezarlığı'na doğru
yürüdüm. Onbinlerce insan yeni bir canı daha toprağa
vermeye gidiyordu.
Yine bahar çiçeklerinin dalları zorladığı bir aydı; yine Ankara'da
ve yine üç ölüyle...
Saatlerce süren bir yürüyüşten sonra, mezarlığa dönen
yokuşun başına geldiğimde, beynimde birden Cemil Gezmiş'in
anlattıkları ışıldadı. Onların 6 Mayıs sabahındaki
günlerini hatırladım.
Sonra Karşıyaka Mezarlığı kapısından mezarlığa doğru
akan kalabalık, bir anda öbek öbek mezarlar başında toplandı.
Bir anda Denizlerin, Hüseyinlerin, Yusufların, Mahirlerin,
Hüdailerin... mezarları insanla kaynaştı. Sıralar halinde
binler on binler saygı duruşunda bulunuyordu...
Hangi mezarın başına vardımsa tanıdık bir isim vuruyordu
gözüme, mezar taşında... Mahir. Saffet.. Hüdai... Ve ilerde
üç insan grubu... Deniz, Yusuf, Hüseyin'in başındaydı...
Sırayla geçtiler mezarların önünden. Hakan, Burhan ve
Esari'nin resimleri ve onlara gelen çelenklerin çiçekleri kondu
Deniz'in, Yusufun, Hüseyin'in, Mahir'in, Saffet'in, Hüdai'nin
üstündeki toprağa...
Ve sonra, faşistlerin alçakça öldürdüğü Hakan'ın genç
körpe canı da toprağa; toprağın sıcaklığına; toprağın sıcaklığında
boy veren fidanlara emanet edildi...
Erdemleri rehberimiz;
Anıları yolumuza ışık olsun...
:::::::::::::::::
1'İNCİ THKO DAVASI VE SONUÇLARINA İLİŞKİN GÖRÜŞLER
(Davaya ilişkin görüşler 1962 Anayasası'na göre yorumlanmıştır.)
(Bu yazılar Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davasına ilişkin olarak
Nihat Behram'ın sorularına, hukuk ve bilim adamlarının verdiği yanıtları
içermektedir.)
:::::::::::::::::
FAŞİST UYGULAMALARI, TARİH KİMSENİN GÖZÜNÜN YAŞlNA B
DAR'AGACINDA ÜÇ FİDAN SAYFA 4
Avukat Niyazi AĞIRNASLI
Üç genç insan asıldı. Yüzlercesi de 6-7 yıl içinde kurşunlanıp
öldürüldü. Bu faşist uygulamaları tarih kimsenin gözünün
yaşına bakmadan değerlendirecektir kuşkusuz ve o zaman
da gerçek suçlular tek tek günışığında sergilenecek ve
ölmüş olanlar bile tarihin yargısından kurtulamayacaktır.
Yürürlükteki yasalara göre bu üç genç insan, suç işlemişlerdi
amma bu suçlarına verilebilecek cezanın İDAM olmaması
gerekirdi inancındayım. Türkiye'deki Ağırceza Mahkemeleri'nin
hiçbirinden bu gençler için idam hükmü çıkmaz, ya da
en azından böyle bir karar Yargıtay'dan geçmezdi. Bunun
içindir ki 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'ne ilk yaptığımız
itiraz göreve ilişkin oldu. -Anayasa uyarınca sanık müvekkillerimizin
tabii hakimler önüne çıkarılması gerekir. Kuruluşu
tabii olmayan, tayinle görev yapan kimselerin tarafsız
adaletine inanıp güvenmek mümkün değildir. İdarenin
kontrolü, denetimi altındaki bir kurulsunuz. İktidar istediği
anda sizlerden istemediğini başka göreve atayabilir, hatta
mahkemeyi ilga edebilir. Ta ki istediği biçimde kararları verecek
kurulları meydana getirmiş olsun. Bu nedenlerle görevsizlik
kararı vererek davaları tabii hakimlere sevkediniz,
özeti içindeki itirazları duruşmalara başlamadan yaptık ve
bu mahkemelerin kuruluşlarındaki anayasaya aykırılığı da
geniş açıklamalarla belirterek konuyu Anayasa Mahkemesi'ne
götürme girişiminde bulunduk. Bu isteklerimiz, doyurucu
ve ciddi gerekçelere dayanmaksızın reddedildi. Bundan
sonra savunma avukatları tabii hakimler karşısındaymış gibi
delillerin toplanmasında, savunmalarımızın özellikle hukuksal
açıdan noksansız olmasına çalıştık.
HÜSEYİN İNAN'la arkadaşları T.C.K.'nın 146'ıncı maddesine
uyan suçlardan mahkemeye sevk edildiler ve bu maddenin
değişik fıkralarından hüküm giydiler. 146'ıncı madde: -Türkiye
Cumhuriyeti, Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun tamamını
veya bir kısmını tağyir, tebdil ve ilgiya ve bu kanun ile teşekkül
etmiş olan Büyük Millet Meclisi'ni iskata veya vazifesini
yapmaktan men'e cebren teşebbüs edenler...- der. Burada iki
suç söz konusudur. Bunlardan birincisi anayasayı bütünüyle
veya kısmen tağyir, tebdil ve ilga suçudur. Çeşitli vesilelerle
anayasaya saygı yürüyüşleri düzenleyen devrimci gençlerin
anayasayı tağyir, tebdil ve ilgayı kasdettiklerini kabule imkan
yoktur ve anayasanın 1971'den sonraki tağyir ve tebdilinin
sorumluluğuna da gençlerin katılmadığı bilinmektedir.
Anayasanın icabi ve selbi olmak üzere birincisi D.P. iktidarı,
ikincisi ise TALAT AYDEMİR ve arkadaşları tarafından ihlaline
cebren teşebbüs edildiği uygulamada saptanmıştır. Kuvvetler
ayrılığı sistemi içinde yer alan üç güç kaynağından birinin
veya her üçünün, yani YASAMA, YARGI, YÜRÜTME
organlarının vazife göremez hale getirilmesi, ya da buna cebren
teşebbüs olunmasıyla suçun manevi unsuruna vücut verilmiş
olur. YÜRÜTME gücünün yargı bağımsızlığını, özellik
ve öncelikle siyasi amaçlarla, yok etmesi, yahut denetim altına
alması, anayasanın iktidar partisi tarafından ihlalidir.
D.P. örneğinde bu ve aynı zamanda parlemento çoğunluğunun
azınlığa egemen olması gerçekleşmiş ve birçok anayasa
suçu işlenmiştir. Parlementonun kararı olmaksızın Kore'ye
asker gönderilmesi, A.B.D. ile yapılan ikili anlaşmalar, Basını,
fikir özgürlüklerini tam baskı altına almayı amaçlayan
TAHKİKAT KOMİSYONU kurularak Yargı gücünün işlerine
müdahale edilmesi... gibi. Talat Aydemir örneğinde ise ordu
birlikleri, parlementoya ve icra kuvvetine karşı harekete geçirilmiş
ve anayasanın ihlaline, hem de tam derecede teşebbüs
olunmuştur. Esas hakkındaki mütalaada, 18 devrimci
gencin eylemlerinin anayasayı ihlal kasdını taşıdığı iddia
edilmiş ve fakat hangi eylemin bu kasda vücut verici nitelik
taşıdığından bahsedilmemiştir. Şu halde kasdın niteliğini belirlemekte
sanık gençlerin beyanları ve savunuları ile tek tek
eylemleri değerlendirilmek gerekirdi ve bu değerlendirmede
objektif olunmalıydı. 1 No'lu THKO davasında sanık 18
genç, eylemlerini saklayıp gizleme gereği duymaksızın ve
amaçlarını da belirleyerek açıklamışlardır. Hatta ABD Büyükelçiliği'nin
köşesindeki kulübede nöbet tutan polislerin kurşunlanmasının,
aleyhlerine tek delil olmadığı halde bu fiili
de kendilerinin işlediğini ifade edecek kadar açık yürekli
davranmışlardır. Deniz Gezmiş ve arkadaşları ABD'nin Türkiye'yi
ve sömürdüğü, yarı bağımlı hale getirdiği, bu nedenle
ABD emperyalizmine karşı savaşmak gerektiği inancındaydılar
ve ne kadar zorlanırsa zorlansın bu hedefe varmak için
koydukları eylemlerde anayasayı ihlal kasdının aranması
olanaksızdı.
1 No'lu Sıkıyönetim As. Mahkemesi'nin idam kararından
hemen sonra ceza hukuk otoritesi bir profesör dostumla görüştüm.
Kararı -KORKUNÇ- olarak vasıflandırdı. Büyük bir
adli hata işlendiğini, bağımsız ve güvencelere sahip tabii hakimlerin
böyle bir hükme varmaları olanaksızdı, dedi. Dava
konusu suçlarda gerek maddi ve gerekse manevi unsurların
noksan olduğunu, iddia edilen suçu işlemeğe elverişli vasıtaların
ve maddi gücün varlığını iddiaya bile olanak olmadığını,
bizim teknik savunmamız paralelinde anlattı. Bağımsızlıkları
iddia edilmese bile, mahkemeyi, bu safhada şimdilik
Askeri Yargıtay'ı uyarmak için bilimsel bir makale yazmasını
önerdim. Hatırlarlar sanırım. Bana bu hususta da söz vermişti
amma sonraları böyle bir seri makaleye fırsat bulamadı.
YASAMA, YÜRÜTME ve YARGI kuvvetlerinin varlığını
gerektiren devlet hakimiyetinin, topları, tankları, jetleri ve
yüz binlerce eğitim görmüş askeri ve komutanlarıyla birlikte
18 gencin tabancaları ve belki de 3-4 tüfeğiyle, hem de Nurhak
Dağları'ndan yok edilebileceği kabul edilerek adalet tarihimiz
için pek de öğünülemeyecek olan İDAM KARARI verilmiş
oldu. Askeri Yargıtay'da Kemal Paşa'yla sayın Nahit
Saçlıoğlu'nun 3 gencin idam kararlarına ilişkin MUHALEFET
ŞERHLERİ öğünülecek değerde bilimsel ve tam anlamıyla
tarafsız ve cesur bir belgedir. Türlü baskılara, tehdit
mektuplarına göğüs gererek sadece vicdanlarını hareket halinde
bulunduran bu değerli hukuk adamlarını burada saygıyla
anmak isterim.
İdam kararı aleyhine, infazların yapılmış olmasına rağmen,
bir İADEİ MUHAKEME yolunu soruyorsunuz. İadei
muhakeminin yasal koşullarının mevcud olup olmadığı araştırılabilir
ve herhalde bu büyük hatanın kamuoyunda öncelikle
ıslahı gereğine inanıyorum. T.H.K.O. davasının teknik
savunmasında en çok emeği geçen Avukat arkadaşım Zeki
Oruç Erel'in bu konuya ilişkin görüşlerinin kamuoyuna yansımasında
yarar görürüm.
:::::::::::::::::
SİYASAL YARGILAMALARDA HÜKÜM VERENLER ÇOĞU KEZ
HEM DAVACI HEM DE YARGIÇ DURUMUNDADlRLAR
Orhan APAYDIN
6 Mayıs 1972 günü şafağında, yaşamlarının ilkbaharında
üç genç adam, 25 yaşlarında Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan,
23 yaşında Hüseyin İnan, Ankara Kapalı Cezaevi'nin avlusunda
darağacına çıkarıldılar ve boyunlarına geçirilen iplerle
boğularak idam edildiler. Siyasal tarihimizde olduğu kadar
adalet yaşamımızda da önemini koruyan ve etkilerini
sürdüren bu olay, Nihat Behram'ın şiirsel üslubuyla belgesel
bir anlatıma kavuşmuştur. Olayın hukuksal irdelenmesi de
bizden istenmektedir.
Üç genç adamın boyunlarına ipi geçiren cellat, yargı organı
içinde yer alan bir mahkeminin, yasama organı içinde yer
alan bir mahkeminin, yasama organınca onaylanan kararını
yerine getirmiştir. Biçimsel açıdan cellatın boğarak öldürme
eylemi hukuka uygundur. Sokrat'ın baldıran zehiriyle öldürülmesi
de hukuka uygundu. Her şafak, Şah'ın kurşuna dizdirdiği
İranlı devrimcilerin, geçen yıl İspanya'da Franco'nun
öldürttüğü gençlerin biçimsel bakımdan hukuka uygun mahkeme
kararlarıyla yaşamlarına son verilmiştir. Vietnamlı
yurtsever Nuguyen Van Troi de, vatan haini bir iktidarın
kurdurduğu mahkeminin kararıyla ölüme mahkum edilmişti.
Demek istediğimiz şu:
Siyasal yargılamalarda verilen kararların biçimsel hukuka
uygunluğu, kamu vicdanını tatmin etmeye yetmemektedir.
Halkın ve tarihin hükmü çoğu kez mahkeme kararlarını
geçersiz kılmakta mahkum edilenlerin değil, mahkum edenlerin
suçlanmasına yol açmaktadır.
Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının idam edilmelerinde de
aynı kural geçerlidir. Suçlu görülenlerin eylemleriyle, verilen
ceza arasında oranın değerlendirilmesi subjektif görüşlerle
ve salt biçimsel hukuk açısından yapılamaz. Yargılanmanın
biçimlere ve yargılamayı etkileyen koşullar elbette hükmün
değerlendirilmesinde etkili olacaktır. Ama bunlar olağanüstü
nitelikte olmasaydı bile, tarihin akışı içinde, verilen hükümler
gene de haksız ve adaletsiz kalabilir, -suçlu- görülenler
-kahraman- mertebesine çıkabilirdi.
Siyasal yargılamalarda hüküm verenler çoğu kez hem davacı
hem de yargıç durumundadırlar. Gerçekten yargıçların
da siyasal, toplumsal ve ekonomik düzeni yaratan ve süregelmesini
savunan görüşleri benimsemeleri mümkündür. Kendi
ideolojik anlayışlarının karşısına çıkanların yargılanmasında
(şartlandırılmış) kafalarının etkisinde kalmamaları olanaksızdır.
Başka bir deyimle yargıçlar çoğunlukla siyasal davalarda
tarafsız kalamazlar. Kendileri de sanıkların eylemlerinden
şikayetçi ve davacıdırlar. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının
davasında mahkeme başkanlığı görevini yapan yargıcın,
politika hayatına atıldıktan sonra söylediği sözler ve belirlediği
siyasal davranış bunun açık bir kanıtını oluşturmaktadır.
Olağanüstü bir ortamın, olağanüstü sayılabilecek bir
mahkemesi tarafından, olağandışı yasal yollardan yorumlarla
verdiği idam kararlarının, yargılamanın iadesi yoluyla düzeltilmesi
yolu, Deniz Gezmiş ve arkadaşları için söz konusu
edilemez. Gerçekten, biçimsel hukuk kuralları ve prosedürü,
bu davanın halkın ve tarihin kabul edebileceği bir sonuca
ulaşmasına olanak veremez. Biçimsel ve yürürlükte olduğu
sürece, devletin zorlama gücü ile geçerli yasalar, tarihsel gelişme
içinde, bu geçerliliklerini esasen yitirirler. Toplumsal
altyapının değişikliğine paralel olarak belirlenen hukuk ilkeleri,
kendisine ters yasaları, sonuçlarıyla beraber, ortadan
kaldırmaktadır. Bu gelişme, yargılamanın iadesine gerek
kalmadan, özde haksız yargıları da silmekte, suçlu görülenleri
kahraman, hükmü verenleri ise suçlu ilan etmektedir.
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davası da hukukun bu değişmez
dialektiğine bağlıdır. Verilen kararlar doğru mu, yanlış
mı, bunun kesinlikle saptanması, tarihsel gelişme içinde
aydınlığa kavuşacaktır. Yargılamayı iade ettirecek ve en doğru
hükmü verecek tek hukuksal güç ve yol, tarihsel gelişme
içinde aranmalıdır.
Bugün için olayın değerlendirilmesi ise darağacında can
veren üç genç adamın geride bıraktıkları üzerinde yapılabilir.
Bunlar nelerdir? Bu sorunun ilk yanıtını Nihat Behram
veriyor:
-Son ana kadar onuru koruyanlar yaşayacak
Söylenecek son söz kahramanca olmalıdır-
Onlar, suç sayılan eylemlerinin neden ve amaçlarını, ölüm
cezası tehdidi altında ve cezaevindeki hücrelerinde yazdıkları
savunmalarıyla açıklamışlardır. Bu savunmada, Türk toplumunun
tarihsel gelişimi, bilimsel ölçülerle irdelenmiş ve
ülkenin bugünkü sorunları kendilerine göre saptadıkları çözümlerle
ortaya konmuştur. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının
savunmaları, olayın bizce, bugün için değerlendirilmesi gerekli
en önemli belgesini oluşturmaktadır.
Onların geride bıraktıkları arasında bir de şu vardır:
Yürekli olabilmek ve her şeyi siyasal savunmaya tabi kılmak,
miting söylevleri vermek ya da yargıçlara hakaret etmek
değildir. Onlar, iddianameye karşı düzenledikleri ayrıntılı
savunma ile; tarihin kendileri hakkındaki hükmünün dayanağını
vermeyi başarmışlardır.
:::::::::::::::::
ASIL YARGILAMA; 6 MAYIS 1972 ŞAFAK VAKTİ HALKIN VİCDANINDA
YENİDEN BAŞLAMlŞ VE DEVAM ETMEKTEDİR
Av. Zeki ORUÇ EREL
-Hiç kimse, tabii hakiminden başka bir merci önüne çıkarılamaz.
Bir kimseyi tabii hakiminden başka bir merci önüne
çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü
merciler kurulamaz.-
(Anayasanın, 12 Mart döneminde geçirdiği gerici nitelikteki
değişiklikten önceki, 32'inci maddesi.)
Anayasanın 32'inci maddesini yukarıya almamızın nedeni;
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davasına nasıl bir merciin
baktığını, davayı gören Sıkıyönetim Mahkemesi'nin -tabii
hakim- ilkesine uygun bir merci olup olmadığını, -tabii hakim-
şartının niçin bir -anayasal kural- olarak düzenlendiğini,
bu davada bu kurala neden uyulmadığını, davanın ceza
adaletini gerçekleştirmek amacına yönelik bir dava olarak
mı görüldüğünü, yoksa; bir politikaya hukuki kılıf geçirmek
ve -hukuk-u bu politikanın aracı olarak kullanmak için mi
yürütüldüğünü, kısada olsa, incelemek içindir.
-Tabii hakim- kavramı; herkesin kanun önünde eşitliği ilkesinden
kaynaklanır ve -kişi güvenliğinin baş şartı-nı teşkil
eder. Suç ve suçlu belli olduktan sonra, sırf o suçun, niteleğini
tayin ve suçluları yargılamak için kurulmuş olan mahkemeler;
tabii mahkeme, bu mercilerde görev alan kişilerde tabii
hakim, değildir. Bu gibi mercilere -olağanüstü merciler-
denir. İşte, anayasanın; -Hakların Korunmasıyla İlgili Hükümler-i
içinde yer alan 32'inci maddesi; suç ve suçlu belli olduktan
sonra, o suçun suçlularını yargılamak için kurulacak
olağanüstü mercileri kesinlikle yasaklamıştır.
Bu yasaklamaya rağmen, esasen Ağır Ceza Mahkemesi'nde
görülmesi gereken Deniz ve arkadaşlarının davası, başkan
ve üyeleri yürütme organınca atanan ve her an görevden
alınabilen Sıkıyönetim Mahkemesi'nde görülmüştür.
Bilindiği gibi, Denizlerin eylemleri; sıkıyönetimin ilanından
2-4 ay önce meydana gelmiş, haklarında Ankara Cumhuriyet
Savcılığı'nca soruşturmaya geçilmiş, dava güvenlik nedeniyle
Kayseri'ye nakledilmişti. Cumhuriyet savcıları, fiilleri
karşılıyan T.C.K.'nın değişik maddelerinin ihlali nedeniyle;
banka soymak, adam kaçırmak vb. sebeplerden ceza soruşturmasını
yürütmeye başlamışlar ve söz konusu maddelerin
ihlali nedeniyle tutuklama taleplerinde bulunmuşlardı.
Kısaca; T.C.K.'nın 146'ncı maddesi soruşturmanın başında
kesinlikle düşünülmemişti. Şüphesiz, bu maddenin varlığından
Cumhuriyet Savcıları da haberdar idiler. Ancak; kanuni
unsurlarının yokluğu nedeniyle, 146'ncı maddenin olaya uygulanması
ceza hukuku açısından o kadar imkansızdı ki;
başta bu maddenin hiç düşünülmemiş olması, haliyle, anlaşılabilir
bir şeydir.
Deniz, Yusuf, Hüseyin ve arkadaşlarının T.C.K.'nın 146'ıncı
maddesi ile yargılanmalarının, bizce, ancak bir tek nedeni
vardı; o da, bu maddenin sabit cezalı olması ve ölüm cezası
hükmünü taşımasıydı. Zira, kendilerine onlarca yıl hapis cezası
verilebilir, fakat başka hiçbir maddenin uygulanmasıyla
idam cezası istihsal edilemezdi.
Belirtmek gerekir ki, Deniz, Yusuf, Hüseyin ve arkadaşları
bu durumu hemen anlamışlardı. Duruşmanın daha ilk gününde,
bu konuda Hüseyin şöyle diyordu:
-İddianameyi okuduğum zaman cezanın suça değil, suçun
cezaya uydurulmaya çalışıldığını gördüm. Cezamızı biraz önce
bahsettiğim pazarlık tayin edecektir. Böyle bir pazarlığın
bize reva göreceği cezayı bağımsız yargı organlarında uygulamak
zor olduğu için Sıkıyönetim Mahkemeleri'ne çıkartılıyoruz.
Haklı olarak belirtiyorum; iddia makamını muhatap
olarak almıyorum ve mahkemeyi bağımsız yargı organı kabul
etmiyorum.-
Ayrıca; davanın politik niteliğine rağmen, anayasa ve ceza
hukuku ilkelerinin de, hükümde önemli etkisi olabileceği
yolundaki avukatlarının görüşlerine, bence, hiçbir zaman katılmamışlar;
davanın, mutlaka ve sadece politik etkenlerle sonuçlanacağına
olan inançları hiç değişmemişti. Olaylar, onları haklı çıkardı.
Şüphesiz, sadece zevk maddesine bakarak, davadan politik
sonuçlar elde edilmek istendiği sonucunu çıkarmıyoruz.
Fakat, gerek yargılama süresince takınılan tavır, gerekse
yargılama dışında; anayasa ve yasaların kişiye güvence sağlıyan
hükümlerinin ayaklar altına alınmasıyla uygulanan
bir dizi fazişan tedbir ve sonuç; hukuk'un ve hukukun üstünlüğü
ilkesinin değil; Deniz'in, Yusuf'un, Hüseyin'in şahsında
halkın üzerinde baskı, korku ve terör yaratmak amacına dayalı,
gerici egemen sınıfların politikasının, davaya damgasını
vurduğunu bize göstermektedir.
O dönem yaşanalı daha çok olmadı, hemen hepimiz hatırlamaktayız.
Kamuoyunu tek taraflı oluşturmak için radyo ve televizyon
faşist ideolojinin emrine verilmiş, onlarca sayfa tutan iddianameler
radyodan günlerce okutulmuş, buna karşılık yargılananların
sorgu ve savunmalarından tek kelimeyle söz edilmemiştir.
Gazeteler kapatılma tehdidi altında tutulmuş, tarafsız
görev yapmaları engellenmiştir.
Duruşmaları izleyip, basın, radyo ve televizyona haber
kaynaklığı yapan Anadolu Ajansı muhabiri; bazı sıkıyönetim
savcılarıyla görüşüp, ancak onların onayını aldıktan ve
onların istediği biçime soktuktan sonra, duruşmalar hakkında
bilgi vermiştir.
Duruşmaların açıklığına rağmen, duruşma salonuna sadece
sınırlı sayıda sanıkların yakınları, üstelik her gün yerine
getirilmesi ne kadar zor, adeta eziyet teşkil eden usullerle,
alınmıştır.
Kararların meclislerde görüşülmesinde, egemen sınıf
partilerinin onları bir an önce asmak için gösterdikleri iştahlı
tavır, toprak ağası yaşlı bir senatörün konuşmasında dile
gelen; -bunları yargılamaya bile gerek yok, hepsini kurşuna
diziverelim, olsun bitsin- yolundaki hukuk ve adalet anlayışı
ve mahkeme başkanının bugünkü demeçleri; davaya neyin
damgasını vurduğunu herhalde ortaya koymaktadır.
Bütün bunlar, hepimizin gözü önünde olan ve resmen belgelenen
gerçeklerdir. Üç genci sehpaya göndermek için, kapalı
kapılar ardında olup bitenler de, şüphesiz namuslu insanlarca
ortaya konulacak ve bir gün mutlaka öğrenilecektir.
İnfazlardan günümüze 4 yıl geçmesine rağmen, ilk defa;
-DENİZ GEZMİŞ DAVASINA YENİDEN BAKILABİLİR
Mİ?- sorusunun ortaya atılmasının; -hukuk-, -adalet-, -vicdan-
ve -çağdaş insan- gibi bazı mefhumlara yürekten inananlar
karşısında da, bu sözcükleri kişisel çıkar ve yaşamlarının
birer aracı olarak görenler karşısında da; namuslu olmanın
gereğinin yerine getirildiğine olan kesin inancımızla
birlikte;
Bizce, asıl yargılama; onları asanların, davanın ve sonuçlarının
bittiğini, kapandığını sandığı anda; 6 Mayıs 1972 şafak
vakti, halkın vicdanında yeniden başlamıştır.
Gerçekler günışığına çıktıkça, dava hakkında son ve kesin
hükmü, en yüce yargıç; halkımız verecektir.
:::::::::::::::::
VERİLEN ÖLÜM CEZASI UYGULAYICILARA ONUR VERMEYECEK BİR BİÇİMDE
ADALET TARİHİNE GEÇECEK ACILI BİR ÖRNEK OLACAKTIR...
Hasan Basri AKGİRAY
CHP İstanbul Milletvekili
Aslında, hakimlik gerçekten zor ve zor olduğu kadar da
kutsal bir uğraştır. Anadolu'da, halen geçerliliğini koruyan
-Hakim, peygamber postunda oturan kişidir- sözü, bu niteliği
en güzel biçimde anlatan bir halk deyişidir.
Ne var ki, adalet tarihi, özellikle olağanüstü hallerde
oluşturulan mahkemelerin, bu kutsal uğraşıyı gölgeleyen, kişisel
ya da, politik çıkarlarının tutsağı olarak zulme varan
adaletsiz kararlarla doludur. 1789 Fransız Devrimi'nin, insan
kasabı ve giyotinci olarak nitelenen ve ünlü bir hukukçunun
deyimi ile, -marangoz hatası yüzünden kürsüde bulunan-
ve sonunda tutsağı olduğu giyotinde başı koparılan savcı
Fouquier-Tinville'i bu konuda tipik bir örnek olarak gösterebiliriz.
İnsanlık adına övünmek gerekir ki, her toplumda ve her
dönemde zulme, adaletsizliğe karşı savaş veren yürekli ve erdemli
düşünürler, hukukçular olmuştur. Örneğin, 18'inci yüzyıl
sonlarına doğru, Montesquieu, Rousseau ve Beccaria gibi ünlü
düşünür ve cezacılar seslerini yükseltmişler ve bu yürekli
çabaları sonunda, yasa koyucular, suç ile ceza arasındaki
dengeyi sağlayıcı yasalar yapmak zorunda kalmışlardır. Daha
anlaşılır bir deyişle, suç ve ceza arasındaki oran, ta 18'inci
yüzyılda sağlanmış bulunmaktadır.
Aslında T.C. Yasası da, bireye oranla, devleti daha çok koruyucu
hükümler taşımasına karşın, suç ve ceza orantısını
oldukça adaletli koymuştur. Ne var ki, ceza yasalarında, bu
dengenin korunmuş olması yeterli değildir. Uygulayıcıların
da aynı konuda duyarlı olmaları gerekir. Kanımca, Deniz
Gezmiş ve arkadaşlarına verilen ölüm cezası, suç ile ceza
arasındaki oranın en ağır şekilde bozulması konusunda, uygulayıcılara
onur vermeyecek biçimde adalet tarihine geçecek
acılı bir örnek olacaktır. Bir hukuk adamı, hatta sade bir
Türk vatandaşı olarak bundan üzüntü duymamak olanaksızdır.
Üç genç adamın serüvenine, yakın geçmişte hep birlikte
tanık olduğumuza göre, yaptıkları eylemleri burada saymaya
gerek görmüyorum. Şimdi belleklerimizi tazeleyip, yaptıkları
eylemleri anımsayarak T.C. Yasası'nın onlara uygulanan
146//1 maddesi ile, öteki iki maddesini okuyalım:
Madde 146//1: -Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun
tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya
ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan BMM'yi iskata veya
vazifesini yapmaktan men'e cebren teşebbüs edenler idam
cezasına mahkum olur.-
Madde 168: -Her kim 125, 131, 140, 147, 149 ve 156'ıncı maddelerde
yazılı cürümleri işlemek için silahlı cemiyet ve çete
teşkil eder, yahut böyle bir cemiyet ve çete amirliğini ve kumandayı
ve hususi bir vazifeyi haiz olursa on seneden aşağı
olmamak üzere ağır hapis cezasına mahkum olur.-
Madde 171: -125, 131, 133, 146, 149 ve 156'ıncı maddelerde
yazılı cürümlerden birini veya bazılarını hususi vasıtalarla
işlemek üzere, birkaç kişi aralarında gizli ittifak ederlerse
bunlardan her biri aşağıda yazılı cezaları görür.
1) (...)
2) Bu ittifak 146, 147'inci maddelerde gösterilen cürümlerin
icrasına müteallik ise dört seneden on iki seneye kadar ağır
hapis cezası verilir.-
Şimdi bu maddeleri okuduktan sonra, derinlemesine bir
hukuk bilgisine sahip olmasak bile, kafasında beyin, göğsünde
yürek taşıyan insanlar olarak düşünelim. Bu maddelerden
hangisi ile ceza verilmesi adalettir?
Beş-on genç adamla, birkaç silah, bir miktar dinamit lokumu,
konserve kutusu ve karpit ile anayasayı ihlal, Millet
Meclisi'ni iskat olanaklı mıdır? Banka soymak, adam kaçırmanın
anayasayı ihlal ile ilgisi nasıl kurulabilir? Ve nasıl,
nasıl, suç ile ceza arasındaki oran bu denli temelinden yıkılarak,
yaşamlarının en coşkulu çağında üç körpe insan ipe
gönderilir?
Kuşkusuz suçlu idiler, ama ölüm cezasını gerektirecek kadar değil.
Beş-on genç anlaşmış, belki gizli ve silahlı bir çete ya da
cemiyet kurmuşlardı ve bu kuruluş 146'ıncı maddedeki anayasayı
ihlal suçuna müteallik olabilirdi. Ama bu davranışları,
tıpatıp ve kesinlikle 168'inci maddenin kapsamına girer ve ona
göre cezalandırılırlardı. O zaman ölüm yerine en çok verilecek
cezanın, 24 yıl ağır hapis olması gerekirdi.
Suçlu idiler. 146'ıncı maddedeki suçu işlemek üzere, yani
anayasayı ihlal için, özel araçlarla donatılmış, birkaç kişi anlaşarak
gizli birlik kurmuş olabilirdi. Ama o zaman bu eylemlerinin
cezası ölüm değil, 171'inci maddeye göre en çok 12 yıl
ağır hapis olması gerekirdi.
Nitekim, kişiliklerini yakından tanımakla onur kazandığım
Askeri Yargıtay'ın değerli üyelerinden hakim tuğgeneral
sayın Kemal Gökçe ve hakim Alb. Sayın Nahit Saçlıoğlu da,
aynı inançda bulunmuşlar ve sanıkların 146//1 ile değil 168'inci
madde ile cezalandırılmalarını ve ayrıca, hafifletici neden
kabul ederek, 59'uncu madde ile cezalarından indirme yapılması
gerekçesi ile onama kararına aykırı oy kullanmışlardır.
Görüldüğü gibi, en katı hukuk mantığı ve en acımasız bir
ceza adaleti ile davranılsa bile, ölüm cezası adaletsizdir, yanlış
hükmedilmiştir.
Bu ceza sosyal ve insancıl açıdan da hukuk kurallarına
aykırıdır, hatalıdır. Şundan ki, ceza yasamızda, cezayı azaltıcı
takdiri nedenler kabul eden bir 59'uncu madde vardır. Hakimler
bu maddeyi dilediği nedenlerle uygulamak suretiyle cezadan
indirme yapabilirler. Bu indirme ölüm cezalarında, süresiz
ağır hapse çevrilmek biçiminde uygulanır. Bu madde, hakimlere
tanınmış en son insancıl bir yetkidir. Hangi madde
ile ceza verilirse verilsin, hakimlere huzur, suçlulara teselli
verecek bir olanaktır bu. Ne yazık ki, kararda bu olanaktan
da yararlanılmamıştır.
Ölüme mahkum edilen üç gencin, köhnemiş bir düzene
başkaldıran, emperyalizme karşı halk savaşı veren ve bu konuda
gençliğe öğütte bulunan Mustafa Kemal'in çocukları olduğu,
O'nun söz ve davranışlarının, genç, coşkulu yüreklerde
yaptığı etki düşünülmemiştir. Tüm eylemlerinde, can kaybından,
en zor koşullarda bile, titizlikle kaçındıkları, gerek
mahkemede, gerek eylemlerinde takındıkları mertçe davranışları,
suçlarını kabule kadar varan dürüstlükleri hiç göz
önüne alınmamıştır. Oysa, bunlardan sadece bir tanesinin
varolması halinde bile 59'uncu madde uygulanarak hiç olmazsa
ölüm cezasından kurtarılmaları yasal bir imkandı. Ama hayır,
ilahlar kurban istemişlerdi bir kez... ve de kurban verilecekti.
Yanıt 2) Mahkeminin, çağdaş ceza adaletine kesinlikle
ters düşen söz konusu kararının oluşmasında 12 Mart ile
başlayan anti demokratik ortamın etkisi bulunduğu kuşkusuzdur.
Gerçekten bu olağanüstü dönemin ilk hühümet başkanı,
Türkiye radyolarından, -suçluların başları balyozla ezilecektir.-
sözleri ile ilk engizisyonist hükmü vermişti. Anayasanın
132'inci maddesindeki -... Hiçbir organ, makam, merci veya
kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve
hakimlere emir ve talimat veremez. Genelge gönderemez,
TAVSİYE VE TELKİNDE BULUNAMAZ.- yasaklanmasına
bakılmaksızın bir başbakan tarafından bu telkinin yapılması,
sıkıyönetim komutanlıklarınca, birifingler yapılmak, bildiriler
yayımlanmak yolu ile gençlerin suçlu olduklarının kanıtlanması
çabası, yasalara göre karar veren askeri hakimlerin
görevden alınmaları gibi tutam ve davranışlar, mahkemenin
kararına etki yapan somut olaylardır. Bu etki sonucudur
ki, hakimler, anayasamızın 132'inci maddesindeki: -Hakimler
görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasaya kanuna, hukuka
ve vicdani kanaatlarına göre hüküm verirler.- kuralına uyacakları
yerde, 12 Mart ile başlayan ve yaratılan ve yukarda
sözünü ettiğimiz davranışlarla oluşan ortamın etkisi altında
hüküm vermek zorunda kalmışlardır. Yanlış ve adaletsiz karar
verilmesinden en büyük etki bu ortamdır.
Yanıt 3) Deniz ve arkadaşlarının davasına yeniden bakılabilir
mi? Hukuk deneyimi ile, muhakemenin iadesine yasal
olanak var mıdır? Kanımca vardır. Şundan ki, ceza muhakemeleri
usulü yasasının 327'inci maddesinin 3'üncü bendi şu hükmü
koymuştur. -Bizzat mahkum tarafından sebebiyet verilmiş
kusur müstesna olmak üzere, hükme iştirak etmiş olan hakimlerden
biri aleyhine ceza tatbikatı ve kanuni bir ceza ile
mahkumiyeti istilzam edecek mahiyette olarak vazifelerini
ifada kusur etmiş ise- davanın yeniden görülmesi olanaklıdır.
Birinci soruya verdiğimiz yanıtta belirttiğimiz gibi, sanıkların
eylemleri hiçbir yorum ve tereddüde meydan vermeyecek
biçimde 146//1 maddeye uygun değildir. Hele, T.C. yasasında
sanıkların eylemlerine uyan bir 168 ve bir 171'inci madde
varken, 146//1'inci maddeye göre hüküm verilmesi, doğal olarak,
hüküm veren hakimlerin görevlerini kötüye kullanmak suretiyle
kusur işledikleri, sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle
hukuki yorum ya da inanç farklılığı gerekçesi de olayda söz
konusu olamaz.
Kaldı ki, savunma avukatlarının, örnek mahkeme kararları
ve ünlü cezacıların bilimsel görüşlerine dayalı savunmalarında
bu durumu açıklığa kavuşturmalarına karşın, yanlış
ceza maddesi uygulanması, uygulayanların, inançları gereğinden
çok peşin hükümlü olmaları ile açıklanabilir. Böyle
bir davranış ise, sözü geçen 327'inci maddedeki, -vazifeyi ifada
kusurdur.- Bu nedenle de ortada, ceza tatbikatını istilzam
eden bir eylem var demektir. 1803 sayılı af yasası karşısında
hakimlerin, bu eylemleri nedeniyle ceza koğuşturması yapmaya
yasal olanak bulamadığından, suçluluğun, muhakemenin
iadesi istemini inceleyecek mahkemece düşünülmesi gerekecektir.
Aslında, görevi kötüye kullanmanın, hakim hakkında
ceza uygulamasını gerektirecek nitelikte olması, muhakemenin
iadesi için yeterlidir. Hüküm verilmesine gerek yoktur.
Kaldı ki, bu konuda fazla bir kanıt aramaya, ya da yasa
hükümlerini zorlamaya gerek de yoktur. En sağlam kanıtı,
Sıkıyönetim Mahkemesi'nin ölüm cezasını veren Hakimler
Kurulu Başkanı Ali Elverdi, daha geçen gün bir gazetede yayımlanan
anılarında, -... ben komünistleri temizlemek için
bu görevi kabul ettim,- şeklindeki sözü ile vermiş bulunmaktadır.
Hükme katılmış bir hakimin bu kast altında görev alıp
hüküm vermesi, o hakim hakkında ceza koğuşturması yapılmasına
yeterlidir. Bu nedenle hiç düşünmeden, Deniz Gezmiş
davasının yeniden görülmesine yasal olanak vardır, diyebilirim.
:::::::::::::::::
HÜKÜM VERİLMESİNE VE CEZANIN İNFAZ EDİLMESİNE RAĞMEN KAMUOYUNDA
KABUL EDİLMİYOR, TARTIŞILIYORSA O DAVA KAPANMAMIŞTIR
Avukat ERŞEN SANSAL
-Yargılama-, insanoğlunun en ilginç buluşlarından biridir.
Dava, sonuç bakımından -adaleti gerçekleştirme- eylemi olmalıdır.
Belki bir yargılama sonunda verilen kararın, sadece
sanığın kararı olduğu düşünülebilir. Ancak ulaşılan karar,
bir beraat kararı ise bu yargılanana olduğu kadar, yargı hakkını
kişiler eliyle kullanan yargılayana da bir aklanma kazandırır.
İşte, mahkeme kararlarında -kamu adına-, -ulus
adına- gibi ibarelerin kullanılmasının bir nedeni de budur.
Eğer bu karar bir mahkumiyet kararı ise, bunu yalnızca sanığın
kararı sayıp geçmek çok eksik kalır. -Önemli olanın bir
yargılama yapılmış olmasıdır- denilip geçilmesi halinde, adalet
adına verilen bu mahkumiyet kararı, adaleti gerçekleştirme
(!) işini yapanların boynuna asılan yafta olarak kalır. Hele
bu karar, bir idam kararı ise...
Ve bu tür davalar, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin
kapanmaz. Bir dava hükümle biter, ancak böyle davalar bitmez.
Çünkü bir dava, hükmün verilmesine ve cezanın infaz
edilmesine rağmen, kamuoyunda kabul edilmiyor, tartışılıyorsa
o dava kapanmamıştır. Çünkü davanın sanıklarının
idam edilmelerine rağmen, suçlamalar hala devam ediyorsa
o dava kapanmamıştır. Suçlamalar sürdükçe savunmalar da
sürer gider ve bunun kadar haklı bir şey olamaz. Ve bu dava,
-ölüm cezası- gibi, en azından insan hayatını ilgilendiren bir
dava ise, insan hayatını savunmak sürer gider.
6 Mayıs sabahı, üç genç devrimci, idam sehpasında can
verdiler.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan haklarında
açılan dava, Ankara 1 Numaralı Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde
16.7.1971 tarihinde başlamıştı. Davanın iddianamesinde
şöyle deniyordu:
-... O zaman iktidar edenlerinden birinin, bu zaman iktidar
edenlerine tavsiyesi kulaktan kulağa fısıldanıyordu:
Gençliği bölünüz!... Yetkililer korkaklık... kurnazlık içinde seyirci
kalıyorlar, gene söylentilere göre bir gruba yardımcı oluyorlardı...
Gençler artık kendi sorunları yanında memleket
meseleleri ile de ilgileniyordu. Anadolu hala aç, hala kaynaklar
tahrik edilemiyor, hala fırsat eşitliği verilmiyor, hala mirimiranlıktan
kalma mütegallibe ve bir günde milyonlar vuranlar
mağara halkı ile aynı yurt sathında yan yana yaşıyordu.
Pahalılık gene başıboş gidiyor, karşılıklı saygı tarihe karışıyor,
az çalışıp çok kazanan kişiler türeten ülke oluyorduk.
Halkın yarı nisbeti aydınlanmak şöyle dursun okuyup yazmayı
bile öğrenememişti. İdareciler gene 'nurlu ufuklar' nutukları
ile karın doyurmaya devam ediyorlardı...-
İddianame devam ediyordu:
-... Türkiye'de zamanın getirdiği çirkin politikacılar, muhteris
politikacılar; çıkarcılar ve utanmaz adamlar vardı. Her
biri ayrı yönde faaliyet gösterirken iktidar gayesinde birleşiyorlar
onu elde edebilmek için başvurmadıkları şekil kalmıyordu...-
Ne gariptir ki; bu cümlelerin yer verildiği iddianame ile
suçlananlar, davanın sanıklarından ibaretti ve istenen ceza
da -idam- idi.
İki buçuk ay kadar süren dava sonunda Sıkı Yönetim Mahkemesi,
9.10.1971 tarihinde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve
Hüseyin İnan ile birlikte 15 sanığın daha ölüm cezasına
çarptırılmalarına karar verdi.
Sanıklar hakkında uygulanan madde, Türk Ceza Kanunu'nun
ünlü 146'ıncı maddesi idi. Bu madde: Kanunun gerek yapısı,
gerekse düzünlenme biçimi içerisinde, kanunun sistemine
ve ruhuna yabancı garip bir maddedir. Örneğin suçun işlenmesine
ilişkin bir genel kasıt yeterli görülmeyip, -özel
kasıt- aranmış olmasına rağmen, idam gibi bir cezanın öngörüldüğü
maddede bunun unsurlarının neler olduğu belirtilmemiştir.
Oysa bu denli ağır ve çağdışı bir cezanın yer aldığı
bir düzenleme, açık ve net bir şekilde belirtilmek gerekir.
Maddedeki fiil, bir teşebbüsten ibaret olarak gösterilmiştir.
Böylece sanıktaki kastın, asli fiile mi, yoksa teşebbüse mi yönelik
olduğu dahi açıklık kazanmamıştır. Fiilin bir -örgüt suçu-mu
olabileceği ya da bireyler tarafından da işlenilebilir
olup olmadığı tereddütlerine maddenin cevap veremediği gibi;
fiilin icra safhalarında bir ayırım yapılmadığı bakımından
da uygulamaya açıklık getirecek nitelikte bulunmadığı, maddenin
büyük eksiklikleridir. İcra başlangıcının nereden sayılacağı,
suçun işlenme vasıtaları ve bunların elverişlilik niteliği,
keyfi uygulamaları ortadan kaldıracak şekilde açıklığa
kavuşturulmamıştır. Bütün bunlar, 146'ıncı maddenin, kanunun
sistem ve anlayışı içerisindeki yabancılığının kanatlarıdır.
Dava sırasında, sanıklara bu maddenin uygulanabilip uygulanamayacağı
hakkında büyük bir tereddüt belirmişti. Bu
konudaki şüpheler, Askeri Yargıtay'ın kararlarına dahi yansımıştır.
Gerçekten de, Sıkıyönetim Mahkemesi'nin kararı
Askeri Yargıtay'da Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin
İnan dışındaki sanıklar açısından bozulurken; iki üye, bu üç
sanık hakkında dahi -... sanıkların eylemlerinin T.C.K.'nın
146'ıncı maddesine değil, 168'inci maddesine uygun düştüğü ve
haklarında hafifletici neden kabul edilerek 59'uncu maddenin uygulanması
gerektiği...- gerekçesi ile, karara muhalefet şerhi
koymuşlardı. Gene Askeri Yargıtay Daireler Kurulu, davanın
diğer sanıkları hakkında verdiği kararda; bir sanık hakkında
T.C.K.'nın 169'uncu maddesinin uygulanmasını öngörüyordu.
Bu madde ise, bir önceki 168'inci maddeye bağlı bir suçu düzenlemektedir
ve davanın diğer sanıklarının sorumluluğunu
168'inci madde kapsamında düşünme karinesine dayanır. Bu suretle
karar, 146'ıncı maddenin uygulanmasına ilişkin olarak büyük
bir yara almıştı.
Sıkıyönetim Komutanlığı nezdinde kurulmuş Sıkıyönetim
Askeri Mahkemesi'nde bunlar savunulmuş olmakla birlikte,
Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nın yayınladığı 49 numaralı
bildiride, -... Bu suçluların bir an evvel cezalandırılarak layık
oldukları cezaları görmeyi bütün kamu arzu etmekte...-
denildikten sonra, savunmaların -bizzarur- dinlenildiği belirtilmekteydi.
İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından
yayınlanan 26 numaralı bildiride ise, -... infaz işlemlerinin
başlamak üzere olduğu bu günlerde...- denilmekteydi ve bu
bildirinin yayınlandığı tarihte henüz Yargıtay'daki savunmalar
yapılmamıştı bile.
Kısaca -Anayasayı ihlal- diye adlandırılan 146'ıncı maddede
yazılı suçun, kanunda belirli bir düzenlemeye tabi tutulmamış
olması, uygulamada ve düşünce alanında, madde hakkındaki
tartışmaların yoğunlaşmasına neden olmuştur. Bugün
genellikle kabul edildiğine göre, madde, anayasal görev
ve yetkileri kullanma durumunda bulunanlara işlenebilecek
suçlar için uygulanabilir; anayasayı yürütme görevine sahip
olmayanlar tarafından bu suç işlenemez. Örneğin yargı organlarının
kararlarına uymamanın, 146'ıncı maddedeki suçu
oluşturduğu birçok hukukçu tarafından ifade edilmiştir. İşkence
suçlarının ya da milletvekillerine oylarını kullanmaları
ve yasama görevlerini yerine getirmeleri konusunda çeşitli
şekillerde etki yapılmasının, 146'ıncı madde kapsamında
olacağı belirtilmiştir. 146'ıncı maddenin daha önce Adnan Menderes
ve Talat Aydemir olaylarında da uygulandığı hatırlandığı
zaman, aynı maddenin gerçekten Deniz Gezmiş, Yusuf
Aslan ve Hüseyin İnan haklarında ne derece uygulama alanının
olacağı oldukça terüddütlü kalır. Ancak 12 Mart dönemi
uygulamaları 146'ıncı maddeye eskisinden farklı, başka bir
anlam getirmiştir. Bu da, maddede yazılı suçun siyasal maksatlarla
işlenmesidir. Ancak bu, maddenin uygulama alanını
daraltmak amacı ile değil, tam aksine temelinde siyasi inanç
bulunması nedeni ile -düşünce suçu- kapsamında genişletmek
amacı ile yapıldığından, maddenin alanında ve kapsamında
bir değişiklik yaratılmıştır.
Daha mahkeme başlarken, davanın ilk celsesine sanıklar
getirildikleri sırada, bir sanık, başına copla vurularak yaralanmıştı.
Bir başka sanığın da duruşmaya sedye ile getirilip
götürüldüğü davada, gene bir diğer sanık da duruşma salonundan
omzundan dipçiklenmişti. Avukatların ve duruşmaya
alınabilen az sayıdaki dinleyicilerin üstleri, tepeden tırnağa
sıkı bir şekilde ve her defasında aranıyordu. Duruşma salonu,
sanıklara ve avukatlara dört taraftan çevrilmiş namlularla
bir savaş alanını andırıyordu. Avukatların duruşma salonuna
kabul edilmek için avukat olmaları, vekaletname almış
bulunmaları yeterli değildi, ayrıca daimi taşınması gereken
bir kart bulunmazsa bunlar geçerli olmuyordu. Dinleyicilik
özel bir kart sınırlamasına bağlanmıştı. Yargılama aleniyetinden
bahsedilemezdi. Dava devam etmekte iken, davanın
11 avukatı hakkında -ordunun manevi şahsiyetine ve askeri
savcıya hakaret- suçlarından dava açılıp avukatlar mahkum
ediliyor savunma dokunulmazlığı zedeneliyordu. Cezaevinde
avukatların müvekkilleri ile görüşmeleri sebebi ile
avukatlar hakkında soruşturma açılıyordu.
Bir yandan cezaevinde de aynı tarihte çeşitli baskılar ortaya
çıkıyor; bunlarla birlikte çeşitli direnişler, açlık grevleri
vs. devam ediyordu. Öte taraftan politik düzeyde de başka
tutumlar görülmekteydi. Zamanın Başbakanı Nihat Erim,
sanıklara ve yakınlarına seslenerek, onları nedamete çağırıyordu.
Ne gariptir ki; üç yurtseverin -anayasayı ihlal- suçu ile
idam edildikİeri sırada başbakan olan Nihat Erim, aynı anayasayı
-Bu bizim için lükstür- diyerek tadil ettiriyordu. Gene
bir dönemde üç genç devrimci -anayasayı ihlal- suçundan
idam edilirlerken aynı dönemde yapılan yargılamalarda büyük
etkisi görülen anayasa değiştirilip, örneğin -tabii hakim-
ilkesi kaldırılıyordu. Ve gene -anayasayı ihlal- suçunun hükümlülerinin
ölüm cezalarının infazı hakkındaki kanun, aynı
anayasaya aykırı olduğundan Anayasa Mahkemesi'nce iptal
ediliyordu.
Ölüm cezalarının kesinleşmesinden sonra, ilk kez 1790
imza ile kamuoyunda ölüm cezalarının çağdışı niteliği kınandı.
Daha sonra buna birçok bildiriler de eklendi.
Yargılamalar süresince mahkeme başkanı olan Tuğgeneral
Ali Elverdi, dava bittikten bir süre sonra emekli olup
AP'ye girerken bir beyanat vererek, görevde iken -politik hizmetler-
yaptığını açıklamıştı. Bu hizmeti, daha sonra milletvekili
olması ile taltif edildi.
Toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihinden ibarettir.
Bunlar kimi zaman mutlu, kimi zaman da acı yıldönümleri
olarak tarihteki yerlerini alırlar.
Ve 6 Mayıs 1972 sabahı Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin
İnan, tashihi karar isteklerinin reddi hakkındaki karar,
avukatlarına tebliğ bile edilmemişken idam edildiler.
:::::::::::::::::
12 MART DÖNEMİNDE HUKUK KURALLARI ALABİLDİĞİNE
HİÇE SAYILMIŞTIR...
Avukat Alp KURAN
Türk tarihinde, Selçuklular ve Osmanlılar dahil, yasalar
ve hukuk 12 Mart döneminde olduğu kadar hiçbir zaman çiğnenmemiştir.
Bu dönemde, gerek Sıkıyönetim Mahkemeleri'nin
kuruluşunda ve dağılışında, gerek yargıçların ve savcıların
bu mahkemelere atanış ve görevden alınışlarında, gerek
sanıkların sorgulanmalarında, gerekse yargılanmalarında
hukuk kuralları alabildiğine hiçe sayılmıştır.
Hukuk dışı 12 Mart Muhtırası'na hizmet eder görüntüsü
altında, birtakım faşizan güçler, yalnız 12 Mart tarihinde yürürlükte
olan yasaları çiğnemekle kalmamışlar; hukuk dışı
sorgulamalar ve mahkumiyet kararları elde edebilmek için
yasalarda ve hatta anayasada istediklerı değişiklikleri
yaptırabilmişlerdir. Ancak bu faşizan güçler, yasalara kendi
getirdikleri değişiklik hükümlerini de yetersiz bulmuşlar, çoğu
kez bunlarla dahi kendilerini bağlı saymamışlardır.
Gözaltı süresiyle ilgili yasa ve anayasa değişiklikleri ve
uygulamaları bunun en belirgin kanıtıdır.
12 Mart Muhtırası'nın verildiği tarihte, gözaltı süresi 24
saattir. Yani sanığı polisin ve güvenlik kuvvetlerinin elinde
24 saatten fazla tutma olanağı yoktur. Anayasa kesin mahkeme
hükmü olmadıkça hiç kimsenin özgürlüğünden yoksun
bırakılamayacağı hükmünü koymuştur. Sanığın tutuklanmasını
yargıç kararına bağlamıştır. Yasalar sanığın ilk sorgusunun
polis ya da güvenlik kuvvetleri tarafından yapılmasını
yasaklamış, bu yetkiyi savcılara vermiştir. Savcı 24 saat
içinde sanığın sorgusunu yapacak ve yargıç önüne çıkaracaktır.
Durum bu iken, 12 Mart döneminde, suçsuz insanlardan
işkenceyle suçluluk ikrarı almak için, yargılama usulü yasasında
gözaltı süresi, anayasaya aykırı olarak, 24 saatten 30
güne çıkarılmış; bu 30 günlük sürenin büyük bir bölümü organlara
elektrik vermek dahil her türlü işkenceye ayrılmış,
geriye kalan kısmı da işkence izlerini yok etmekte kullanılmıştır.
Yasada yapılan bu değişiklikten sonradır ki, gözaltı
süresinin 24 saatten fazla olamayacağını bildiren anayasa
hükmünü değiştirmek yoluna gidilmiş; böylece yasalar
anayasaya uygun olarak çıkarılmak gerekirken, anayasa, yasa
değişikliklerine uydurulmak istenmiştir. Yapılan anayasa
değişikliğinde gözaltı süresi 15 gün olarak belirlendiği ve
herkes öncelikle anayasa hükümlerine uymak zorunda olduğu
halde; sıkıyönetim makamları 30 günlük gözaltı süresini
uygulamaya ve işkenceleri uzatmaya devam etmişlerdir.
O dönemde yalnız kendilerine -anarşist- adı takılan
silahlı gençler değil, 12 Mart Muhtırası ile şapkasını alıp
giden Başbakan Demirel, onun yerine gelen partilerüstü
hükümetler, parlementoda bu hükümetlere ve anayasa ile
yasa değişikliklerine oy vermek zorunda bırakılan siyasal
partiler, cumhurbaşkanlığı seçimleri de hukuk dışı baskılara
ve işlemlere uğramıştır.
Bu dönemde, silahlı eylemlere girişen gençler yanında, bu
tür eylemlerle uzaktan yakından hiçbir ilgisi bulunmayan
yazdıkları kitaplardan ötürü birçok bilim adamı, sanıkları
Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde savundukları için hukukçular,
çeviri yapan aydınlar, sanatçılar da hukuk dışı yollardan
tutuklanmış, mahkum edilmek üzere sanık sandalyesine
oturtulmuştur.
Hukukun böylesine ve bu boyutlarda çiğnendiği bir ortamda,
bu dönemin sıkıyönetim sanıkları da elbette bu uygulamadan
fazlasıyla nasiplerini almışlar, hukuk dışı sorgulamalardan
ve yargılamalardan geçirilmişlerdir.
12 Mart dönemi savcılarının ve sorgulama makamlarının
pek çok suçlamalarının asılsız ve hukuk dışı olduğu sonradan
anlaşılmıştır. Tutuklama kararlarından çoğunun
hukuksal nedenlere değil, siyasal amaçlara dayalı olduğu
açıkça ortaya çıkmıştır. Binbir güçlük içinde gerçekleştirilen
1973 genel seçimlerinden sonra verilen mahkeme kararları
bunun kanıtıdır. -Sabotaj Davası- adıyla anılan davanın iddianamesi
ve bu davada verilen beraat hükmü bunun en
belirgin örneğidir. Eğer 1973 seçimlerinin getirdiği ortam olmasaydı,
tertipçilerin elinde, -Sabotaj Davası- ile birlikte,
daha pek çok davanın suçsuz sanıklarının Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde
en ağır cezalarla mahkum edileceklerinde kuşku yoktur.
İşte hukuksuzluğun böylesine egemen olduğu bir dönemde,
silahlı eyleme giriştikleri ve bu yoldan anayasal düzeni
cebren değiştirmeye teşebbüs ettikleri gerekçesiyle, üç genç
--Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan-- idam edilmişlerdir.
Bu durum, sözü geçen idam cezalarının hukuka uygun
olup olmadığı sorusunu daha ilk günden akıllara ve vicdanlara
yerleştirmiştir. Yazıya dökülmese, herkes kendi kendine
ve yakınlarına bu soruyu sormaktadır. İstesek de istemesek
de toplumsal gerçek budur.
Kaldı ki, yukarıdaki soruyu sormayı haklı gösterecek başka
olaylar ve mahkeme kararları da vardır. Bir kere, Deniz
Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan gibi ve aynı amaçlarla
ayrı türden silahlı eylemlere girişen başka gençler de olmuştur.
Fakat onlar hakkında idam cezası verilmemiş, infaz edilmemiştir.
İkincisi İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemisi'nin
-Anayasayı ihlale teşebbüs- suçu hakkında verdiği gerekçeli
karardır. İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi, söz
konusu kararına silahlı beş-on kişinin; giriştikleri eylem ne
olursa olsun, Devletin uçakları, tankları, deniz filoları karşısında
anayasayı ihlal suçunu işlemelerine olanak bulunmadığını;
çünkü bunda hiçbir başarı şansı bulunmadığını, bu
nedenle ortada Ceza Hukuk deyimiyle -işlenemez suç-
bulunduğunu bu durumda olsa olsa --Türk Ceza Kanunu'nun
146'ıncı maddesine giren ve idamı gerektiren anayasayı ihlale
teşebbüs suçu değil-- çok daha hafif bir cezayı gerektiren
-Türk Ceza Kanunu'nun 146'ıncı maddesini ihlale hazırlık
suçu-nun işlenmiş olabileceğini (T.C.K. mad. 168) ortaya koymuştur.
Bu gerçekten düşündürücü ve gerekçesi itibariyle
inandırıcı kararından sonra ise, İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim
Mahkemesi bütün hukuk kurallarına aykırı olarak lağvedilmiştir.
Örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Bir ülkede yalnız bütün vatandaşların değil, yabancıların
dahi, yürürlükteki hukuk kurallarına göre güvence içinde
yaşamaları ve bir suç töhmeti altındaysalar hukuk kurallarına
göre yargılanmaları en doğal hakları olduğuna göre,
yukarıda beri belirttiğimiz bu olgular karşısında, Deniz Gezmiş,
Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarının hukuka uygun
olup olmadığını saptamak üzere, tek yasal yol olarak,
-Deniz Gezmiş davasına yeniden bakılabilir mi?- sorusu akla
gelmektedir.
Bu soru ortaya atılırken, giden canların geriye gelmeyeceği
bilinmektedir. Fakat Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve
Hüseyin İnan'ın idam kararları eğer haksız ise, bir daha ülkemizde
haksız ve onarılmaz idam cezaları verilmemesi için,
bu soruyu ortaya atmakla bir yurttaşlık ve insanlık görevi
yerine getirilmiş olmaktadır.
Hemen belirtelim ki, yürürlükteki hukuk kurallarına ve
düzene göre, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın
suçsuz olduklarını ve cezasız kalmaları gerektiğini savunmuyoruz.
Yürürlükteki yasalar karşısında, bu üç gencin
giriştikleri eylemlerle suç işlediklerinde kuşku yoktur. Sorun
bu üç gencin suçlu olup olmadıkları değil, verilen ve uygulanan
cezanın suça ve hukuka uygun olup olmadığını saptamaktır.
:::::::::::::::::
ALİ ELVERDİ GÖREVİNİN NE OLDUĞUNU AP'DEN MİLLETVEKİLİ OLDUKTAN
SONRA KAMUOYUNA AÇIKLAMIŞTIR...
Avukat Mükerrem ERDOĞAN
Üç genç arkadaşın asılmasından tam iki ay sonra gözlerim
bağlı olarak getirildiğim Kontr-Gerilla karargahında
madeni sesi çınçın öten ve kendisine -albayım- denilen zat
demişti ki:
-Onların işi yakalandıkları zaman bitmişti.-
Bu zatın bu açıklaması o anda, bizim Sıkıyönetim Askeri
Mahkemeleri'nin kuruluşu, işleyişi ve üyelerinin atanmasıyla
ilgili olarak sahip olduğumuz ve yargılama sırasında ileri
sürdüğümüz düşüncelerin teyidi anlamını taşıyordu.
Ancak, bütün bunlara karşın, hukukçu olmanın koşullandırmasıyla
Askeri Mahkeme'nin 18 gencin idamına imza
atacağını ve kalem kıracağını beklemiyorduk. Bir bankanın
soyulmasının, 4 Amerikalı erin kaçırılmasının Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası'nı tebdil, tağyir ve ilga edeceğini bir
hukukçunun anlaması ve kabullenmesi olanak dışı bir şeydi.
Davanın politik niteliği dahi bu eylemlere TCK.'nın 146'ıncı maddesinin
uygulanmasına yetmezdi. Ne var ki önceden saptanmış
sonuca varabilmek için anayasa ve ceza hukuku ilkeleri
bir tarafa itilmiş, suç ile ceza arasında akıl almaz oransızlık
taşıyan bir karar verilmişti.
Suç ile ceza arasındaki bu oransızlığın nedenini bir çırpıda
tanımlamak olanaksızdır. Bu konunun her bir yönü
siyasetbilimciler, sosyologlar, ekonomistler ve tarihçilerle
psikologlar tarafından ayrı ayrı incelenmelidir. Özellikle bir
psikolog, bu oranı bozanlar arasında, çok ilginç prototipler
bulacaktır.
Üç genç insanın asılmalarından sonra infaz tutanağı
düzenlenip, tutanak ilgililer tarafından imzaladıktan sonra
idam cezalarını veren Askeri Mahkeme Başkanı Ali Elverdi
bize dönerek (Halit Çelenk'e ve bana):
-Bizler görevimizi yaptık,- demiştir.
Görevinin ne olduğunu da Adalet Partisi'nden milletvikili
seçildikten sonra Türk kamuoyuna açıklamış bulunmaktadır.
Namuslu gazetecilik anlayışının bir ürünü olan bu röportaj
ile halkımızdan ısrarla gizlenen gerçekler halkımızın bilgisine
sunulmuştur. Şüphesiz halkımız bu gerçekleri en doğru
şekilde değerlendirecektir. İnfazları anında bizim yanlarında
olmamızı isterken ONLAR'ın da umudu bu idi.
Deniz Gezmiş davasına yeniden bakılabilir mi? sorusunun
cevabı kuşkusuz Ceza Yargılama Usulü Yasası'nın dar
kuralları içerisinde aranmayacaktır. Bu dava halkımızın yüreğinde
6 Mayıs 1972 sabahından beri -derdesti rüyet-tir.
Bu şaşmayan ve yanılmayan yargıç, elbette, nihai
kararını verecektir.
:::::::::::::::::
ASKERİ GÖREVLERİ YANINDA POLİTİK GÖREVLER DE YAPTIĞINI
SÖYLEYEN ELVERDİ HAKKINDA KOVUŞTURMA AÇILMASI GEREKİR
Avukat Orhon İZZET KÖK
1'inci THKO Davası sonunda verilen kararlar, teknik anlamda
hukuka aykırı, yanlış kararlardı. Olayda, 146'ıncı maddenin
öğeleri kesinlikle mevcut değildi ve adı geçen maddenin bu
davada uygulanması olanaksızdı. Bu maddenin uygulanabilmesi
için özellikle yasanın öngördüğü, kasıt, icra başlangıcı
ve elverişli vasıta gibi öğeler yoktu ve bunlar olmadan hüküm
verilemezdi. Bunlar, davanın savunması sırasında uzun
uzun anlatılmış, eleştirilmiştir. O nedenle, savunmanın
burada yeniden özetlenmesinin bir yararı bulunmamaktadır.
Pratik önem taşıyan sorun şudur: Bulunduğumuz noktada,
davaya yeniden bakılması istenebilir mi? Yasal deyimle
yargılama yenilenebilir mi?
Kuşkusuz, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın
idam edilmiş olmaları, böyle bir isteme engel değildir. Ancak
yargılamanın sanık lehine yenilenebilmesi ve bunun istenebilmesi
için yasa bazı koşulları gerekli görmektedir.
CYUY'nın 327 ve 353 sayılı yasanın 228'inci maddelerinde 5
madde halinde düzenlenen bu koşullardan, konumuz
bakımından öncelikle ikisi, tartışılabilir bir nitelik taşımaktadır:
1) Gerçekten, CYUY'nın 327'inci maddesinin 3'üncü fıkrasına (353
Sayılı yasanın 228'inci maddesi: C) göre:
-Hükümlünün kendisi tarafından sebebiyet verilmiş olan
kusur dışında, hükme katılmış olan hakimlerden biri aleyhine
ceza kovuşturmasını ve kanuni bir ceza ile hükümlülüğü
gerektirecek nitelikte olarak görevini yapmada kusur
etmiş- olmak, yeniden yargılama istemini gerektiren nedenlerden
biridir.
Biliyoruz ki, 1'inci THKO Davası'na bakan mahkemenin
hukukçu olmayan başkanı Ali Elverdi, emekli olduktan sonra
AP'ye girmiş ve giriş töreninde yaptığı konuşmada,
sıkıyönetim döneminde -askeri görevleri yanında politik
görevler de yaptığını- söylemiştir. Elverdi'nin benzer itirafları,
daha sonra başka konuşmalarda da sürmüş ve bunlar
kamuoyuna yansımıştır.
Yargılama, bir -askeri görev- değildir, hukuki bir görevdir.
Oysa Elverdi bundan söz etmemekte ve yaptığı işleri askeri
ve politik olarak ikiye ayırmakta, öyle sınırlamaktadır. Şu
hale göre Elverdi, mahkemelerde -politik- görev yapmıştır,
yani özel bir -politik-siyasal- görevle orada bulunmuştur.
Yargıçlık görevini siyasal bir görev nedeniyle yürütmek ve bu
amaçla kullanmak ise yasadaki deyimle, ilgili hakkında
-ceza kovuşturmasını- ve sonunda -hüküm giymeyi- gerektirecek
bir eylemdir.
Gerçi Elverdi bu yüzden -hüküm giymiş- değildir. Ama
yasa, -ceza kovuşturmasını ve hükümlülüğü- gerektirmeyi
yeterli bulmaktadır.
Öte yandan bu durumun ispatı da gereksiz hale gelmiştir.
Çünkü itiraf bizzat Elverdi'den gelmektedir. Ortada -ikrar-
vardır.
Özet olarak, yargılamayı yapan ve hükmü veren mahkemenin
başkanı, orada politik görevle bulunduğunu ikrar
ve itiraf ettiğine göre yasanın 327//3'üncü maddesi çerçevesinde
yargılamanın yenilenmesi gerektiği konusu ciddi olarak tartışılmalıdır.
Öte yandan, Cumhuriyet Savcılığı'nın, bu ikrarı
değerlendirerek Elverdi hakında ceza kovuşturması açması
da bizce gereklidir.
2) Aynı yasanın 5'inci (353 S.Y E) fıkrasına göre:
-Yeni olaylar ve yeni deliller ileri sürülüp de bunlar yalnız
başına veya daha önce irad edilen delillerle birlikte gözönünde
tutuldukları takdirde, hükümlünün beraatini veya daha
hafif cezayı gerektiren kanun hükmünün uygulanması ile
hükümlülüğü gerektirebilecek nitelikte olursa...- yine yargılamanın
yenilenmesi istenebilir.
Bu konuda yapılacak araştırmalar ve davanın bütün
müdafileriyle yapılacak temaslar sonunda elde edilebilecek
ya da saptanabilecek bir delil ve belge söz konusu olursa yargılamanın
yenilenmesi için başvurma yolu her zaman açıktır.
Bu konudaki yeni delil ya da belgenin tek ya da çok olması
önemli değildir. Hiç kuşkusuz bu konu, geniş bir hazırlık ve
çalışmayı gerektiren bir iştir. Ama yasanın buna olanak verdiği
de bir gerçektir.
:::::::::::::::::
22 KİŞİLİK ADALET KOMİSYONU'NDA İDAMA KARŞI GELEN TEK ÜYE BENDİM
Mevlüt OCAKÇIOĞLU
Niğde eski CHP milletvekili ve TBMM Adalet Komisyonu eski üyesi
Kim ne derse desin, çapı ne olursa olsun, son senelerde
gençlik, talebe ve işçi hareketleri, halka dönüklüğü nisbetinde,
her türlü usul ve vasıta kullanarak, --bu vasıtaların en etkeni
din olmuştur-- iç ve dış sömürü talana karşı, baş kaldırmayacak,
hakkını soramayacak, bu benim kaderim, o'nun
kısmeti diyecek kadar zavallılaşmış, beyni uyuşturulmuş,
gecekonduların köy-kentlerin sakinleri, yoksul çilekeş, amma
bu vatanın öz ve bağlı insanlarını halk kitlelerinin uyandırmak,
hakkını sorar ve arar, kıpırdanır, konuşur hale getirmek
gibi çok kutsal, çok insancıl çok yurtsever davranışlardır.
Bir gerçektir, bir zamanların, suskun, uyuşuk insanları,
fakir halk yığınları, bugün --son birkaç yıldır-- konusu, ister,
direnir, çekişir hale gelmiştir. O bombalar, o soyguncular, o
kaçırmalar o boğuşmalar, köyde, kentte, gecekonduda sefil ve
perişan, ama Allah'a çok şükürle kıfafi nefs eden insanlarımızın
kulağını ve gözünü Ankara'ya, İstanbul'a, soyguna,
sömürüye, hakka, hukuka çevirmiştir. Ülkede ne olup bittiğine
merak sardırmıştır. Bu çok büyük bir aşama.
Bu hal senede milyonlarca lafla, arka sıvazlıyarak, rüşvet
vererek, sermaye ve soygun düzeninin gereklerine uyarak,
içine girerek, vergi kaçırarak, yoktan vergi iadesi nasiplenerek,
sahip olanların hoşuna gitmiyor, gitmez de. Beleşçiliğe,
vurguna, soyguna, talana alışmış, uyanışı ve uyanışa
önayak olanlara ağır saldırılara uğratmak, elden gelirse yok
etmek baş çaredir.
İşte üç fidan da --Ben bunlara delikanlılar demiştim.
Adalet Komisyonu'nun infazı onaylayan kararına muhalefet
şerhimde-- bu sebeple öleceklerdi, öldürüldüler. Kıpırdayana
gözdağı olarak öldürüldüler.
Anayasa dibacesinde ülkede yaşayan bütün fertlerin,
kaderde, kıvançta, tasada ortaklığını emreder. Devlete halkı
belli bir ölçüde insanca bir hayat seviyesine getirmekle
yükümlü sosyal devlet niteleğini vermiştir.
Bu hareketlerin içinde olanlar, anayasanın bu emirlerini
uygulamaya davet ediyorlar. Yasal yollardan, demokratik
usullerle, ilk gençlik hareketi, böyle idi, sermaye ve sermayeye
dayalı hükümet, birtakım karşı hareketlerle samimi,
iyi niyetli, yasalara dayalı davranışları neticede kana buladı,
suça yöneltti.
Bu olayın görüşüldüğü sırada Millet Meclisi Adalet
Komisyonu Üyesi olduğum için, konuyu daha teferruatlı dosyası
üzerinden inceledim. Dikkatimi bir mühim nokta çekti.
O konuyu başlık yaptım. Bunu izahta belirtmede meselenin
içyüzünü gösterme bakımından büyük yararı var:
KARARIN BİR YERİNDE ŞÖYLE YAZILMIŞ (İdam kararının)
-Sanıkların ve müdefaiilerinin Türkiye'nin bugünkü ortama
gelmesinin ve olayların gerçek müsebbiblerinin politik
iktidar ve emrindeki, militanlar oldukları, bunlara karşı
çıkanların meşru müdafa halinde bulundukları yolundaki
beyanları bu hadisede Türk Ceza Kanunu'nun 51'inci maddesinin
tatbikini talep eder, istikametteki savunmaları haksız
tahrik müessesindeki, hukuki unsurlardan, mahrum
bulunduğundan, hukuki yönler itibariyle, kabule ayan
görülmemiş, bu detaylı eleştiri ve iddialar hakkında mahkememiz
kişisel görüşlerini mahfuz tutmuş, müessese olarak
bunların üzerinde hüküm vermeyi kamu vicdanına, tarihe,
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin takdir yetkisine bırakmayı
uygun görmüştür.-
Bu paragrafı koymakla hakimler güya halka, tarihe karşı
sorumluluktan, kendilerini kurtarmak istemektedirler. Bilmektedirler
ki, bu hareketlerde, T.C.K.'nın 146'ıncı maddesini ilgilendiren
bir vasıf ve mahiyet yok. Banka soygununun ayrı,
adam kaçırmanın ayrı, polis kulübesini kurşunlamanın ayrı
ve 5-10 senelik hapsi gerektiren, cezalar var. Amma ilahlar
kurban istiyor. O günkü hakim zümre, bozuk düzen kurban
istiyor. O düzenin mahkemesi de bu kararı verecektir. Kusurumuza
bakmayın demek istemektedirler. Kişisel görüşün
var da hiç olmazsa T.C.K.'nın 59'uncu maddesini uygulayıp idamı
müebbet hapse çevirmen, en tabii hakkın. Takdirine giren
hakkın olmadı.
Sizin idam kararınıza büyük Türk milleti ne çare bulabilir.
Tarih ne çare bulur, meclisin teşekkülünü biliyorsunuz,
mahkememizi görevli kılan, sizi oraya tayin edenler çoğunlukta;
bunu bilmezsiniz. Bu özür mü, hakim beyler? Muhakkak
ki idamı isteyen meclis grupları içinde halka dönük milletvekilleri
vardı. Ancak gruplarına, yaslandıkları düzene
karşı gelemediler. Karşı gelseler kendileri de tasfiye edilirlerdi.
Haktan yana, adaletten yana olmak zordur. Büyük fedakarlıklar
yüreklilik ister.
22 kişilik Adalet Komisyonu'nda, idama karşı gelen tek
üye bendim. Geniş muhalefet şerhim, Millet Meclisi'nin
10.3.1972 gündeminde okundu. Bana yan bakanlar oldu, komünist
diyenler oldu, amma ben hukuktan adaletten yana
olmamın iftiharı, huzuru içinde oldum, olmakta da devam
ediyordum.
Çok gezdim Anadolu'yu. Hakimlik yaptım, avukatlık yaptım,
politik çalışmalarım oldu, halka karıştım, sıkıntıları,
dertleri, çileyi, her türlü yoksulluğu gördüm. Bu çilenin bitmesi
gerektiğine inanmaktayım. Bu uğurda mücadele edenleri
takdir etmekteyim.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan'ın idam kararları
üzerinde iadei muhakemeye gidilebilir mi?
Gidilir elbet, amma onların, davalarına hizmet ettikleri,
halk iktidarının kurulmasına bağlıdır. Bu netice, bu üç delikanlının
nasıl bir yasadışı takdir ile idam edildiklerini izah
edebilirdim sanırım, bunlar Anadolu'nun bağrından, köylerden
yetişip gelmiş yavrulardı. Ülkenin, Türk halkının maruz
kaldığı hizmet yoluna böylece girmişlerdi, ruhları şadolsun.
:::::::::::::::::
İKİSİ 25, BİRİ 23 YAŞINDA OLAN BU ÜÇ GENÇ ÖLÜMDEN
KURTULAMAZ MIYDI?
Avukat Faik MUZAFFER AMAÇ
Konuya genel açıdan bakıldığında:
1) 353 sayılı (Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama
Usulü kanununa göre, yalnız Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri'nde
değil, yargı görevlerini olağan dönemlerde de
yapan bütün askeri mahkemelerde hakimler; hakimlik
güvencesinden yoksundur. Örneğin, bu hakimlerin terfileri;
idari sicil üstlerince verilecek sicile bağlıdır. (Madde: 12)
Atanmaları, yer değiştirmeleri; Milli Savunma Bakanı ile
Başbakanın müşterek kararnamesiyle olur. (Madde: 16) Askeri
hakimler; Milli Savunma Bakanı tarafından disiplin
cezalarıyla cezalandırılabilir. (Madde: 29)
Böylece, hakimlik güvencesinden yoksun hakimlerden
kurulmuş olduklarından bütün askeri mahkemeler, kuruluş
bakımından anayasaya aykırıdır.
Olağanüstü dönemlerde görev yapan Sıkıyönetim Askeri
Mahkemeleri, bu konudaki itirazları Anayasa Mahkemesi'ne
götürmekten çekinmişlerdir. Görevlerini olağan dönemlerde
de yapan öteki Askeri Mahkemeler arasında, konuyu
Anayasa Mehkemesi'ne gönderecekler bulunabilir. Bu nedenle,
her Askeri Mahkemede, davanın çeşidi ne olursa olsun,
sanıklar ve varsa müdafileri; 353 sayılı kanundaki hakimlik
güvencesine aykırı hükümlerin anayasaya aykırılığını ileri
sürüp konunun Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesini istemelidirler.
Çünkü, askeri mahkemelerde, mahkemelerin bağımsızlığı
ve hakimlik güvencesi ilkeleri gerçekleşmedikçe, kamuoyu;
bu mahkemelerden çıkan hiçbir kararı, tam bir güvenle
karşılayamayacaktır.
2) En iyisi, ölüm cezalarının büsbütün kaldırılması ise de
bu ceza yürürlükte kaldığı sürece yasama organı; ölüm
cezalarının yerine getirilmesine ilişkin kanunların yürürlük
maddesini şuna benzer biçimde düzenlemelidir:
-Bu kanun, yayımından 90 gün sonra yürürlüğe girer. Bu
süre içinde kanunun iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması
halinde kanunun yürürlüğe girmesi için Resmi
Gazete'de yayımlanması beklenir.-
Ölüm cezalarının yerine getirilmesine ilişkin kanunlar,
yayımı tarihinde yürürlüğe girecek olurlarsa bunlar, uygulamada
Anayasa Mahkemesi'nin denetiminden kaçırılmış olurlar.
Bu söylediklerimiz, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1
Numaralı Askeri Mahkemesi'nin 9.10.1971 gün ve E:
1971//13, K: 1971//23 sayılı kararıyla ölüm cezasına çarptırılan
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın ölüm
cezalarının yerine getirilmesi konusuna uygulandığında:
25 Mart 1972 günlü Resmi Gazetede yayımlanan 17 Mart
1972 günlü 1576 sayılı (Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve
Hüseyin İnan'ın ölüm cezalarının yerine getirilmesine dair
Kanunun) yürürlük maddesi şöyle idi:
-Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.-
Ancak CHP, kanun daha yayımlanmadan ve yürürlüğe
girmeden, bu konunun iptali için Anayasa Mahkemesi'ne
başvuracağını bildirmiş ve basın da konu ile ilgilenmiş
olduğundan, ölüm cezalarının yerine getirilmesi geciktirildi.
Yayımından sonra hem biçim, hem de esas yönünden iptali
için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması üzerine, kanun,
Anayasa Mahkemesi'nin 6 Nisan 1972 günlü, K: 1972//13,
Karar: 1972//18 sayılı kararıyla iptal edilip 7 Nisan 1972 günlü
Resmi Gazete'nin Mükerrer sayısında yayımlandı.
Anayasa Mahkemesi, kanunu biçim yönünden iptal ettiğinden
-İptal kararına göre, öteki aykırılık iddialarının incelenmesine
yer olmadığına oybirliğiyle karar- vermişti.
Bu iptal kararı üzerine yeniden kabul edilen 2 Mayıs 1972
günlü (Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın ölüm
cezalarının yerine getirilmesine dair) 1586 sayılı kanun 5
Mayıs 1972 günlü Resmi Gazete'de yayımlandı. Bu kanunun
da -Yayımı tarihinde- yürürlüğe gireceği yazılı idi. Bu ikinci
kanun yayımlanınca ölüm cezaları hemen yerine getirildi.
Böylece Anayasa Mahkemesi'nin, önce sadece biçim yönünden
iptal ettiği kanunun, bu kez, esas yönünden de incelenip
anayasaya uygunluğunun denetlenmesi olanağı ortadan kaldırılmış
oldu.
Yasama organı, kanunun yürürlük maddesini, Anayasa
Mahkemesi'nin denetimini önlemeyecek biçimde düzenlemiş
olsaydı ACABA, Anayasa Mahkemesi; kanunu esas yönünden
de iptal etmez ve ikisi 25, biri 23 yaşında olan bu üç genç
ölümden kurtulmaz mıydı?
Bu ACABA'ya karşın ölüm cezalarının yerine getirilmiş
olması; hangi vicdanı sızlatmaz?
:::::::::::::::::
12 MART'IN KENDİNE ÖZGÜ HUKUKLA BAĞLANTISI OLMAYAN
ÖZEL BİR YERİ VARDIR
Avukat Bozkurt NUHOĞLU
Deniz Gezmiş ve arkadaşları davasına yeniden bakılabilir
mi? Bu kararları veren mahkemelere dışardan baskı yapılmış
mıdır? Politik etkenler kararlar üzerinde ne dereceye
kadar etkili olmuştur? Sorularına cevap vermek ve açıklık
getirmek kanımca bir hukukçudan öte her yurseverin görevi
ve de kullanılması gerekli bir hakkıdır.
Ben bu olaya bugün taşıdığım hukuki kimliğin gerektirdiği
açıdan yaklaşmak istemiyorum. Bu olayın hukuki cephesini
çok değerli ve saygın hukukçu meslekdaşlarımız aydınlatmışlardır.
Ve bunu aydınlatmaya devam edeceklerdir.
Benim yaklaşımım da son çözümlemede hukuki durumu aydınlatıcı
nitelikte olacaktır. Ancak bu hukuki bakış açısı
sadece Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılanan Deniz'in dosyası
ile bağlı değildir. Daha çok gerilere giden hukuki duruma
aydınlık getiren bir bakış açısıdır. Bu bakış açısı daha çok
egemen sınıfların -kast- unsuruna dayanacaktır.
Bizce Deniz'in asılarak idam edilmesine yol açan, sadece
son eylemleri değildir. Deniz'i çok yakından tanıyan bir kişi
olarak, onun ilk eylem günlerinden son günlerine kadar
geçirdiği olayları kronolojik olarak anlatıp burjuvazinin kastını
(idam etme kastını) buradan başlayıp son güne kadar
getirmek gerektiğine inanıyorum.
Deniz, karşılıklı sınıf çatışmalarının yer aldığı, sınıflı bir
toplum olan ülkemizde son olaylardan çok daha önce egemen
güçler tarafından bu cezaya çarptırılmıştır. Ancak bu cezanın
infazı için herkesçe bilinen son eylemleri kendilerince makul
bir gerekçe olarak kamuoyuna sunulmuştur. Deniz adım
adım gerçekleştirmek istediği her hukuki ve demokratik eylemin
karşılığında, haksız şekilde her zaman hapishanenin
dört duvarı ile karşı karşıya kalmıştır. Bunun için Deniz Gezmiş
egemen sınıfların bu kinine çoktan layık olmuştur.
Neden? Deniz çalışkan ve başarılı bir öğrenci idi. Hukuk
öğrenimine girmesi rastlantı değildi. Onun hukuk öğrenciliği
devrimciliğinden çok sonra gelir. O hukuk öğrenimine devrimci
mücadele için araç olsun diye, inanarak karar vermişti.
Genç kafasında sisli bir şekilde belirlenen adaletli ve halktan
yana düzeni ancak demokratik yollardan hukuk öğrenimi
yaparak gerçekleştireceğine inanıyordu. Ancak egemen
burjuvazi, bu inançlı ve kavgacı kişiliğe bu olanağı
tanımadı.
Deniz, öğrenci gençliğin mücadelesini bu şartlar altında,
inandığı mücadele biçimi içinde şekillendirdi. Günün tüm öğrenci
örgütleri pasifist, neme lazımcı, kişisel şöhret peşinde
ve bir bakıma burjuvazinin değirmenine su taşıyan kişiliksiz
yapıda idi. Bunun için bü örgütlerle ilerici, yurtsever,
anti-emperyalist ve anti-faşist mücadele gereği gibi yapılamazdı.
Deniz hemen Hukuk Fakültesi'nde, Devrimci Hukuklular
Örgütü'nü kurdu. Arkasından daha geniş bir tabana hitabeden
Devrimci Öğrenci Birliği'ni (DÖB) oluşturdu. Bilahare
bu örgüt FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) içinde aktif rol
oynayarak bu örgütü Dev-Genç'e dönüştürdü. Bundan sonra
Dev-Genç, gençliğin anti-faşist ve anti-emperyalist örgütü
haline geldi.
Gençliğin her anti-faşist ve anti-emperyalist demokratik
atılımı burjuvazinin kalelerinde sonradan tamiri imkansız
gedikler açıyordu. Burjuvazi hedefini seçmişti: İyi bir örgütçü
ve baştan aşağı inanç dolu olan Deniz mahvedilmeliydi.
Çünkü Deniz ve arkadaşlarının mücadelesi üniversite ve toplumun
diğer katlarına yayılmaya ve yansımaya başlamıştı.
Özellikle üniversite ilerici ve devrimci çizgide aktif olarak o
zamanda yerini almıştır. Şöyle ki, 1968-1969 ve 1970 yıllarında
Türkiye'nin çeşitli kentlerindeki üniversitelerin sosyal
ilimlerle uğraşan üç yüze yakın üniversite öğretim üyesi
çeşitli tarihlerde iktidara ve faşist eylemlere karşı yayınladıkları
bildirlerle bu oluşumun en somut örneğini vermişlerdir.
Deniz, her şeyin ötesinde bir eylem adamı idi. Kavradığını
mükemmel kavrar ve derhal uygulamasına geçerdi. Ve derdi
ki -en iyi lider en iyi militan olandır.- O dönemin bütün ilerici
yurtsever anti-emperyalist ve anti-faşist eylemlerinde o ve
arkadaşları yer almıştır. Her demokratik ve haklı eylemin
sonunda Deniz Geçmiş haksız şekilde kovuşturmaya uğruyor
ve tutuklanıyordu. (12 Haziran 1968 işgal eylemi dolayısı ile
cumhurbaşkanı, başbakan, muhalefet lideri ve tüm üniversite
rektörleri öğrencilerin isteklerinde haklı olduklarını
belirtmişlerdi.)
Büyüyen ve yurda yayılan demokratik ve anti-faşist eylemleri
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına bağlamak elbetteki mümkün
değildir. Ama bu eylemlere etkin katkıları olmuştur.
İstanbul'daki son tutuklanma bilindiği gibi Yıldız Öğrenci
Birliği'nde bulunan dürbünlü bir tüfek yüzünden olmuştur.
Bu tüfeğin Deniz'e ait olduğu iddia edilmiş, sonradan aksi
sabit olmuştur. Mahkeme dosyası bunun açık kanıtıdır. Bu
durumda bile Deniz 9 ay tutuklu kalmıştır. Hem de bir önceki
tutukluluğundan sonra özgürlüğüne kavuşmasının
birinci ayı dolmadan. Deniz Gezmiş'in sayısız tutuklamalarında
bütün hukukçuları şaşırtan bir özellik vardır;
bütün tutuklanmaların sonucu mahkemelerde beraattır.
Deniz Gezmiş bu çizgilerden geçerek 12 Mart'a gelmiştir.
12 Mart'ın kendine özgü, hukukla bağlantısı olmayan özel
bir yeri vardır. Bu özel konumda Deniz ve arkadaşları
T.C.K.'nın 146'ıncı maddesi gereğince yargılanmış ve hüküm infaz
edilmiştir. 12 Mart'ın mahkeme başkanları ve yargıçları
ön yargılı ve taraf olan kişilerden olmuştur. İdam hükmünü
veren Ankara Sıkıyönetim 1 No'lu Mahkeme Başkanı Ali Elverdi
sonradan bir vesile ile açıkladığı gibi -Ben, hayatımda
askeri görevlerin dışında politik görevler de yaptım.- Sözü bu
mahkemelerin niteliğini göstermesi bakımından çok ilginçtir.
Ayrıca İstanbul 3 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin 146'ıncı
maddeyi uygulamadığından dolayı lağvedilmesi de bu dönemin
hukuk uygulamasının ne olduğu konusunda insanlara
ibret verecek en ilginç olaydır.
Biz yazımızı onun içerde ve dışarda dilinden düşürmediği
dizelerle bitirmek istiyoruz:
-Delikanlım,
iyi bak yıldızlara.
Onları belki bir daha göremezsin.
Belki bir daha
yıldızların ışığında kollarını
ufuklar gibi açıp geremezsin.
...
Delikanlım,
sen ki, ya bir köşe başında
Kaşından kan sızarak gebereceksin.
Ya da bir devrimci gibi darağacında
can vereceksin-
Onların bütün bir hayat taşıyacağım taze ve sıcak anıları
önünde saygı ile eğilirken, 12 Mart'ın bütün hukuk dışı
uygulamalarının değerlendirileceği günü sabırla beklemekteyim.
:::::::::::::::::
İDAM HÜKMÜYLE SONUÇLANAN BU DAVAYA YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER
GÖSTERİYOR Kİ, KANUNUN DEĞİŞTİRİLMESİ BİR GEREKLİLİKTİR
Prof. Dr. Öztekin TOSUN
Türk Ceza Kanunu'nun 146'ıncı maddesini ihlal suçundan
ölüme mahkum edilen ve cezaları da yerine getirilmiş bulunan
üç kişi hakkında verilmiş ölüm cezasının benzerleriyle
karşılaştırıldığında çok ağır olduğu, bu olayda uygulanması
gerekli maddenin başka bir madde olduğu, bu bakımdan bir
hukuki yanlışlık bulunduğu düşünülmektedir.
Böyle bir yanlışlık bulunduğunda, bu kişilerin yeniden
muhakemesinin yapılıp yapılamayacağı sorulmaktadır.
Bir muhakeme yapılıp bütün soruşturmalar sonucunda
bir karara varılmış ise, bu karar aleyhine bazı denetim
muhakemeleri bulunmaktadır. Örneğin kararı beğenmeyen
süresi içinde temyiz eder; ölüm cezasını gerektiren fiiller için
bu temyiz incelemesi otomatik olarak, yani hiç kimse istemese
de yapılır. Bu yollardan geçtikten sonra son karar
yargı durumuna girer, yani o artık gerçeğe ta kendisi sayılır;
artık bu kararın yeniden ele alınıp uyuşmazlıkların toplum
içinde sürüp gitmesini önlemektir.
Böyle olmakla birlikte, bazı sınırlı nedenler bulunduğu
ileri sürülürse, hukukumuz yargı durumuna girmiş, bu son
karara rağmen, uyuşmazlığın yeniden muhakemesini kabul
etmektedir. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 327-342'inci
maddelerinde düzenlenmiş (muhakemenin yenilenmesi eşittir
muhakemenin iadesi) adını taşıyan bu kurum sayesinde
yeniden bir muhakeme yapıp hukuka aykırı son kararın kaldırılması
olanağı vardır.
Mahkum öldüğünde bu yola başvurmak, örneğin ana
babasına ve kardeşlerine de tanınmıştır.
Üzerinde durduğumuz olayda bu yola başvurulması
olanağı bulunmadığını zannetmekteyim; çünkü, söylemiş olduğum
gibi, bu yola kanunda açıkça gösterilmiş sınırlı
durumlarda gidilebilmektedir.
İ) Sadece son kararın hukuka aykırı olması yetmez ayrıca
kanundaki nedenler bulunmalıdır.
Olayda TCK.'nın 146'ıncı maddesiyle ceza verilmesi hukuka
uygun değildir, başka bir madde ile daha hafif bir ceza verilmeliydi
diye bir fikre dayanıldığı kabul edildiğinde, kanunun
sadece yanlış madde uygulanması durumunda bu yola gidilmesini
kabul etmediğini görmekteyiz. Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanunu'nun 327'inci maddesinde sayılmış nedenlerden
biri bulunması gerekmektedir. Bu nedenleri kısaca görelim:
1) Duruşmada kullanılmış ve son karara etkili bir belgenin
sahte olduğu ortaya çıkmalıdır. Olayımızda böyle bir
belgenin sahte olduğu biçiminde bir iddia yoktur.
2) Yemin verilerek dinlenmiş bir tanığın mahkum aleyhinde
gerçek dışı bir açıklamada bulunması ve bunun son
karara etkili olması gereklidir. Böyle bir tanık açıklamasının
gerçeğe aykırı olduğu ve buna dayanıldığı ileri sürülmemiştir.
3) Son karara katılmış hakimlerden birinin aleyhine ceza
uygulanmasını gerektirecek nitelikte vazifesini kötüye kullanmış
bulunması, yani bir vazifeyi ihmal veya suistimal
suçunu işlemiş bulunması gerekmektedir. Hakimlerin böyle
bir suç işlediği hususunda bir iddia da yoktur zannediyorum.
4) Yeni deliller ileri sürülmesi gerekmektedir. Yeni delil,
duruşmada hiç ileri sürülmemiş veya sürülmüş olsa bile hiç
üzerinde durulmamış delil olarak tanımlanmaktadır.
Bu nokta, dosyanın tam bilinmesi ile cevaplandırılabilir.
Böyle bir delil ortaya çıktığında yeniden muhakeme olabilir;
çıkmadığında yeniden muhakeme olamaz.
İİ) Ölmüş kişiler için sadece beraat etmesi gerekirdi diye
bu yola gidebilmektedir.
Bir an için yeni delil ortaya çıktığını kabul ettiğimizde,
olayda ikinci bir kanun sınırlaması ile karşılaşmaktayız.
Şöyle ki; kanunumuz, ölmüş kişiler hakkında yeniden muhakeme
yapılmasını, onların sadece beraat kararı almaları olasılığında
kabul etmekte, onun dışında etmemektedir.
(CMUK. m. 339) Bu üç sanığın TCK.'nın 146'ıncı maddesiyle değil,
fakat daha hafif bir cezayı gerektiren başka bir madde ile
cezalandırılması gerektiği ileri sürüldüğüne göre, kanunumuzca
böyle bir ceza değiştirilmesi için yeniden muhakeme
kabul edilmiş değildir. Bu hüküm eleştirilere uğramaktadır;
fakat böylece yürürlüktedir.
Demek ki, ölmüş kişiler hakkında sadece beraat kararı
verilmesi iddiası ile bu yola başvurulabilmektedir; daha hafif
bir ceza ile mahkumiyet için bu yol kapalıdır. Böyle bir hukuka
aykırılık son karar yargı halini almış ve sanık da ölmüş
ise, yeniden mahkeme için yeterli olmamaktadır. Eğer beraat
olasılığı yoksa, kanundaki nedenler bulunsa bile, son karar
yeniden ele alınamamaktadır.
Demek ki (İ) numara altında gösterdiğimiz 4 nedenden
biri veya birkaçı söz konusu olayda bulunsa bile, (İİ) numara
altında gösteridiğimiz koşul gerçekleşmediği için, bu yola
gidilmesi olanağı yoktur.
Ancak kanundan çıkan bu sonucun, hukukçuları hiç
doyurmadığı, bu yüzden, bu sınırlamanın kaldırılıp, cezanın
azaltılması için de bu yola başvurulmasına olanak sağlanmasının
doğru olacağı yolundaki eleştirileri dikkate almak
gerekir.
Bu eleştiriler bizi kanunun değiştirilmesi ve yargılama
beraatle sonuçlanmıyacak olsa bile, idam edilen sanığın
davasına yeniden bakılması olanağının sağlanması gerektiği
sonucunu kabule götürmektedir.
:::::::::::::::::
İDAMLARLA İLGİLİ TARiHİ BİR BELGE
TÜRKİYE RAPORLAR BİRLİĞİ BAŞKANI PROF. DR.
FARUK EREM'İN CUMHURBAŞKANI CEVDET SUNAY'A
İDAMLARLA İLGİLİ RAPORU
ANKARA 1 NUMARALI SIKIYÖNETİM MAHKEMESİ
DENİZ GEZMİŞ, YUSUF ASLAN VE HÜSEYİN İNAN'IN
İDAMINA KARAR VERDİĞİ GÜNLERDE, CUMHURBAŞKANLIĞI
HUKUK DANIŞMANI, PROF. DR. FARUK
EREM'Dİ. İDAMLARlN MECLİSTE GÖRÜŞÜLECEĞİ
GÜNLERDE FARUK EREM'DEN MÜTALAASI İSTENMİŞ,
FARUK EREM GÖRÜŞLERİNİ BİR RAPORLA CUMHURBAŞKANLIĞI'NA
BİLDİRMİŞTİ...
Sayın General
Cihad Alpan
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri
Emir buyrulan mütalaa aşağıda saygı ile arzolunmuştur:
1) Usul bakımından: CHP'nin iptal sebeplerinden bir kısmı
usule dayanmaktadır.
a) İvedilik, öncelik: Tasarının Meclis'te ve Senato'da Komisyonların
teklifi üzerine öncelik ve ivedilikle kabul edildiği,
bunu teklif eden Komisyonların gerekçe göstermedikleri
ve karar alındığı sırada da bir gerekçeye yer verilmediği
bildirilmektedir.
--Gerçekten öncelikle (İç Tüzük: 74) gündemde mevcut
maddelere -takdimen müzakere istendiğinde bunun eshabı
mucibesinin dermeyan-ı sorumludur. Cumhuriyet Senatosu
İç Tüzüğünde de (45) -Hükümet veya Komisyon tarafından
yazılı ve gerekçeli bir istek üzerine- bir tasarının önce
görüşülmesine karar verilebileceği açıklanmıştır.
--Millet Meclisi İç Tüzüğünde (70, 71) bir tasarının -yalnız
bir defa müzakeresi ile iktifa edilmesi için Meclis'in kabul
edeceği esaslı bir sebep olmadıkça müstaciliyet kararı verilemez,
müstaceliyet kararının talebi yukarıdaki maddede
münderiç şartları muhtevi ve tahriri olmak lazımdır- denilmektedir.
Senato İç Tüzüğünde de (46) -esaslı bir sebep olmadıkça
ivedilik kararı verilemez- kaydı yer almaktadır.
--O halde -gerekçe- ve -esaslı bir gerekçe- kararının verilebilmesi
için aranan bir koşuldur. Anayasamız -kanunların
yapılması-nı düzenlemiştir (Anayasa 91 ve devamı). İvedili
işler-ivedili olmayan işler ayrımı (92) kabul edilmiştir. O halde
ivedilik kararı ancak koşullarına riayet edilerek, verilebilir.
b) Teklif: CHP, bahis konusu tasarının Meclise Başbakanlık
tarafından sevkini, Anayasanın 64'üncü maddesine aykırı
bulmakta ve bundan evvel Adalet Bakanlığınca Meclise sevkedilmemiş
olan dosyaların Komisyon kararı ile Başbakanlığa
iade olunduğunu ileri sürmektedir.
c) Münferit oylama: CHP'nin gösterdiği sebeplerden biri
de, üç kişi hakkındaki ölüm cezalarının yerine getirilmesine
dair Adalet Komisyonunca hazırlanan tasarının birinci maddesinin
her üç hükümlüyü kapsadığı, bu hali ile genel kurullardan
geçtiği ve hükümlüler hakkında tek tek oylama yapılmadığı,
bu hususun -cezaların şahsiliği- ilkesine aykırı düştüğüdür.
2) Esas bakımından: CHP'nin esas bakımından ileri sürdüğü
iptal sebepleri şunlardır:
a) Parlamentonun yetkisi: Anayasanın 132'inci maddesine
göre yasama ve yürütme organları mahkeme kararlarını değiştiremezler,
yerine getirilmesini geciktiremezler. Bu kuraldır.
Ölüm cezaları hakkında Meclisin vereceği karar, bunun
istisnasıdır. Bu istisnanın sebebi şudur: -... mahkememinin
nazara alamayacağı hususları dikkat nazarına alarak ve aynı
zamanda bir hayata son verilmesinin maşeri vicdanı temsil
eden Parlemonto tarafından bir defa daha incelenmesi-.
b) Kanun teklifleri ve diğer kararlar: Meclis gündeminde
de, bahis konusu tasarının görüşüldüğü aynı günün gündeminde
başka ölüm cezalarının yerine getirilmesi ile ilgili Komisyon
raporları mevcuttur. Bunlar hakkında öncelik ve ivedilik
kararı alınmamıştır. Ayrıca hükümlüler af için Meclise
müraacat etmişlerdir. Ölüm cezasının ilgası açısından da kanun
teklifleri vardır. Bunlar hakkında henüz bir karar verilmiş
değildir.
3) CHP'nin iptal istemi gerekçelerinin değerlendirilmesi:
İptal isteminin usul ve esasa ilişkin gerekçekleri
arasında bir bağlantı görülebilir:
a) Tartışmasız kabul: Eğer ivedilik ve öncelik kararı alınmamış
olsa idi, Meclislerde konu gereği gibi tartışılırdı. Bu
tartışma, -subut- ve -vasıf- açısından olamayacaktı. Zira
hükümler kesinleşmiştir. Anayasanın Meclise tanıdığı yetki
-mahkemelerce verilip kesinleşen ölüm cezalarının yerine
getirilmesine karar vermek-tir. O halde bütün cezalardan ayrı
olarak ölüm cezasının yerine getirilmesi için Meclisin bir
karar vermesi lazımdır. Bu yetki esasında ölüm cezasının
yerine getirilememesi kararının verilmesinde toplanır. Mahkemelerin
değerlendirmeğe yetkili olmadıkları unsurların
Meclis tarafından nazara alınması gayesi takip olunmuştur.
Meclis bu takdirinde bir ölüm cezasının yerine getirilip
getirilmemesinde toplum açısından her türlü mülahazayı ele
alabilecektir. İşte bu nedenle bir kimsenin hayatına son vermede
-ivedelik- ve -öncelik- mantıki değildir. Hukuka aykırıdır.
Anayasa, diğer cezaların aksine, bu cezanın bir defa
da, Meclis tarafından incelenmesini isterken, bunlar hakkındaki
kararın da ivedilik ve öncelikle alınabileceğini düşünmüş
olamaz. Zira bu bir çelişme olurdu. Bir taraftan bir munzam
teminat getirilmesi, diğer taraftan açıkça istical haklı
gözükmemektedir.
Meclis gündeminde ve Adalet Komisyonunda pek uzun
süredir, bekleyen infaz dosyalarının mevcut olduğu bilinmektedir.
O dosyıların hepsinin önüne alınan bir dosyanın gerekli
incelemeden yoksun bırakıldığını iddia etmek haksız sayılamaz.
b) Anayasamızdaki kusur: Ölüm cezalarının yerine getirilip
getirilmemesi kararı diğer bütün Devletlerde -Devlet
Başkanı-na verilmiş bir yetkidir. Zira Devlet Başkanı tarafsızdır.
Tarihi bazı nedenlerle bu yetki memleketimizde Meclise
verilmiştir. Çok partili döneme geçince, çoğunluk partisinin
oy fazlalığı ile tarafsız tasdik makamı olmak niteliği de
kalmamıştır. Bahis konusu ölüm cezalarının verilmesine sebep
olan olayların kendi partilerine daha fazla zararlı olduğu
kanısını taşıyan bir kuruluşun oylamada üstünlüğü tasdik
eylemınin toplumca isabetli kabulünü imkansız kılabilir.
İvedilik ve öncelikle başlayan taraflı tutum, bu cezalar
hakkında her türlü mülahazalar ve parti disiplini dışında
vicdani kanaate göre sonuca varılması kuralına bağlı kalınmadığını
göstermektedir.
c) Mahkemenin kararı: Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesinin
9.10.1971 tarih ve 13//23 sayılı mahkumiyet kararının
53'üncü sahifesinde aynen şu satırlar yer almaktadır: -... detaylı
eleştiri ve iddialar hakkında mahkememiz kişisel görüşlerini
mahfuz tutmuş, müessese olarak bunlar üzerinde
hüküm vermeyi, kamu vicdanına, tarihe ve Türkiye Büyük
Millet Meclisinin takdir ve yetkisine bırakmayı uygun görmüştür.-
Mahkemenin hükmünde yer alan bu satırların zorunlu
kıldığı ölçüde TBMM'nin takdir ve yetkisini usuli kusurlar
nedeni ile, kullanmak olanına sahip kılınmadığı açıkca belli
olmaktadır. Kaldı ki bu satırların uyarıcı etkisi ve özellikle
-mahfuz tutulan görüşler- deyimi, kamu vicdanına ve tarihe
tevdi kılınan hususlar üzerinde gereken önemle durulması
icap eder. Mahkeme kararında (basılı metin, sh. 11) işaret
edilen -ekonomik rezaletler-e ilişkin satırların neyi ifade ettiği
üzerinde durabilecek bir merci bulunmadan bir sonuca
varmak isabetli olamaz. Mahkeme kararı, ölüm cezasına
adeta şarta bağlı olarak, hükmetmiş intibaını vermektedir.
ç) Topluca takdir: Halen yargılamalar devam etmektedir.
TCK'nun 146'ıncı maddesine göre verilen ve verilecek bütün kararların
bir arada ele alınması ve her suçlunun durumu ayrı
ayrı incelenerek işledikleri fiillerin vahamet dereceleri
karşılaştırılarak, tasdik veya ademi tasdik yetkisi böylece kullanılmalıdır.
Aksi halde zamanın geçmesi, eşit olmayan takdirlere
yol açabilir. Yüksek Adalet Divanı ve Aydemir olayında
tasdik makamları bu imkana sahip idiler.
4) Yürütmenin durdurulması konusu: Anayasamızda ve
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşuna Ait Kanunda yürütmenin
durdurulabilmesi hususunda sarahat olmadığı iddiası
doğrudur. Fakat sarahat olmadığından, böyle bir kararı
Anayasa Mahkemesinin veremiyeceği düşüncesi isabetli
değildir. Yürütmenin durdurulması bir usul konusudur.
Usulde kıyas caridir. Bu nedenle Anayasa Mahhemesi bu
yola gidebilir. Esasen bu olaydaki karara -yürütmenin durdurulması-
isminin de isabetli düşmediğini sanıyoruz. Zira
bu terim idare hukukunda bir müesseseyi akla getiriyor. Burada
bahis konusu olan -infazın bekletilmesi-dir. Yürütmenin
durdurulması kararına konu olan bir idari kaza kuralları
ile -infazın bekletilmesi- arasında fark vardır. Anayasa
Mahkemesinin bu konuda vereceği karar, iadei muhakeme
talebinin kabulünde Ceza Mahkemelerinin verdiği karara
dahi, ancak ve kısmen benzemektedir. İadei muhakemede infaz
durdurulursa, örneğin hürriyeti bağlayıcı ceza hükümlüsü
serbest bırakılır. Bu olayda ise sadece ölüm cezasının infazı
durdurulmuş olacaktır. O halde Anayasa Mahkemesinin
bu konuda ittihaz ettiği karar, sadece bir -tedbir kararı-dır.
Bunun için açık hükme ihtiyaç yoktur. Anayasa Mahkemesine
verilen görevin yerine getirilmesini sağlayan hükümlerde
bu tedbirleri almak esasen mevcuttur.
5) Karar-Kanun tartışması: Basında rastlanan bazı görüşler,
ölüm cezasının yerine getirilmesine ilişkin tasarrufu,
Meclisin bir -karar-ı olduğu, kararlara karşı ise anayasaya
aykırılık nedeni ile dava açılamıyacağı, yolundadır. Bu tartışma,
Cumhurbaşkanlığının bahis konusu tasarıyı tekrar
görüşmek üzere iade edip edemeyeceği sorusuna da etkilidir.
Zira aynı şekilde, Cumhurbaşkanının tekrar görüşme istemesi
de, yalnız kanunlar içindir.
Teşkilatı Esasiye Kanunu yürürlükte iken karar-kanun
ayrımı vardı. Yukarıdaki görüş ancak o dönemde haklı gözükebilirdi.
Anayasa bu ayrımı kaldırdı. Ölüm cezasının yerine
getirilmesi de bir -kanun- ile olmaktadır. Bu nedenle:
a) CHP'nin Anayasa Mahkemesine iptal için başvurmasında
bir usulsüzlük yoktur.
b) Cumhurbaşkanımızın yetkileri ise iki bakımdan mütalaa
olunmalıdır.
aa) Cumhurbaşkanımızın yetkileri cezaların affı bakımından
üç belli sebeple bağlı olduğu anayasamızda açıklanmış
bulunduğundan bu yol kapalı bulunmaktadır.
bb) Cumhurbaşkanımızın bahis konusu tasarının usulüne
uygun hazırlanamadığı, ivedilik ve öncelik kararlarının isabetli
görülemediği, böylesine önemli bir tarasarrufta bütün
düşüncelerin ortaya atılmasına olanak sağlanmasındaki zaruret
ve uygun mütalaa buyuracakları sair gerekçelerle tekrar
görüşme isteminde bulunmaları mümkün görülmektedir.
6) Mahkemeden karar istenmesi: Ceza Usulü Kanununun
403'üncü maddesine göre, bir cezanın infazı hususunda tereddüt
olursa mahkemeden karar istenebilir. Kanununun bu
hükmünün ölüm cezasının Meclisce onaylanmasında iddia
olunan bir usulsüzlüğün çözümünü de kapsayıp kapsamadığında
kesin bir kanaat izharı mümkün değildir. Meclisin bir
tasarrufunun mahkemece denetiminde bir çeşit yetkisizlik
görülebilir. Bununla beraber mahkemenin bu hususu mümkün
görmesi ihtimal dışı değildir.
7) Adalet Bakanlığı'nın yetkisi: Ölüm cezalarının tasdik
kanunu çıktıktan hemen sonra infazı adet halindedir. Bununla
beraber iadei muhakemeye müracaat halinde, talebin
kabul veya reddine kadar infazın bekletildiğine örnekler vardır.
Zira infaz halinde telafisi imkansız bir durum bahis konusudur.
Ölüm cezasının hemen infazında bir gelenek mevcut ise
de belli bir infaz süresi yoktur. Böylesine önemli bir konuda,
Adalet Bakanlığının müracaatların neticesini beklemeden
infaz emretmesi veya böyle bir emir olsa dahi, Savcılığın ilerde
kanunsuz sayılması mümkün böyle bir emri yerine getirmesi
sorumluluğu gerektirmiş olabilir. -İnsan hakları-nı
(Anayasa 2) ve bunlar arasında başta gelen -yaşama hakkı-nı
(Anayasa 14) önemsiz saymak mümkün değildir.
Saygı ile mütalaa olarak arzolunur.
22.3.1972 Saat: 22.00
:::::::::::::::::
YENİDEN KENDİ ŞEHRİMDE
En uzun günüydü ömrümün
süzgün, kamaşan bir arzuyla
her yanım karmakarış
yıllar ve yıllar ve yıllar sonra kendi şehrimde
yeniden yazmaya başladığım şu gün...
...
Bir yanı unutulmuş bir yanı taşkın
bir yanı bastırılmış bir yanı bıçkın
düşlerimle boğuşarak uyandım
ve boğulurcasına kendi karanlığımda
saatlerce dolaşıp durdum şehri..
...
Bu şehir gençliğimdi benim,
aşklarım, gizlerim, meraklarım,
kavuşup kavuşup yitirdiğim sevincim..
Kimi külhan, kimi ceylan nicesiyle kapışarak belanın
dövüşürken bu şehir kurtulsun diye acılarından,
şimdi, parçalanmış canlara bakarken bile sağır
acılardan zevk alan insanlar mı çoğalmış?
Kimisi yalanı kanıksamış, kimisi suskun kalanı..
Seçkin kendine vurgun, yılgın kendine esir..
Karalara, çıralara sarınmış kiminin elinde Kur'an
kiminin elinde kırbaç
göğünden ufkunu kurban
gününden güneşini haraç istiyor şehrin..
Köşe bucak aranırken savrulduğum sevdaların izini
dilimde sinsi sinsi yalanınca bu sözler
ürperdim sesten sese
bir ucundan bir ucuna şehrim kadar irkilip
sokaklardan içimdeki karmaşaya çekildim..
...
Ah ki düşümdeki yerinden
çoktan yitip gitmiş sevdiğim,
ah ki saklımdaki özlemler sahibine yabancı,
ektiğim gül, seçtiğim nar göz göre göre yağmalanmış,
kırık, kırgın, öksüz kalmış sürgünde gönül,
içlendiğim hüzünler sakarca yaralanmış,
ah ki ellerimi doyasıya alamadan avcuna
elmasını incecikten
özen bezen düşlediği aydınlığa soyamadan
karca beyaz dalca narin
pınarlar kadar kibar
üzüm üzüm gözlerinde sevinç soran bakışıyla,
derin uykusuna dalmış baba ocağım,
uzanıp kucağında ağlayamadım..
...
En uzun günüydü ömrümün
bir yanı sabır bir yanı tınmaz
bir yanı kahır bir yanı kanmaz
bir kez daha sığınarak kendi yüreğime kendi şehrimde
yeniden başlıyorum yazmaya
yeniden ve yine yapayalnız..
...
Ömrüm senden özür diliyorum!
Nihat Behram Ekim 1996 İstanbul
İletişim
Sorularınız için formu doldurun, size hızlıca dönüş yapalım.