Dar Ağacında üç fidan

Daragacinda üçfidan

DARAGACINDA ÜÇ FİDAN

DAR'AGACINDA ÜÇ FİDAN SAYFA 2 DAR'AGACINDA ÜÇ FİDAN SAYFA3 DAR'AGACINDA ÜÇ FİDAN SAYFA 4

NİHAT BEHRAM

DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN

:::::::::::::::::

NİHAT BEHRAM

1946 yılında Kars'ta doğdu. On şiir kitabı yayınlandı. Yayınlanmış

yirmi kitabı bulunmaktadır. Çeşitli yapıtları yabancı dillere

çevrilmiştir. -Halkın Dostları-, -Militan- ve -Güney- dergilerini

çıkaranlar arasındadır. Yazdıklarından ötürü 12 Mart döneminde

2 yıl tutuklu kaldı. 70'li yıllarda bir süre gazetecilik

yaptı. 12 Eylül döneminde Bakanlar Kurulu kararıyla T.C. vatandaşlığından

çıkarıldı. Uzun yıllar yurdundan uzakta yaşamak

zorunda kalan Behram, 17 yıllık politik sürgünlükten sonra

1996 yılında yurduna dönebildi.

:::::::::::::::::

İÇİNDEKİLER

Sunu

Uğruna ölüme gidilen şey kendini karanlıkta bir

ışık gibi hissettirirBu günler ki

Türkiye'de karanlık bir dönem ve Deniz, Yusuf, Hüseyin'in

dışarda son günleri Deniz Gezmiş, -Mahkeme diye böyle bir yerde bulunmaktan

utanç duyuyorum- dedi

Tutanaklar (1)

Ortak savunmalarına -ezenlere karşı verdikleri mücadelelerde

ölen tüm ezilenlere selam olsun- diye başladılar Gecenin Gölgelerinde Ayrılık

N. Ağırnaslı İnönü'ye -Korkarım bu kan gölü onu döktürenlerle

birlikte, susanları da boğar- dedi

Üç Dağa Ağıt 6 Mayıs'ın ilk dakikalarında Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in

hücreleri açıldı... Zincire vuruldular...

Tutanaklar (2)

Telaşlanmışlar, Deniz'in ayağındaki zinciri açamıyorlardı...

Deniz gülümsüyordu. Kanayan Üzümler Yusuf odasından alınırken -Deniz'in sesini duydum- diyordu...

Ölüm Nerden ve Nasıl Gelirse... Yan yana yaşamış, yan yana ölmüşlerdi, ama yan yana

gömülmeleri engellendi

Ah, ardı ardına kenetlenen ölüm Yusuf Aslan son mektubunu Senato'nun idamları onayladığı

gün yazmıştı...

Yalnız Değiller...

Sinan'la Hüseyin'in arkadaşlığı kavga içinde başladı, son ana

kadar aynı duyguyu taşıdılar... Yaşamak Adına

Kurtuluş haberlerinin, ölüm haberleriyle birlikte geldiği

günlerdi; Ulaş düştü İstanbul'da... MBG Başkanı Fahri Özdilek infazlara taraftar değil, fakat

umutsuzdu...

Bahardı (İİ)

Hüseyin Filistin dönüşünde ağır işkencelerden geçmiş fakat

tek sözcük konuşmamıştı...

Yusuf'un kararlılığı ve cesareti polisi şaşkına çevirmişti...

Yusuf' un yarasına, vurulduktan on bir saat sonra

bakıldı.

Bahardı (İ)

-Asma-yı bir eğlence konusu yapmışlardı, hücrede bir işçiyi

günlerce sehpaya çıkardılar...

Dövüşe Dövüşe Yürünecek

Bir anda Denizlerin, Yusufların, Hüseyinlerin mezarları insanla

kaynaştı... Sıralar halinde, binler, on binler -saygı duruşu-nda

bulunuyordu...

1'inci THKO davası ve sonuçlarına ilişkin görüşler

Faşist uygulamaları, tarih kimsenin gözünün yaşına bakmadan

değerlendirecektir...

Siyasal yargılamalarda hüküm verenler çoğu kez hem davacı

hem de yargıç durumundadırlar

Asıl yargılama; 6 Mayıs 1972 şafak vakti halkın vicdanında

yeniden başlamış ve devam etmektedir

Verilen ölüm cezası, uygulayıcılara onur vermeyecek bir biçimde

adalet tarihine geçecek acılı bir örnek olacaktır...

Hüküm verilmesine ve cezanın infaz edilmesine rağmen

kamuoyunda kabul edilmiyor, tartışılıyorsa o dava

kapanmamıştır

12 Mart döneminde hukuk kuralları alabildiğince hiçe sayılmıştır

Ali Elverdi görevinin ne olduğunu AP'den milletvekili olduktan

sonra kamuoyuna açıklamıştır...

Askeri görevleri yanında politik görevler de yaptığını söyleyen

Elverdi hakkında kovuşturma açılması gerekir

22 kişilik Adalet Komisyonu'nda idama karşı gelen tek üye bendim.

İkisi 25, biri 23 yaşında olan bu üç genç ölümden kurtulamaz mıydı?

12 Mart'ın kendine özgü hukukla bağlantısı olmayan özel bir yeri

vardır

İdam hükmüyle sonuçlanan bu davaya yöneltilen eleştiriler

gösteriyor ki, kanunun değiştirilmesi bir gerekliliktir

İdamlarla ilgili tarihi bir belge

Yeniden kendi şehrimde

SUNU

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan yakın tarihimizin

simgeleşmiş adlarından üçüdür. Bilindiği gibi bu üç

genç -12 Mart Dönemi-nin karanlık günlerinde, 6 Mayıs

1972 sabahı darağacına çıkarıldılar.

12 Mart'ın hukuk anlayışının bir göstergesi ve sonucu

olan bu infazlar yıllardır kamuoyunun vicdanını rahatsız

etmiş ve etmektedir. 12 Mart darbecileri bu üç gencin

muhalif etkinliklerine son vermek, onların birer mitos olma

potansiyellerini engellemek amacıyla yaşamları ve son

dönemlerine ilişkin her şeyi bir sis perdesi altında tutmaya

çalıştılar. İnfaz haberini veren spikerin, -haberi okurken sesi

titredi- diye işten uzaklaştırılması, dönemin baskı ve sansürünün

boyutları hakkında fikir verir.

1976 yılının Mayıs'ında, üç gencin darağacında canverişlerinin

dördüncü yılında, bu sis perdesi -Darağacında Üç

Fidan-ın yayımlanmasıyla aralandı. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan

ve Hüseyin İnan'ın yaşamları, son günleri, son sözleri aynı

kuşağın şair ve yazarı Nihat Behram'ın kaleminden kamuoyuna

yansıdı.

Bu yapıt aynı adla (Darağacında Üç Fidan) belgesel anlatı

tarzında on sekiz gün süren bir dizi yazıdan sonra kitaplaştırılmıştır.

Dizinin yayını süresince hemen her gün ağır

cezalık dava ve toplatma konusu edildiğini ayrıca bir not olarak

düşmeliyiz. Kitaplaşan yapıt ağır baskılara uğradı. Yasaklandı;

yedinci basımının kurşun dizgileri baskı makinesinden

sökülerek el konuldu.

1980 Darbesi, kitap üstündeki baskıyı daha da koyulaştırdı.

Yazarı hakkındaki ağır ceza davaları sıkıyönetim mahkemelerine

devredildi.

1980 yılında yurtdışına çıkmak zorunda kalan yazar tam

17 yıl sürecek politik sürgün hayatı yaşadı.

Behram'ın bu yapıtı 1988 yılında -Yürekleri Şafakta Kıvılcımlar-

adıyla yeniden yayımlandı. Ama başına yine aynı

şeyler geldi: Yasal dayanağa gerek görülmeksizin matbaa ve

yayınevi baskınları, el koymalar.

Bu arada uzun süre verilen hukuk mücadelesiyle kitap

hakkında beraat kararı çıktı.

Nihat Behram 1996 yılında 17 yıllık sürgün yaşamından

sonra yurda döndü. Yazar kitap ile ilgili 16 yıl önce verilen

tutuklama kararlarına dayanılarak gözaltına alındı, ancak

beraat kararının kanıtlanması sonucu serbest bırakıldı.

Öyküsünü kısaca anımsattığımız -Darağacında Üç Fidan-

yine okurunun karşısında. Belgesel yönüyle yakın tarihimizin

bir bölümü hakkında kamuoyunu bilgilendireceğine

inandığımız bu kitap, ideolojik tasarımların dışında okura

sunulmaktadır. Ülkeler çalkantılı yıllarını, hukuku ve demokrasiyi

gözeten, cürümleri, kışkırtmaları, yönlendirmeleri

dışlayan sivil tarih belgeciliğiyle değerlendirerek aşarlar. Bu

süreçte bizzat belgeler kadar, araştırmacı yazar emeğine dayanan

belgesel anlatılar da ışık tutarlar.

Kitabın kendi mücadelesini içeren belgelere dayalı yeni

bölümüyle bir yayıncılık hizmeti verdiğimize inanıyoruz.

Okurlar, yakın tarihimizin simgeleşmiş üç adının öyküsünü

izleme hakkına sahiplerdir.

Adnan Özer-Hasan Öztoprak

UĞRUNDA ÖLÜME GİDİLEN ŞEY KENDİNİ KARANLIKTA BİR IŞIK

GİBİ HİSSETTİRİR...

Öyle bir an vardır ki, bir can, bir duygunun simgesi olur.

Bütünleşir o duyguyla. Anlamı derinleşir.

Ölümle ikiye bölünmek istenen bir şeydir bu. Kimisi yaşatmanın

saflarında kenetlenir, kimisi öldürmek için pusuya

yatar; en karanlık yollarını arar can almanın.

Tarih böyle oluşagelmiştir. Bir bakıma yaşama arzusuyla,

ölümün çarpıştığı yerdir dünya. Toplum yasalarının anlamı

da bunun içinde düğümlüdür. Kimisi o düğüm çözülmesin ister;

kimisi çözülsün düğüm, toplum ferahlasın diye, can vermeyi

göze alır...

Sinsiliğin, çıkarın, acının, açlığın, acımasızlığın, korkaklığın,

bencilliğin, açgözlülüğün, kalleşliğin, sömürünün... kolgezdiği

bir dünyada her gün binlerce bebek doğmakta. Şefkate,

merhamete, doymaya muhtaç; çıkarsız, dürüst bir titreyiş

taşıyan çocuklar. Ve onların büyük kesimini açlık beklemektedir;

kalleşlikler, acılar, sömürü... Ve içlerinden bazıları düşünmeye

başlar. Düşünür ve düşündükçe yiğitlenir, korkusuzlanır,

bilinçlenir... Eğilir halkının acılarına. Umut verir.

Halkın umudu bir nehre benzer. Ve o nehri besleyen sular

vardır.

İşte ölüm arayıcılar, bu nehrin önü kesilsin. isterler; önü

kesilen nehir derinleşir, taşar; kurusun isterler bu nehir, sularını

gözbağında bulandırırlar, fakat bakarlar ki, dağ su

olur, gözyaşı irileşir, dağlaşır; nehre doğru yuvarlanır. Dağ

diplerinde ve dağ diplerini omuzlaya omuzlaya köpürür gider

o nehir...

Nice isimsiz yiğitler düşmüştür bu dövüşte. Ne var ki, çoğalan

acının da bir taşma anı vardır. Canlanır. Kimisi onun

soluğu kesilsin ister, kimisi daha gür yaşasın diye canını canına,

sesini sesine katar. O an, umudun hesap anıdır.

Bir yanda halk vardır; bir yanda halkın cevherine kök salmış

asalaklar. Bir yanda halkla varolan duygular; bir yandan

halkın duygularına kurulan pusu.

İnançları uğruna ölümün eşiğinde bükülmeden duranları,

varolalı beri tanır dünyamız. Çünkü bazı ölüler dünyanındır.

Hemen her ülkede yaşandı bu, yaşanıyor, daha kim bilir

ne kadar yaşanacak.

Bir zamanlar Sacco ile Vanzetti ölümün karşısında bekletildi.

Dünyanın kılmıştı onları, yaşadıkları şey. Amerika'da

elektrikli sandalyede can verdiler. Halkın sevgisi üstlerinden

eksilmedi. Çoğaldılar.

İspanya'da altı gencin dökülen kanı daha kurumadı. Onları

da dünyanın kılmıştı simgeledikleri şey. Kurşuna dizildiler.

Halkın bağlılığı varlıklarında dalgalandı. Milyonlarca

basıldı resimleri. Bir ucundan bir ucuna dünyaya uzanıp

uyudular.

Bilinir, nice isimsiz ölünün omuzlarında yükseldi Vietnam'da

zafer. Ve zaman zaman tümünün adına dikilerek ölümün

karşısında bazı isimler, simgesi oldu bu ülkenin. Genç

elektrik işçisi Nguyen Van Troi bunlardan biriydi...

Doğduğunda savaş vardı; ülkesi yağmalanıyordu. Ve yağmacılar

yerli çeteleri dört bir yanı tutmuştu. Halkı yıllardır

direnmekteydi emperyalizme ve uşaklarına karşı. Nguyen

dünyaya baktıkça kendine geldi. Halkın saflarına katıldı.

Amerika Savunma Bakanı McNamara'nın öldürülmesi görevini

verdi ona mücadelesi. Girişimi başarısızlığa uğradı. Vietnam'daki

azgın sömürgeci güçleri denetlemeye gelen McNamara, ölümden kıl

payı kurtuldu. Nguyen yakalanmıştı. İşkencelerden geçirildi.

Troi'nun devrimci bilinci, yurtsever duyarlılığı, kararlılığı bir

an bile geri basmadı. Üstelik halk düşmanlarının elinden kaçmak,

mücadeleye katılmak için her fırsatı değerlendirdi. İki kez

ellerinden sıyrıldı. Fakat ayağı kırılmış, başaramamıştı. Yeni bir

fırsatta yine kaçacağını söylemekten çekinmedi; bir de eylemlerinin

suç değil, halkına bir borcu olduğunu söylüyordu. Bu iki sözden

başka tek şey alamadılar ağzından. Kurşuna dizileceği günü

beklemeye başladı.

Yakalandığmda yirmi günlük karısı, pamuk işçisi Quyen,

umut ışığının sönmemesini dileyen bir duyguyla, acı içinde

Saygon sokaklarında dolaşırken, gazete satan çocukların birden

parlayan çığlıklarıyla irkilmişti: -Son baskı, yazıyor... bir

telefon konuşması bir hayatı kurtarıyor...-

Telefon Venezuellalı gerillalardan geliyordu. Yani dünyanın

bir başka ucundan. Gerillalar kaçırdıkları bir Amerikalı

albayın hayatına karşılık, Nguyen'in hayatını istiyorlardı.

Yani Nguyen'in kişiliğinde umudu...

Quyen ne Venezuella'yı duymuştu ne de kocasını kurtarmaya

çalışanları tanıyordu. Şaşkınlık ve sevinç içinde, yaşlı

ve bilgili tanıdık bir işçiye koşarken, Saygon sokakları da bir

anda hareketlenmişti. Karanlık altında bir şenlik fısıltısı esiyordu.

Quyen değiş tokuş sırasında giysin diye, kocasının tek

giysisini fırçalayıp bohçalarken, kocasından gelen bir mektup,

onun her şeyden habersiz olduğunu gösteriyordu. Quyen

daha da heyecanlanmıştı. Nguyen mektubunda -idamımdan

sonra karıma iyi bakın- diyordu. Quyen sevinçli haberi kocasına

iletmek için zindana seğirmiş, orada olağanüstü güvenlik

önlemleriyle karşılaşmıştı.

Satılık, kukla Saygon yönetimi Venezuellalı gerillaları aldatmıştı.

Nguyen'i saldık deyip kurşuna dizmişlerdi.

Nguyen öldürüldüğünde yirmi yaşındaydı. Onun öldürüldüğü

zindan, Saygon yönetiminin en sıkı korunan zindanıydı.

Fakat bir grup devrimci, akla durgunluk veren bir başarıyla,

zindana girip, Nguyen'in kurşuna dizildiği direğin dibinde

gösteri yaptılar.

Satılık Saygon yönetimi, yeni Nguyenlerle karşı karşıyaydı.

Artık karısı Quyen de devrimin bir neferi olmuştu.

Bugün siyasal nitelikteki cinayetler, dünyada alabildiğine

yaygındır. Ölüm kimi zaman ansızın gelir. Kimi zaman ölümle

yargılanır, beklenir ve sonunda bir duvarın dibine, elektrikli

sandalyeye ya da darağacına doğru yürünür...

25 Temmuz 1968'de Vedat Demircioğlu'nun öldürülmesiyle,

Türkiye'de de hızlanmaya başlayan siyasal cinayetlerin

sayısı bugün yüzlerin üstüne ulaşmıştır. Yani sekiz yıldır,

yaşları yirmi beşe değmeyen bir kuşak ölümle susturulmaya

çalışılıyor.

6 Mayıs 1972'de idam hükmü giyip darağacında can verdiklerinde,

Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in yaşları toplamı, o güne

dek ölen arkadaşlarının sayısının altındaydı.

Vedat öldürüldüğü gün Deniz, Üniversite Merkez Binası'ndan

Sultanahmet'e doğru yürüyen kalabalığın önündeydi.

Kavgasına adını kanıyla yazdırdığı ilk yıllardı. Yediği taşlardan

sarsılacak kadar ince, genç; geri dönmeyecek kadar gözüpekti...

Günlerin ölüm haberleriyle geldiği bir dönemdi. Yaşadığı

kısacık hayatında, en yakın arkadaşlarının bir bir düşüşüne

tanık oluyor, bu onu derinden etkiliyordu. Kavgasına ölüm

haberleri içinde hazırladı kendisini.

Üçü de inançlarının yolunu kendi görüşleri doğrultusunda

belirginleştirdikleri ve bir araya geldikleri zaman, bir gün

ölebilecekleri olasılığını biliyorlar ve bunu hiç sorun etmiyorlardı.

Birlikte birçok kez ölüme gidip geldiler. Baştan beri aileleri

ve yakınlarını, bir gün başlarına gelebilecek olana karşı

hazırlamaya çalışıyorlardı.

Köyüne geldiği bir gün üstüne örttüğü yorganın kısa gelmesi

karşısında, anasının eğilip Hüseyin'i öperek -Üzülme

oğlum, yarın yorganını uzatırım- dediğini anlatıyor babası.

Hüseyin, -Benim için böyle bir zahmete girmeyin, belki bu,

eve son gelişimdir- demişti...

Yusuf, daha dışarda olduğu günlerde, babasına yazdığı bir

mektupta kendisini unutmaya çalışmalarını istiyordu.

Duygulu, gözüpek, şakacı kişiliğle Deniz, ilk arkadaş ölümünün

acısını tattığı 25 Temmuz 1968'den dört yıl sonra; cesareti,

dayanıklılığı ve kararlılığıyla hareket içinde belirginleşen

Yusuf ve ağırbaşlılığı, az öz konuşuşu, bilgisiyle belirginleşen

Hüseyin'le birlikte 6 Mayıs 1972'de darağacına doğru yürüdü...

Cumhuriyet tarihinde solun, infazı can karşılığı olan ilk

hüküm giyişiydi bu. Onlar darağacının gölgesinde aylarca

bekletildiler.

Son tutuklanışlarıyla başlayan serüvenleri, hareket içinde

değişik bir gerilim oluşturdu. Arkadaşları için Deniz, Yusuf

ve Hüseyin'in kurtarılması kendi hayatlarından daha

fazla önem kazanmıştı. Çünkü onların kurtarılmalarındaki

anlam, sıradan bir görünümün dışına taşmıştı. Varlıklarından

çok, simgeledikleri şey öne fırlamıştı.

Ölümlerini bekledikleri günlerde, dışarıda kendileri için

can verenleri duyuyorlar, bu durum onları son derece etkiliyordu.

Deniz, saatlerce arkadaşlarının resimlerine bakıyor;

Yusuf, büyük bir buruklukla hücresinde sabırsızlanıyor; Hüseyin

-hareketin kendilerinin kurtarılması biçiminde odaklanmaması-

gereğini arkadaşlarına iletmeye çalışıyordu.

Bir an vardır, uğruna ölüme gidilir. Kendi inançları doğrultusunda

Deniz, Hüseyin ve Yusuf bunu yaşadı. İnançlarının

siyasal yorumu; bıraktıkları mirasın genişlemesine ve

derinlemesine değerlendirilmesi tarihin sorunudur. Ne var ki

onların son tutuklanmalarıyla başlayan ve asılmalarıyla sonuçlanan

bir yargılanmanın üstünden kolayca geçilemiyor.

Evet, onlara biçilen hüküm infaz edildi, fakat varolan yasalar

karşısında suçları, hükümle uyum halinde miydi?

Onların inandıkları yolun değerlendirilmesi, ne kadar tarihin

sorunuysa, onların yargılanış biçiminin değerlendirilmesi

de, o kadar bugünün sorunudur...

ÖLÜLERİMİZ...

Her sabah

her sabah

o kusursuz acının kollarında

o kusursuz acının kollarında öpüştüğüm gökyüzü artık

çırpınan yüreğimi yatıştırmıyor. Ve onun

koparıp dizginlerini

uçarcasına boylu boyunca

sakınmasız çarpışı

heyecanlandırıyor beni.

...

Bir serçe kümesinin konması karşıki dala

belki hiçbir şeydir,

ama sevgilimin mektubunda bir kuş resmi

beni coşkulandırabilir.

Milyarla yıldız arasında tanırım onu

çünkü seyredince güzelleşir sevginin ışıltısı

binlerce gözüm var

binlerce şafak halindeyim

anlamak istediğim şeyin karşısında,

çünkü anlamak zorundayım;

her sevinç kolayca ele geçmez

insan her acının sahibi değildir,

gökyüzü ve nehirler olmasa toprak da anlaşılmaz

ve hayatın kararı kesin:

son ana kadar onuru koruyanlar yaşayacak

söylenecek son söz kahramanca olmalıdır.

...

Vurgunum

inceliğinim senin

eyy

yapraklarda bir kuş hafifliğinde sürüp giden titreyiş

vurgunum

bir nehri besleyen suların uyumuna,

taşlara hırsla vuruşuna dalganın

...

Ölüm seni yanıltmasın...

Nasıl ki yığılır yüzüne gecenin karanlığı

gözlerinle bir başına kalırsın

ölüm öylesine gözuçlarında,

savun, kavuştur yüreğini

minicik bir çiçeğin bile kökleri

yaşamak hırsıyla uykusuzdur.

...

Ölüleriniz...

İşte Stevan Flipoviç.

Bir kahraman.

Faşistler sarmış çevresini.

Sehpada.

Boynunda ip.

Ve o son nefesiyle dalayıp ciğerini

bir bıçak gibi vuruyor kelimeleri dişleri arasından

haykırıyor : -Kahrolsun faşizm; Yaşasın mücadelemiz.-

...

Stevan Flipoviç

onurun bekçisi

direnmenin...

...

Ölüm seni yanıltmasın...

bir bir düşün yaşayanları,

alnını korkusuzca kaldır

kimin yanındasın

yerin neresi

ve senin en çaresiz anında

tek silahın nedir?

...

Ölüm seni yanıltmasın...

Usanma hayata yaraşan sesi aramaktan

her kuşun palazlandığı bir yuva vardır,

her dal güneşin ve rüzgarın avuçlarında

kendi hevesince boyanır;

çünkü yaşaması gerekiyor bir şeylerin

bir şeylerin bir şeylerin: senin olan

...

Bak: kollarını bağlıyorlar

son defa bakıyor dünyaya Nguyen Van Troi

birazdan göğsünü parçalayacaklar

ama kan onu geriletmiyor

başlıyor şarkısına:

-Yaşasın Ho Chi Minh; Yaşasın Vietnam...-

...

Damarlarım damarlarına bağlı yaralarından

çünkü öldürülmek istenen benim de sevincimdir

Nguyen onun siperi...

...

Bir buğday tanesi midir

aynı titreyişle

toprağa düşer düşmez kıpırdayan

o şarkı... bir buğday tanesi mi?

...

Ölülerimiz...

Sesleri dünyamız kadar bilge.

Birazdan kalkacaklarmış gibi

uzanıp bir sipere

koyulaşan..

Ölülerimiz...

Bakışları

uçmaya hazırlanan bir kartal kadar çevik,

vurgunum

gizleyemem.

...

Sen bağrımı amansızca zorlayan siyahlık

unutma

öldürmekten daha kuvvetlidir ölebilmek

N. Behram

:::::::::::::::::

BU GÜNLER Kİ...

İşte yüzleri ne kadar net

dostun da, düşmanın da

...

Ve ilk kalkışı tozların doğacak fırtınada

denizi coşturan dalganın ilk çalkanışı

...

Oy, sancıyla kavrulan ten

bir canı ortak taşımadaki deryalı nabız

oy, mert bir buluşmanın gözlerde parlayışı

hesapsız hurdasız iletilen heyecan

...

Ve kusursuz çırpınışlarla

hayata bağlanışın ilk atakları

düpedüz, çarpa çarpa

güneşin ve toprağın dostluğuyla,

çoğalan vahşetin

zulmüne, iğrençliğine karşı

halka adanışın

ilk atakları

...

Artık

pürüzsüz bakışımızdaki hüzün

kaybedişten değil,

acıyla da olsa

bayırlardaki yuvalarından

sıyrılarak uçan yavru kuşlarda

coşkunun yaralarla bezenişidir

Onların kalbini öpüyoruz ağlayışlarda

N. Behram 1971

:::::::::::::::::

TÜRKİYE'DE KARANLIK BİR DÖNEM VE DENİZ, YUSUF, HÜSEYİN'İN

DIŞARDA SON GÜNLERİ

12 Mart'la başlayan dönem Türkiye'nin üstündeki karartıyı

daha da yoğunlaştırmıştı. Sözde -söz özgürlüğü, düşünce

özgürlüğü- denen şey, artık sözde bile değildi. Özellikle

1967-68'lerden sonra giderek yaygınlaşan toplumsal, ekonomik ve

siyasal huzursuzluk, 12 Mart'la birlikte, tek taraflı olarak,

bu kez sıkıyönetim uygulamalarıyla sürdürülmeye başlandı.

Yıl be yıl sıçramalarla gelen bu gerginlik, mücadele biçimlerinde

de karşılıklı olarak çok çeşitli boyutlara varmıştı. Artık

tutuklanmalar, öldürülmeler, işkenceler her günün haberleri

arasındaydı. Sıkıyönetimin kendi içindeki ilk acemiliği

sonunda, birçok Sıkıyönetim Mahkemesi, önceden (ve bilinen

yöntemlerle) bnlunan suçluları, yargılamaya başladı. Bu

mahkemelerden bir çoğu, sanıkları -ölüm istemi-yle yargılıyordu.

Ölümle yargılanmak da sıradan bir yargılama biçimi

olmuştu. Türkiye'deki, siyasal yargılama tarihinde ender uygulanmış

maddeler, bu dönemde günlük istekler arasındaydı.

Yüzlerce sanığın ölümle yargılanışına tanık olundu. Bunlardan

üçünün, Deniz, Yusuf ve Hüseyin'e verilen hüküm infaz edildi.

Çeşitli siyasal suçlardan aranan Deniz Gezmiş,

16.3.1971'de Gemerek'te yakalanmış. 18.3.1971'de tutuklanma

kararı verilmişti. 5.4.1971'de tutuklanma kararı verilen,

Yusuf Aslan da Deniz'le birlikteyken Şarkışla'da yakalanmıştı.

23.3.1971 tarihinde Pınarbaşı'nda yakalanan Hüseyin

İnan 24.3.1971 tarihinde tutuklanmıştı.

Bu son tutuklanışlarıydı üçünün de. Daha önce, özellikle

Deniz başta olmak üzere, birçok kez tutuklanmışlardı. Hele

1968-71 döneminde; içinde Deniz olsun olmasın, her hareketten

sonra Deniz hakkında arama, tutuklama kararı verilirdi.

Üçü de çeşitli cezavelerinde kalmışlardı daha önceleri;

işkencelerden geçirilmişlerdi. Hüseyin'e, Filistin dönüşü yakalandığı

Diyarbakır'da çok ağır işkenceler uygulanmıştı. Yine

de istenilen ifadeler alınamamıştı.

Bu son tutuklanışlarıydı. Bu tutuklanışlarıyla başlayan

serüvenleri, ölümleriyle sonuçlandı. Tutuklanma öncesinde

bunu üçü de biliyordu. Artık hareketleri bir başka boyuta

varmıştı. Öğrenci hareketi olmanın üstünde bir anlam taşıyordu.

12 Mart Muhtırasıyla birlikte eylemleri de yoğunluk

kazandı. Bir süre sonra Ankara'dan ayrıldılar. Şarkışla'ya

doğru yola çıktılar. Elazığ yöresinde bir köprüde kendileriyle

birlikte Ankara'dan ayrılan Sinan'la buluşacaklardı, Nurhak

Dağları'ndaki barınaklarına gideceklerdi. Şarkışla'da bir

kuşku üzerine çevrildiler. İsteseler ellerindeki otomatik silahlarla

kendilerini çevirenlerden bir anda sıyrılabilirlerdi.

O güne dek silahlarını öldürmek için ateşlememişlerdi...

Öldürme duygusu onları her zaman tedirgin etmişti. Özellikle

en yakın arkadaşları Sinan, bu konuda alabildiğine titiz

davranırdı...

Dört Amerikalıyı esir alıp kaçırdıklarında Sinan da, Deniz

de, Yusuf da ellerindeki tutsakları öldürmek zorunda kalabileceklerini

düşünmek bile istemiyorlardı... Sinan, böyle

bir olasılık aklına düşmesin diye sürekli uzak duruyor, konuşmalara

katılmıyordu. Deniz, -bunlar nesnel olarak ölümü

haketseler de, öznel olarak suçsuz insanlar- diye düşünüyordu.

Amerikalıları esir aldıklarının ertesi günü, içlerinden birinin

gizlice karısına yazdığı mektubu yakaladılar. Amerikalı

karısına, -artık görüşmeyeceğiz- diye yazmıştı. Deniz mektubu

okurken oldukça hüzünlenmişti. Mektubu yakalatan

Amerikalı çavuşsa, çok korkmuş, Deniz'e -karısının hamile

olduğunu- söylüyordu. Deniz -üzülme görüşürsünüz- diye

avutmuştu onu.

İşte aynı duygu Şarkışla'da Deniz'in içini kaplamıştı.

Çevrilmişlerdi ve kaçmaları gerekiyordu. Yeri ve göğü ateşleyip

döndüler. Döndüklerinde ilk kurşunu Yusuf yedi arkadan.

Deniz, düşen Yusufa koştu. Bakıştılar; Yusuf; Deniz kaçsın

istedi; o Yusuf'u kaçırmak istedi. Hayatları saniyelerle çevriliydi.

Bakıştılar ve Deniz sıyrılıp kaçtı...

Deniz seğirtirken içinden bir yanı kopmuş gibi duyuyordu

Yusuf'u. Önünde araba duran bir kapıyı çaldı. Kapıyı açan

kadına kocasını çağırmasını söyledi. Kadın ansızın kapıyı örtünce,

silahını kilide doğru çalıştırdı.. Deniz'in hiç istemediği

bir şey olmuş, kapının öbür yanındaki kadın yaralanmıştı.

Kocası geldi. Arabaya bindiler. Deniz arabanın yönünü,

Yusuf'un kendinden koparıldığı yana çevirdi. Orada bir iki

tur attı. Ve dışarı doğru -Yusuf, Yusuf- diye seslendi. Kendi

sesi ve motor gürültüsü dışında bir ses alamıyordu. -Yusuf'u

öldürdüler- diye geçirdi içinden. Yüzündeki çizgiler gerildi.

Metin ve kararlı olması gerektiğini mırıldandı kendi kendine.

Metin ve kararlı olmak onun ilk gençliğinden beri en temel

niteliğiydi.

Arabasını aldığı Assubay İbrahim Fırıncı'ya, Şarkışla dışına

çıkmasını söyledi. Gemerek'e doğru yöneldiler, Assubay'a

karısının yaralanmasından duyduğu üzüntüyü belirtip,

tedavisi için para verdi. -Şu beş yüz lirayla tedavi ettirin.

Korkmayın bankanın parası değil, harçlığımdan veriyorum.

Bu 10 lira da bana yeter- demişti.

Yolda iki kez barikatla karşılaştılar. Silahına sarılıp ikisinden

de sıyrıldı. Öldürmek amacıyla ateşlemedi silahını.

Çevredekilerin ayakları dibine ve başları üstüne doğru yön

veriyordu kurşunlara. Deniz keskin nişancıydı. Koşarken

uzakta küçük bir hedefi ilk atışta vurabilirdi.

Gemerek'e yaklaştıklarında bir benzin istasyonu çevresinde

yolun kesilmiş olduğunu gördü. Belediye hoparlöründen

bir ses sürekli ortalığı çınlatıyordu. Deniz'in Gemerek

yönünde geldiğini duyuruyor, herkesi -bu kanun kaçağının-

yakalanması için seferber olmağa çağırıyordu.

Deniz bundan sonraki anısını hücresinde Niyazi Ağırnaslı'ya

şöyle anlatmıştı:

-Uzaktan, bir benzin istasyonunun yakınında yolun kesildiğini

görünce direksiyonu tarlalara doğru kır dedim. Biraz

sonra aradabadan indim, kaçmaya başladım. Bu arada, etraftan

sesler, anonslar geliyordu. Bir kalabalık dörder beşer

kişilik gruplar halinde bana doğru sokuluyordu. Elimdeki

makineliyle etrafa, yere, havaya doğru ateş açtım. Kalabalık

kaçıştı. İçlerinden bir sivil kaçamadı. Onu yakaladım. Kimsin

ne istiyorsun benden? diye sordum. Ayaklarıma kapandı.

Beni çocuklarıma bağışla yiğidim, diye yalvarıyordu. Omuzuna

ayağımla vurdum. Kalk çabuk defol yanımdan dedim. Belediye

başkanıymış. Kalktı ve kaçmaya başladı...-

Deniz bir süre tarlalara doğru yön aldı. Seğirtti ve önüne

gelen bir çukura girdi. Silahında iki mermisi kalmıştı. -Biri

kendime, biri hedefe- diye geçirdi içinden. Gözü gökyüzüne

takıldı. Kısacık genç ömrü bir geldi, bir gitti gözü önüne.

Mermilerden kendine ayırdığını kalbine sıkmayı geçirdi içinden.

Bir an ince bir duyguyla sarsıldı.

-Kalbe girecek bir mermi... Kalbinden giren bir mermiyle

intihar...-

Sanki soyut bir şeyler vardı kalbe sıkılan mermiyle ölmede.

Deniz bunu düşünürken duygulanıyordu. Ölümü kalbinden

olsun istemiyordu. Kendini beynine saplanacak bir kurşunla

öldürmek daha somuttu. Düşünceleri beyni ve kalbi

arasında gidip gelirken, yakınlaşan seslerle irkilip doğruldu.

Yukarı baktı. Yukarda yalnızca gökyüzü görünüyordu. O anda

vazgeçti kendini vurmaktan -İşkence acıları unutulur- diye

geçirdi içinden. Yaşamaya olan inancı baskın geldi.

-Teslim ol- diye bağırıyorlardı.

-Sonunda ölüm de olsa konuşmam,- diye mırıldandı; -işkence

acıları unutulur, dik yaşamak iz bırakır hayatta...-

Bu onun son yakalanışıydı.

Yakalayanların tümünden uzundu boyu. Büyük bir telaş

içindeydiler. Yere bıraktığı silahını kaptılar hemen. Deniz

Yusuf'u geçirdi aklından. Bir yandan onu öldü sanıyor, bir

yandan yaşıyor olması umudunu taşıyordu içinde. Gemerek'ten

Kayseri'ye, oradan da Ankara'ya getirildi. Devrin

İçişleri Bakanı'nın karşısına çıkarıldı. Onun sorularına gereken

yanıtı verdi. Tutuklanıp Merkez Cezaevi'nde hücreye konuldu.

Avukatı Niyazi Ağırnaslı uzun bir uğraştan sonra

onunla görüşmeyi başardı. Deniz görüşme yerine getirildiğinde

ilk sözü -Yusuf sağ mı?- oldu.

Yusuf vurulup düştüğü buzlamış yerde, iki saate yakın

uzandı durdu. Öylece beklettiler. Sonra götürmek için aldılar.

Yarı baygındı. Bir yandan vuruyorlardı. Darbeler indikçe

ayılıyor, sonra yine kendinden geçiyordu. Bir binaya getirip

yatırdılar. -Kimsin?- diyorlardı. Yusuf'un, yarı baygın gözlerinden,

Deniz'in görüntüsü geçiyordu. -Belki yakalanmamıştır,

ismimi söylememeliyim...- diye kendine diş geçiriyordu.

Odaya getirilen fotoğraflar arasında onu tanıdılar. -Bu

Yusuf Aslan- diye bağırırlarken, seslerinde hem gizli bir korku,

hem gizli bir sevinç vardı. O sırada odaya giren biri Gemerek'te

Deniz'in yakalandığı haberini getirdi.

Görevliler Yusuf'u soymuşlardı. Yaralı vücudundan hala

kan sızmaktaydı. Akıp götürüyordu gücünü.

Yusuf uzun süre çıplak kaldı. Bu çıplaklık keskin soğuk

altında bir de zatürree bulaştırdı ona. Ve komaya girdi.

Hüseyin, Deniz ve Yusuf'tan iki gün sonra, Ankara'dan

ayrılacaktı. Denizler'in Sinan'la buluşup, Nurhak Dağları'ndaki

barınaklarına varmalarından sonra, Hüseyin onlara katılacaktı.

Deniz ve Yusuf'un Şarkışla'da çevrildiklerini, Deniz'in

Gemerek'te, Yusuf'un Şarkışla'da vurularak yakalandığını

Ankara'da, saklandığı yerde öğrendi. Onların yakalanmış olması

Hüseyin'i çok etkiledi. Hüseyin'in çok sakin bir kişiliği

vardı. Bir olay karşısında ilk tepkisi nedir, kolay kolay anlaşılmazdı.

Deniz'in heyecanlı ve coşkulu oluşuna karşılık, Hüseyin

daha çok sakin ve düşünceliydi. Fakat Denizler'in yakalanması

karşısındaki etkilenişi, bakışlarında birden kendini

göstermişti. Yine de kararlı sakinliğini yitirmemişti. Konuşmalarıyla,

çevresinde umudu sarsılmaya yüz tutabilecekleri

yatıştırıyordu. Ağzından ilk çıkan söz bir panik havasında

olmanın tam tersine yatıştırıcı ve toparlayıcıydı.

Sadece Yusuf'un sağlığı hakkında kaygılanıyordu. Ona

yaralıyken işkence yapabileceklerini düşünüyordu. Fakat

Yusuf'un çok dayanıklı olduğunu söylüyordu. Onun daha önceki

bir yakalanışında ağır işkenceler altında suçu, bulunan

silahı kabullenmeyip, istedikleri ifadeyi vermediği için, serbest

bırakıldığını düşünüyordu. Bu kez de konuşmayacağına

inanıyordu.

Denizler'in yakalandığı ilk andan itibaren onları kurtarabilmenin

yollarını düşünmeye başladı. Yakalanma olayı Hüseyin'in

Ankara'dan ayrılışını geciktirdi. Ankara'da bir yurtta

kalıyordu. Denizler'in yakalanışından bir hafta sonra Ankara'dan

ayrıldı. M. Nakipoğlu ile birlikte Pınarbaşı'na geldi.

Gece yarısı, dayısının evine dayandı. Uzun bir yoldan geliyordu.

Saatlerce yürümüşlerdi daha önce. Son derece yorgundular.

Bir odaya çekilip uyudular.

Sabaha karşı vurulan kapının gürültüsüyle uyandı Hüseyin.

Bir an tedirgin davrandı. Sonra dedesinin sesini duydu.

Kapıyı açtı. Karşısında dedesi duruyordu. İlerde, arkasında

bir iki görevli vardı. Hüseyin birden irkilip içeri girmek istedi.

Dedesi ona çevrenin çok sıkı sarıldığını, kurtulamıyacağını,

kaçmaya çalışırsa vurulacağını, müsademenin köylüye

zarar vereceğini söylüyor, teslim olmasını istiyordu. Hüseyin

dedesine aradan çekilmesini, kurtulabileceğini söyledi. Dedesi

yalvarır bir sesle ona öldürüleceğini, teslim olmasını öğütlüyordu.

Hüseyin düşündü, düşündü ve teslim oldu. Görevliler hemen

atılıp onu bağladılar.

Dışarı çıktığında dayısı, üç-dört görevli ve dedesinden

başka kimseyi göremedi. Çok sonra dayısının, onu öldürülecek

korkusuyla gidip -evimde- diye ihbar ettiğini, babasından

öğrendi.

Hüseyin kendisini ihbar ettikleri halde, hiçbir zaman dedesi

ve dayısına intikam duygusu gütmedi. Hatta onlara acıdı

da. Ve arkadaşlarına onları hain saymamalarını, bir gün

onların da her şeyi anlayacağını söyledi. İçerlediği tek şey

çok az sayıda; üç-dört kişinin kendini teslim almasıydı.

-Kurtulabilirdim- diyordu. Yakalanmasında onu inciten tek şey

buydu.

Deniz, Yusuf, Hüseyin yakalanmış ve tutuklanmışlardı.

Yusuf hastanede, Deniz ve Hüseyin cezaevinde hücrelerinde

mahkeme günlerini beklemeye başladılar...

:::::::::::::::::

DENİZ GEZMİŞ -MAHKEME DİYE BÖYLE BİR YERDE BULUNMAKTAN

UTANÇ DUYUYORUM- DEDİ

-Deniz Gezmiş Davası- diye anılan 1'inci THKO duruşmalarına

16.7.1971'de Altındağ Veteriner Okulu binasında başlanmış;

9.10.1971'de, yani iki ay on gün sonra karara bağlanmıştı.

Mahkemenin vardığı sonuç, yirmi beş sanıktan on sekizinin

ölümle cezalandırılışıydı.

Askeri Yargıtay 2'inci Dairesi'nce üçü -asli fail- sayılmış ve

haklarındaki hüküm onanmış, diğerleri hakkındaki karar

bozulmuştu.

1 No'lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi, Yargıtay'ın kararına

uymadı ve ilk hükmünü tekrarladı. Daha sonra dava

dosyası, Askeri Yargıtay Daireler Kurulu'nda incelendi. Ve 2'inci

Daire'nin kararı onandı. Yasalar gereği bu kez mahkeme zorunlu

olarak Yargıtay Daireler Kurulu'nun kararına uydu.

Sanıkların avukatları, temyiz etti. Sonuçta karar As. Yargıtay

2'inci Dairesi'nce onandı.

İş meclise kalmıştı. Meclis, Yargıtay'ın, dolayısıyla mahkemenin

son kararını onayladı. Aynı günlerde İsmet İnönü,

görüşmelerde usule aykırılık olduğu gerekçesiyle Anayasa

Mahkemesi'nde -kararı iptal- davası açtı. Anayasa Mahkemesi

kararı usul yönünden bozdu.

T.B.M.M. ikinci kez görüşmelerinde -infaz- kararı onandı.

Ve Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay da onaylayınca, karar hemen

Resmi Gazete'de yayınlandı.

Denizgilin hakkında görülen davanın kronolojik sıralaması

kısaca böyle.

Davanın gerek kendi içinde, gerek dışında, dönemin yapısına

bağlı olarak bir başka görünüşü daha vardı. Denizler yakalanıp

ilkin Ankara'ya getirilmişler, daha sonra Kayseri'ye

götürülüp ayrı ayrı hücrelere kapatılmışlardı. Gerek bu duruma,

gerekse uygulamalarla ilişkin olarak avukatları (Şakir

Keçeli ve Halit Çelenk) 3 Nisan 1971'de bir dilekçeyle itirazda

bulundular.

Ne bu itiraz, ne de uygulamalara ilişkin diğer itiraz ve girişimler

hiçbir sonuç vermedi. Hatta öyle durumlar oldu ki,

adeta mahkemeye resmen -ölüm hükmü-, -telkin ve tavsiye-

ediliyordu.

27 Eylül 1971'de Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nın yayınladığı

49 No'lu bildiri bunun bir kanıtıydı. Yine avukatlar

29 Eylül 1971'de Nihat Erim'e uyarı telgrafı çektiler. Bir tutuklu

olan Yusuf Aslan'ın yaralı yatağında zincire vurulması,

sanıkların mahkeme salonunda dövülmeleri gibi olaylar

karşısında da gerekli merciler, avukatların ve sanık yakınlarının

başvurmaları karşısında her zamanki gibi suskunluğu

seçtiler.

21 ve 22 Ekim 1971 günlerinde Türkiye radyoları, İzmir

Sıkıyönetim Komutanlığı'nın 26 sayılı bildirisini tekrarlıyordu.

Davanın sürmekte olduğu bir sırada yayınlanan bu bildiride

-verilmiş kararların infaz işlemine başlanacağı şu günler-

deniliyordu. Mahkeme haberlerine sansür uygulanıyordu.

Oysa davayı ters yönde etki altında bırakacak her türlü

haber ve yayın sağ basında yer alıyordu.

Gerek avukatların, gerek sanık yakınlarının bu işlemelere

karşı çırpınışlarının bir sonuç vermemesi bir yana, avukatlara

da sanıkmış gözüyle bakılmış ve hatta savunmalarında

geçen bir sözcüğün suç olduğu gerekçesiyle davanın onbir

avukatı hakkında T.C.K 266'ıncı maddesi gereğince dava açılıp,

Ankara 3 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nce üçer ay hapse

mahkum edilmişlerdi.

16.7.1971'de başlayan 1'inci THKO davasının mahkeme başkanlığında

Tuğgeneral Ali Elverdi, duruşma hakimliğinde

Yarbay Ahmet Tetik, üye hakimliğinde Binbaşı Mehmet Turan,

iddia makamında ise Binbaşı Keramettin Çelebi ve Yüzbaşı

Baki Tuğ bulunuyordu.

1'inci THKO Davası'nın avukatlarından Zeki Oruç Erel, o

günle ilgili anılarını şöyle anlatıyor.

-16 Temmuz 1971 günü Askeri Veteriner Okulu'nun çevresinde,

avlusunda elleri makineli tüfekli pek çok komando

askeri; verilecek komutla her an ateş etmeğe hazır bir durumda

bekliyorlar.

Topçu yedek subay olarak bulunuduğum askerlikten yeni

döndüğümden; askerin ve başındakilerin ruh halini ezbere

biliyorum. Binanın içindeki önlemler; dışarıya kıyaslanmıyacak

ölçüde. Kesinlikle söyleyebilirim ki; hiçbir askeri birlikte

birinci derecede alarm verilmeden bir bina bu denli korunmaya

kalkılamaz.

Üstümüz, başımız, çantamız, kısaca her yerimiz aranarak,

dış kapıdan gidiyoruz. Sanki sanık müdafiileri değil, tutuklanıp

cezaevine yeni konulan sanıklarız. Şüphesiz o zaman,

bu işlemin -doğal bir önlem- olduğunu düşünüyoruz.

En kötümserimiz; bunu, olsa olsa işgüzarlık olarak değerlendiriyor.

Sıkıyönetim Mahkemeleri'nin avukatlar için bile bir

cezaevi, oradaki tüm görevlilerin ise; birer gardiyan olduğu

konusunda, hiçbirimizin bir bilgisi, görgüsü ve deneyi yok

daha.

18 Temmuz 1971 günü saat 9.00'da; binbir güçlükle -dinleyici-lik

olanağına kavuşmuş yargılananların yakınları, 18

kişinin idam istemiyle görülecek bir davayı izlemek üzere

gelmiş yerli ve yabancı basın mensupları, başkanlığını,

bugün artık kim olduğu bilinen Ali Elverdi, duruşma yargıçlığını

Alb. Ahmet Tetik, üye yargıçlığını Yb. Mehmet Turan'ın

yaptığı mahkeme heyeti, yargılanacakları savunacak çok sayıda

avukat; duruşma salonunda, sessiz, yerlerini almış bekliyorlar;

henüz salona getirilememiş yargılanacak olanlar.

Bekleyiş 10 dakika sürdü, 20 dakika sürdü, yarım saat

sürdü; gelen yok.

Duruşma usulünü bilenler için belki garip olacak. Fakat,

gerçekten; savcı hazır, basın hazır, mahkeme heyeti hazır,

avukatlar, dinleyiciler hazır. Ama, yargılanacaklar tüm bu

-hazır-lara karşın, tam 45 dakikadan beri salonda yoklar. Kısaca;

herkes yerini almış 45 dakikadır onları beklemekte.

Nihayet saat 10'a doğru, çok uzaklardan! Nasıl bir radyonun

sesi kulağın duyabileceği en düşük düzeyde açılırsa, ancak

o kadar duyabilecek bir ses tonunda, devrimci marşlar

duymağa başladı -hazır-lar.

Giderek sesler yakınlaştı, gürleşti, netleşti; sözcükleri bile

açık ve kesin olarak seçebiliyoruz artık... Beklenenlerin

geldiğinden hiç kimsenin şüphesi yok; şüphe, yalnızca duruşma

salonuna nasıl gireceklerinde.

Girişi anlatamam. Böyle bir olayı anlatmada, -duygusal

bir kişi olmamak- için ne kadar çaba harcasam, içtenlikle belirtmek

isterim ki gerçekten anlatamam.

Biraz önce aşağıda bir gürültü kıyamet koptu; belli ki iyice

bir arbede var. Sonradan öğrendiğimize göre; sıkıyönetimin,

otomatik silahlı görevliler tarafından, her birinin sağ eli

diğerinin sol eline, boşta kalan sağ ve sol eller de iki ayrı komando

askerine kelepçelenen ve böylece ikişer ikişer askeri

ambulanslara konulan Deniz, Yusuf, Hüseyin ve arkadaşları

ambulanslardan inip, yukarı çıkarlarken, elleri kolları zincirli

kelepçeli durumda, -vatan kahramanları- tarafından

dipçiklenip, susmaları buyrulmuş. İşte demin sözünü ettiğim,

gürültü, patırtı ve kıyamet bu yüzden kopmuş...

Tutuklunun mahkemeye -bağımsız- olarak alınması yasa

hükmündendir. Biz avukatlar, salonun giriş kapısına göre

sağ dipde olduğumuzdan, kelepçelerin çözülmesini göremedik.

Fakat, anahtar seslerinden bunu anlıyor ve ayrıca yasa

hükmünü bilmemizin yardımıyla, kesinlikle seziyorduk.

Gepgenç, hayatlarının baharında, pervasız; bizleri heyecandan,

mahkemeyi teşkil edenleri ne yapacaklarını bilememekten

karmakarışık eden bir havada girdiler içeriye. -Su-

durulunca, askeri yargılama usulüne göre, mahkemeye güvenleri

olup olmadığı soruldu. Buraya bir parantez açmak istiyorum:

Savunma yöntemine uygun olduğu sanıldığından, benim

de dahil olduğum avukatlarca; anayasaya aykırılığı ne kadar

açık bile olsa, sanıkların mahkemeye karşı, peşinen ters bir

tutum almamaları istenmişti.

Duruşma yargıcı soruyordu:

-Mahkemeye itimadınız var mı?-

Cemil oğlu, 1947 doğumlu, Erzurum Ilıca Mahallesi, Öznü

köyü nüfusunda kayıtlı, Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi

Deniz Gezmiş:

-Mahkemeye asla güvenim yoktur. Mahkeme diye böyle bir

yerde bulunmaktan utanç duyuyorum.-

Duruşma yargıcı soruyordu:

-Mahkemeye itimadınız var mı?-

Beşir oğlu, 1947 doğumlu, Çekerek ilçesi Kuşsaray köyü

nüfusuna kayıtlı Ankara ODTÜ fizik bölümü 2'inci sınıf öğrencisi

Yusuf Aslan.

-Mahkemeye güvenim yoktur.-

Duruşma yargıcı soruyordu;

-Mahkemeye itimadınız var mı?-

Hıdır oğlu 1949 doğumlu Kayseri Sarız ilçesi, Bahçeli Mahallesi

Nüfusuna kayıtlı ODTÜ'den ayrılma Hüseyin İnan:

-Mahkemeye güvenim yoktur. Sıkıyönetim Mahkemeleri'ni

yargı organı olarak kabul etmiyorum.-

Ve Hüseyin mahkeme ve dava konusundaki düşüncelerini

sorgusunda, açıklamaya devam ediyor:

-... 50 yılın bütün hesabını 20 gençten soruyorlar. Bununla

da kalmayarak, daha ileri gidiyorlar; üç ayda eşi görülmemiş

zamların, vergilerin, hayat pahalılığının ve reformları

engelleyen parti ve bakanların üstüne örtü çekilerek, dikkatler

bizim üzerimize toplanıp, biz, bu 20 genç topun ağzına sürülüyoruz.

İddianameyi okuduğum zaman, cezanın suça değil,

suçun cezaya uydurulmaya çalışıldığını gördüm. Cezamızı;

biraz önce bahsettiğim pazarlık tayin edecektir. Böyle bir

pazarlığın bize reva göreceği cezayı bağımsız yargı organlarından

çıkarmak zor olduğu için, Sıkıyönetim Mahkemeleri'ne çıkartılıyoruz.

Haklı olarak belirtiyorum; iddia makamını muhatap olarak

almıyorum ve mahkemeyi bağımsız yargı organı olarak

kabul etmiyorum. Karanlık günler yaşadığımız Erim iktidarı

döneminde sözlerimizin halktan gizleneceğini biliyorum. Fakat,

hürriyetlerimizin alındığı bu ortamda, konuşma fırsatı

bulmak dahi önemlidir. Cezamızın başka organlar tarafından

verileceğini de çok iyi biliyorum.

Cumhuriyet tarihinde ilk defa 20 genç idam talebiyle yargılanıyor.

... Erim iktidarı 3 aylık politikası ile; sanayiciler ve büyük

tüccarlar hariç, Türkiye halkını; açlığın ve sefaletin eşiğine

getirmiştir. Bu tehlikeli uygulamayı örtbas etmek için 20 genci

topun ağzına sürmek yetmeyecektir!

Tarih, asıl suçluları affetmeyecektir!

Asıl suçlular kurtulsa dahi onları koruyanlar tarih önünde

er geç hesap vereceklerdir.

Bu mahkemenin sonucu adli bir skandal olabilir. Fakat,

mahkemenin sonucu ne olursa olsun dediklerimiz gerçekleşecektir!

... Ta ki vatanı Amerika'ya satanlar ve gericilerin sonu gelene

kadar, bu kavga biz olmasak da devam edecektir!

Yurtsever analar var oldukça devam edecektir! Kısaca;

anaların rahmine el atılamıyacağına göre, mutlaka devam

edecek ve başarılacaktır!-

Bu gerilim içinde başlayan duruşmalar, sonuna dek aynı

gerilimde sürdü. Hem de ölümün eşiğinde, geri bakmadan

durabilmenin duyarlığıyla...

:::::::::::::::::

TUTANAKLAR (İ)

Sen kalbini savunurken düşmana uluorta

bağrından alkış benzeri bir gürültüyle yükselerek

şehri beyaz bir örtüyle kaplıyor içindeki duygular

...

Sen kalbini savunurken

habire göğsünde yumruklanan dünya

nemli duvarlarında hücrelerin

kanayan parmakların izleri gibi

...

Bilemem

hatıralar mı artık

seni

karanlık bir sokakta unutulmuş

sessiz gözyaşları mı gizler

...

Akarsular kadar berraksın oysa

adımların

kayalıklar kadar görkemli senin

N. Behram 1971

:::::::::::::::::

ORTAK SAVUNMALARlNA -EZENLERE KARŞI VERDİKLERİ MÜCADELELERDE

ÖLEN TÜM EZİLENLERE SELAM OLSUN- DİYE BAŞLADILAR...

İddianameye şöyle girmişti savcı:

-1968 yılı Türkiyesi'ndeki kıpırdanışlar gözle görünür bir

durum arzettiği halde, gaflet, korku, kurnazlık ve ihtiras içerisinde

bekleniyor, sükunetle karşılanıyor, devamında fayda

umuluyor, samimi ve gerçekçi bakışlarla karşılanıyordu. O

günlerden bu güne gelindi; basiretliler geleceği gördüler, gizli

yöneticiler kayboldular, kurnazlar lüzumlu dersi hafif geçiştirerek

aldılar, gafiller uyandılar, korkaklar hala yerlerinde

muhterisler umduklarını bulamadılar: Türk milleti uyanıktı...-

Savcı iddianamesi sonunda yirmi bir sanık hakkında

146//1'den ölüm cezası istiyordu.

Deniz, Yusuf ve avukatları 16.7.71'de mahkemeye güvensizliklerini

bildirmişler ve bu istek reddedilmişti.

Davanın avukatları yaptıkları savunmada, Türkiye'nin

yapısı, siyasal, toplumsal, ekonomik bunalımın nedenlerini

uzun uzun anlatmışlar, sanıkların suçlarıyla istenilen ceza

arasındaki oransızlığı belirtmişlerdi. Avukatların savunmalarında

suç bulunmuş ve haklarında dava açılmıştı.

Deniz Gezmiş ve arkadaşları ortak bir savunma hazırlamışlardı.

Savunmalarına şöyle başlamışlardı:

-... İçinde bulunduğumuz şartlar, geniş bir savunma yapmamızı

ve şahıslarımızda zincire vurulmak istenen bilimi ve

gerçekleri savunmamızı gerektiriyor.

Amacımız, aleyhimize verilecek cezayı önlemekten çok,

doğruluğuna inandığımız doğa ve toplum kanunlarının, insanlık

tarihine nasıl yön verdiğini açıklamaktır.

Toplumların tarihi, ezenler ve ezilenler arasındaki mücadelelerin

tarihidir. Çağımıza kadar bu mücadelelerde ezilenler

daima yenilmişlerdi. Fakat 20'inci yy. tarihimiz, ezenlerin

barbarlığına ve bütün baskılarına rağmen ezilenlerin kurtuluşuna

sahne olmaktadır.

Günümüzde ezenleri temsil eden ve çıkarı uğruna yoksul

ulusları boyunduruğu altında tutan EMPERYALİZM'dir. İnsanlık

tarihi gericiliğin, barbarlığın ve vahşetin son kalesi

olan emperyalizmin de sonunu müjdeliyor.

Bütün ezilen uluslar, emperyalizme her gün darbe üstüne

darbe vuruyorlar. Asırlardır ezenlere karşı mücadelelerde hayatlarını

feda edenlerin çabaları boşa gitmemiştir. Dünyamız

zafer türkülerini söylemek üzeredir...

Ezenlere karşı verdikleri mücadelelerde, ölen tüm ezilenlere

selam olsun...

Dünyanın ve Ortadoğu'nun en eski devletlerinden biri

olan Türkiye, hala kalkınamamış olup, yarı bağımlı durumdadır.

Bir avuç sermaye çevresi Amerikan doları uğruna ulusumuza

ihanet etmiş ve bağımsızlığımızı yabancılara ticaret

konusu yapmışlardır. Yurdumuzun bağımsızlığı için giriştiğimiz

bu kavgada Kurtuluş Savaşı'mızda şehit olanların onurlarını

ve ulusumuzun kaderini korumaya kararlı olduğumuzu

bildiriyoruz.

Kurtuluş Savaşı'mızın tüm şehitlerine selam olsun.

...

Çağımıza damgasını vuran en güçlü silah bağımsızlık ve

kurtuluş savaşlarıdır.

Emperyalizme karşı verdikleri mücadelelerinde başlarını

eğmeden kahramanca savaşan tüm ezilen uluslara selam olsun.

İşçiler, köylüler, öğrenciler ve tüm yurtseverler gericilere

kahramanca karşı koymuşlar ve bu uğurda birçokları şehit

olmuştur.

Emperyalizme ve onun emrindeki uşaklara karşı verdiğimiz

kutsal bağımsızlık kavgamızın şehitlerine selam olsun...-

...

Ve Denizler uzun savunmalarını şu sözlerle tamamladılar:

-Sayın Savcı,

1- Amerikan emperyalizmi gayri millidir.

2- Ona ortaklık edenler ulusumuza ihanet etmişlerdir.

3- Emperyalizme karşı mücadele suç değildir, silahlı mücadele

ise anayasayı ihlal değildir.

4- Gayri milli olan emperyalizm ve ortaklarının sömürüsü,

anayasaya aykırıdır.

Buna göre iki şey var:

1- Eğer belli bir hata sonucu, iddianame ve mütalayı hazırladınızsa,

dikkatli olunuz; idamını istediğiniz kişiler kasaplık

koyun değildir ve siz savcısınız...

2- Yok eğer yaptığınızın bilincindeyseniz; yolunuz açık

olsun.-

Denizler'in savunmalarını tamamlamaları ve hüküm günüyle

ilgili anılarını Avukat Zeki Oruç Erel şöyle anlatıyor:

-Savunmaların sonuna gelmiştik.

Müşterek savunmayı, arkadaşları adına, Deniz, Yusuf,

Atilla Keskin ve Hüseyin okumuşlardı. Savunmanın son bölümünü,

zaman zaman yazılı metne bakarak, fakat, genellikle

mealen yapan Hüseyin, mahkeme heyetinde, gerçek anlamda

tam bir etki yaratmıştı. O kadar bilimsel ve içten konuşmuştu

ki; duruşma yargıcı Ahmet Tetik renkten renge giriyor,

üye Mehmet Turan da oldukça etkilenmiş görünüyordu.

Ancak çok dikkatli bir gözlemle anlaşılabilecek, içe dönük

paniğine rağmen, Mahkeme Başkanı Ali Elverdi hiç

renk vermemeğe çalışıyordu.

Mahkemenin bu görünümüne bakan biz avukatların büyük

çoğunluğu, hiçbir idam kararı çıkmayacağını ummaya

başlamıştık.

Deniz'i yakalandıktan sonra, Ankara Adliyesi'ne getirilişinde

görmüş ve ilk defa Ankara Cezaevi'nde tanışmıştım.

Yusuf'la ilk karşılaşmam, ancak mahkeme salonunda olmuştu.

Hüseyin'i ise, daha 1965 yılından, öğrenciliğinden, çok yakından

tanıyordum. Bu bakımdan onunla yakınlığımız --ama,

sadece bu nedenle-- biraz daha fazla idi. Bende daha yıllarca

önce çok zeki, bilgili, tutarlı ve kararlı bir insan izlenimi

bıraktığını açıkca belirtmek isterim.

Savunmalar bitip, dava karara kaldığı günlerden birinde

Av. Halit Çelenk ve Av. Niyazi Ağırnaslı ile birlikte, görüşmek

üzere, Mamak Askeri Cezaevi'ne gitmiştik. Cezaevi Müdürü

M. K. Saldıraner ve birkaç subay, assubay ve erin nezaretinde,

cezaevi müdürünün odasında; Yusuf, Hüseyin ve Deniz'le

görüşüyorduk. Genellikle herkes birbiriyle konuşmasına

rağmen; Deniz, Halit Çelenk'in, Yusuf, Niyazi Ağırnaslı'nın;

Hüseyin de benim yanımda oturuyordu. Hüseyin bana:

-Sence karar ne yönde çıkabilir?- diye sordu. Ben:

-Her türlü olabilir. Bu sorunun en iyi cevabı duruşmanın

başında sen, kendin verdin; Sıkıyönetim Mahkemeleri yargı

organı değildir, bu mahkemenin sonucu adli bir skandal olabilir

dedin. Bu sözünün doğruluğunu, ben de, aynen kabul

ediyorum. Yargı organı olmayan yerden her şey çıkabilir.-

Ama, Hüseyin böyle üstü kapalı, genel anlam taşıyan cevaplarla

yetinecek kişilerden değildi. Benden, gerçek kişisel

düşüncemin ne olduğunu kesin bir şekilde, tekrar sordu. Ben de:

-Bunlar, benim görüşüme göre; halkın üzerinde baskı ve

terör yaratmak amacıyla sizin davada ve diğer davalarda

yargılananlardan toplam 10-15 kişiyi yok etmek isteyebilirler.

Örneğin, sizin davayla ilgili olarak, önce mahkemeden 8-10

idam kararı çıkarmak, bunun bir kısmını Askeri Yargıtay'da

onamak ve sonra da halka dönüp; -ne yapalım, kurtara

kurtara ancak bu kadar kurtarabildik- demek istiyebilirler,-

dedim. Bu sözlerim üzerine, o kendine özgü duruşuyla

bakıp:

-Gerçekten böyle iğrenç bir taktiğe başvurabilirler,- dedi...

9 Ekim 1971 günü gelip çattı. Bugün hüküm verilecekti.

Askeri Veteriner Okulu'un çevresinde, avlusunda ve içinde

her zamankinden çok daha fazla önlem alınmış; sadece

tank, top getirmemişler, o kadar. Askeri ambulanslar orada;

park yerine çekilip konulmuş. Demek, haklarında hüküm verilecekler

getirilmişler.

Artık olağan duruma gelen, üstümüzün başımızın, çanta

ve evraklarımızın aranıp taranmasından sonra, dış kapıdan

giriyoruz. Binanın girişinden başlayıp, merdivenlere, koridorlarda

süren ve duruşma salonunda -sanıklar bölme-sinde

son bulan, onlarca komando erinin yan yana ve karşı karşıya

dizilmesiyle meydana getirilmiş; yani insandan meydana

getirilmiş ince, patika gibi bir yol var. -Patika-dan geçip, duruşma

salonuna giriyoruz. Yusuf, Deniz, Hüseyin ve arkadaşları

salonda gene yok. Halbuki, aşağıda ambulansları görmüştük.

Savunduğumuz kişilerin, birbirinden ayrı ayrı,

mahkemenin çalıştığı binanın bitişiğindeki ana tamir depolarının

çeşitli yerlerine konulmuş olabileceğini, aklımızın kenarından

bile geçiremiyoruz o anda.

Mahkeme salonunda, hepimizin dikkatini derhal çeken;

ama cevabını bir türlü bulamadığımız, büyük bir gariplik

var. Tahta parmaklıklarla çevrili; yargılananların tümünü

rahatça alan, içinde her zaman 20-25 iskemlenin bulunduğu

-sanıklar bölümü- iyice küçültülmüş. Oraya, bugün, sadece 3

iskemle koymuşlar. Halbuki hakkında hüküm verilecek en az

20 kişi var.

Bir türlü yanıtını bulamağımız garipliğin nedenini, biraz

sonra, orada bulunan herkes gibi, biz de öğreneceğiz.

Komando erlerinden oluşan -patika yol-un içinden, önce

Deniz'le Yusuf'u getirdiler. Arkadaşlarının nerede olduğunu

bilmedikleri belli. Hatta bize bakıp, gözleriyle soruyorlar.

Biz de bilmediğimizi belirten hareketlerle cevap veriyoruz.

Duruşma Yargıcı Ahmet Tetik:

-Anayasayı tebdil, tağyir ve ilgaya... T.C.K.'nın 146//1'inci

maddesine... Ölüm cezasına... Tahfife mahal olmadığına...

Deniz; hiç beklemeden, dimdik, yumruğu sıkılı, kolu havada

bağırıyor.

-YAŞASIN BAĞIMSIZ TÜRKİYE-

DAR'AGACINDA ÜÇ FİDAN SAYFA 2

Yusuf, aynı şekilde:

-YAŞASIN BAĞIMSIZ TÜRKİYE-

Sonra Hüseyin, Atilla ve diğerleri..

Ama görevliler, gençlere son sözleri söyleme fırsatı vermemeye,

hepimizin gözleri önünde duruşma salonunda, sıkılı

yumruğu havaya kalkan her birinin üzerine çullanıp, yakapaça

dışarı atmaya başladılar...-

Haklarındaki hükmü dinlemeye salona ilk giren Deniz'le

Yusuf, dışarı çıkınca birbirlerine -vatan sağ olsun- diyerek

sarılmış ve sonra kelepçelenip götürülmüşlerdi.

Artık celseler bitmişti. Beklemeye başladılar. Dışarda arkadaşları,

yakınları, avukatları onları kurtarmak için çırpınıyordu.

Günler ilerledikçe beklemenin gerilimi de çok geniş

alanlarda derinleşti. İnançlarından hiçbir ödün vermeden

beklediler.

:::::::::::::::::

GECENİN GÖLGELERİNDE AYRILIK

Karlı dal uçlarında kımıldayan ay mı

kabuğunun altında

çığlık çığlığa ışıldıyor tomurcuklar

yıldızlar mı dökülüyor gökten kırlara

...

Geceyle

sel sularında çalkanan yapraklar kaybolur

artık görünmez omzuna serpilmiş benekler

bayırlardan aşağlara doğru derinleşen karanlık

rüzgarla ıslık çalar kayalıklar boyunca

...

Çiğdem telleriyle bezenmiş yastığın ıslak

uykuna renkler topluyor dalgın dolaşan kelebekler.

motor ve ayak sesleriyle çırpınırken sokaklar,

ıssız bucaksız tarlalarda başaklar nasıl da titrek

...

Kanla beklediğim şarkılarda gelişen sevgilim

belki de kalbinde düğümlenen

ölüme giderken duyduğum gülümseyiştir

bakarsın seninle artık görüşemem

alnına vuran ışığı

sakın kaybetme geceleri.

N. Behram 1972

:::::::::::::::::

N. AĞIRNASLI İNÖNÜ'YE -KORKARIM BU KAN GÖLÜ ONU DÖKTÜRENLERLE

BİRLİKTE, SUSANLARI DA BOĞAR- DEDİ...

1 Numaralı Sıkıyönetim As. Mahkemesi'nde 1'inci THKO Davası

sonuçlanmış ve 18 genç hakkında idam kararı verilmişti.

Gelişmeler sonucunda artık, kamuoyunda Deniz, Yusuf ve

Hüseyin'in asılacakları söylentisi almış yürümüştü. Avukatlar

son girişimlerde bulunuyorlardı. Bu dönemde Niyazi

Ağırnaslı, İnönü'yle bir görüşme yaptı. Ağırnaslı İnönü'yle

görüşmesine ilişkin anılarını şöyle anlatıyor:

-Bizim endişemiz, bu üç gençle ilgili kararın onanacağı

merkezindeydi. Doysa As. Yargıtay'da, Başsavcılık tetkikindeydi.

İnönü'yü ziyaretim bu safhada oldu. 1933-1946 yılları

arasında T.B.M.M.'de özellikle son yıllarda Bütçe Komisyonu'nda

memurken, başbakanlığı, cumhurbaşkanlığı dönemlerinde

sayın İnönü'nün, bana karşı bir göz aşinalığı vardı.

1961 seçimlerinde C. Senatosuna Ankara Senatörü olarak

girdikten sonra kendileriyle ilişkilerimiz oldu. Altı yıl süren

senatörlüğüm sırasında konuşmalarına, T.İ.P adına yaptığım

girişimlere daima ilgi duyar, Parlamento kulislerinde koluma

girip benimle konuşarak dolaştığı olurdu. C. Senatosundan

ayrıldığım zaman da -parlamentonun çalışkan üyelerinden

birisiydi. Yeni bir ses getirdi. Onu seçtirmek için girişimde

bulunalım, kendisiyle konuşup bana haber getiriniz.-

diye eski CHP bakanlarından bir arkadaşımla bana mesaj

yollamıştı. Bütün bu ilişkilerden cesaret alarak telefonla

Mevhibe Hanımefendi aracılığıyla istediğimiz randevuyu kabul

etti. Pembe Köşk'ün giriş katındaki küçük salonda 55 dakika

süren bir konuşma yaptık. Daha doğrusu beni dinledi ve

ara sıra bir iki cümleyle konuşmaya yön verdi. Ben bu konuşmaya

18 genç aleyhine çıkan idam kararından duyduğumuz

endişeyi belirterek başladım.

-Telaşlanma Ağırnaslı, ben ortada bir idam furyası görmüyorum.

Olsa olsa 3-5 kişi hakkında bir kesin hükme varılır.

Onları da biz meclislerde hallederiz- demişti.

-Paşam, parlamentonun yapısı bu umudu besleyici nitelikte

değil sanıyorum. İşin sosyopolitik, sosyo-ekonomik nedenlerini,

bu olayları hazırlayan ortamı, dış ve iç etkenleri

yeterince bilen kaç kişi olduğunu bilemiyorum, amma bizzat

sizin partiniz de bile böyle müşfik ve hoşgörülü bir davranışa

karşı çıkanlar olacağını sanıyorum,- dedim.

-Eveet...- dedikten sonra -o halde ne yapabiliriz?- diye ilave

etti. O sıralarda gözlerindeki rahatsızlık nedeniyle, katarakt

ameliyatı için Paris'e gidecekleri duyulmuştu. Bir olup

bittiden endişeliydik.

-Siz, ilk Talat Aydemir olayında -kan dökülmeden silahı

teslim ederseniz koğuşturma açtırmam, amma sizi emekliye

sevkettiririm.- diye Talat Aydemir'e mesaj göndermiş ve bu

sözünüzü parlamentoda da tekrarlamıştınız. Birincide koğuşturma

açılmadı, bunu biliyoruz. Sizden başka kimsenin

gücü yetmezdi koğuşturma açtırmamaya, dedim. Gülümsedi.

-Bu gençlerin devleti devirecek, anayasayı yok edecek güçte

olduklarını sanmıyorum. Konu herhalde Yargıtay'da titizlikle

incelenecektir inancındayım..- gibi bir mesajınız yeterli

olur, dedim. -Bu, adalete müdahale olmaz mı Ağırnaslı?- deyince

de; -Paşam, sıkıyönetim komutanlarından bazıları,

başta Faik Türün, bildiriler yayınladılar ve infazların çok

yaklaştığı şu günlerde... diyerek adalate açıkca yön verme çabası

gösterdiler. Biliyorsunuz infaz deyimi sadece idamlar

için kullanılıyor. Sizin salt adaletin gerçekleşmesi istikametindeki

uyarmanız, adalete olumlu yönde müdahale olur

inancındayım, elbette bunun şeklini siz takdir buyurursunuz-

cevabını verdim. Bunun üzerine de: -Amma ben Yargıtay'dan

kimseyi tanımıyorum ki- dedi. -Paşam sizin bu genç

insanları tanımanız olanaksız elbette. Amma memleketin İsmet

Paşası bir tanedir. Onu herkes tanır ve ondan gelecek

telkinlere ve uyarılara dost düşman kulak kabartmak zorunluğunu

duyar.- yanıtını verdim. Gülümsedi. Ben de durup bir

şey söylemesini bekledim. -Sen konuşmana devam et Ağırnaslı

seni dikkatle dinliyorum- demekle yetindi. Sonradan

bazı girişimlerde bulunduğunu duyduk, amma karanlık güçler

kamuoyunu öylesine yanıltarak hazırladılar ve olaylar

öyle gelişti ki korkulan sonuç 6 Mayıs 1972 gecesi sabaha

karşı gerçekleşti.

İnönü'yle görüşmemiz sırasında anayasayı ihlalin Türkiye'de

üç kez söz konusu olduğunu; bunlardan birinin devleti

yöneten çoğunluk partisi iktidarına, ikincisinin Silahlı Kuvvetler'in

bir bölümüne ait olduğunu, bunlarda vasıtaların yeterli

ve maksadı istihsale elverişli olduğunu, T.H.K.O. davasında

durumun çok farklı bulunduğunu açıklamaya çalıştım.

Siyasi cinayetlere, failleri bulunamadığına göre iktidarı suç

ortağı, hatta asıl suçlu saymanın zorunlu olduğuna değindim.

-Meşruluğunu yitiren bir iktidara karşı direnme hakkını

kullananları sorumlu saymak güçtür. Gençliğin taptaze ve

gür kanı durmadan gölleniyor paşam. Korkarım bu kan gölü

bir gün onu döktürenlerle birlikte susanları da boğar.- deyince,

İnönü'nün kaşları çatıldı. -Sütünü iç sütünü- diye sehpaya

konan süt bardağını işaretledi. -Siz Türkiye'de özgürlükçü

demokrasiye doğru ilk olumlu adımları atan insansınız-

diyerek konuşmayı yumuşattım. Özgürlükçü demokrasi karşıt

fikirlerin birbirine tahammülünü gerektirir. Devlet, kaba

kuvvete karşı tarafsız bir uyanıklık gösterse, bazı düşüncelerin

meclisten, hatta ülkeden kovulması için linç olayları düzenlemese

ülkenin 12 Mart ortamına gelmesine gerek olmazdı...-

filan gibi sözler söyledim. Hiçbir söz alamadan İnönü'nün

yanından ayrıldım, amma yine de İnönü'nün bir şeyler

yapacağı umudu bende uyanmıştı. Sonradan bazı girişimlerde

bulundu da. Anayasa Mahkemesi'ne açtığı iptal davası,

infazı 50 gün kadar geciktirmiş oldu, ama büyük yerler işgal

etmiş bazı küçük kişilerin hıncı, işbirlikçi sermayesinin devrimci

eğilimleri sindirme çabaları, acımasızca çökmüştü

memleket ufkuna bir kez. İnönü'nün Deniz Gezmiş'i -Hukuk

okuyormuş, kaçıncı sınıfta?- -Çok akıllı çocukmuş diyorlar,

doğru mu?- -İngilizceyi iyi biliyormuş öyle mi?- gibi soruları

zihnimizi karıştırdı. Arkadaşlarla yaptığımız değerlendirmelerde

Hüseyin'le Yusuf'un ölüm cezalarının meclislerde ömür

boyu hapse çevrileceğinden ve Deniz'in cezasının onanacağından

kuşku duyar olmuştuk...-

Gün, günü kovaladı. Zaten mahkemelerde tıkanmış olan

yasalar, mahkeme sonrası başvurmalarda da, kendini aynı

nitelikleriyle sürdürdü. Denizler bir şarkı söyleme öncesi

duyarlığıyla, hücrelerinde ödünün izini taşımadan beklediler.

Gün günü kovaladı. Mayıs geldi dayandı. Artık avukatları

son görüşmelerini yapıyorlardı. Niyazi Ağırnaslı son görüşmesini

şöyle anlatıyor:

-Son ziyaretimiz infazdan birkaç gün önce Zeki Oruç

Erel'le birlikte olmuştu. Hala bazı ümitlerin bulunduğundan,

cumhurbaşkanının vetosundan bahsettiğimizi gören Deniz

Gezmiş -Yok ağbey- demişti, -bizim asılma kararımızı çok önceden

vermişlerdi zaten, bunu hep söyledik. Dileriz ki biz

boş yere ölmüş olmayalım ve vatan satıcılarının oyunları anlaşılsın

yoksul halkımızca. Boşa ölmüş olursak işte o zaman

yazık olur.-

Gözlerimi gizlemek zorunda kaldım ve sustuk. Kısa bir

süre sonra,

-Bizi TAYLAN ÖZGÜR'ün yanına gömdürün ve infazlar

sırasında mutlaka bulunun. Burjuvazinin paçavra gazeteleri,

korktular, düştüler, bayıldılar gibi onurumuzu kırıcı yayın

yapmaya çalışır. Duruma avukatlarımız tanık olmalılar,- dedi.

Görüşme hücrelerine tek tek geliyorlardı. Hüseyin İnan'a

-Hadi sen öbür hücreye geç de Yusuf'u göreyim- dedim bir

ara. Durup bir şey söylemek istedi. Sonra dudağı hafifçe aralanmış

olarak çıktı hücreden. Yusuf'un dudaklarında acı bir

gülümseme vardı. Üçünde de korkudan hiç eser yoktu. Güçler

dengesinde henüz uyanışı tamamlanmış halkın karşısında

dış sömürüden pay alan sermayenin ağır bastığının, bu

ağırlığa kurban edileceklerinin bilincindeydiler.-

Avukat Zeki Oruç Erel ise son görüşmesiyle ilgili anısını

şöyle anlatıyor:

-Mamak Askeri Cezaevi'nde, çarşamba günleri sadece tutuklu

yakınları görüş yapabilirler. Haftanın bu günü; yani

çarşamba günü, avukatlar müvekkilleriyle görüştürülmezler.

3 MAYIS 1972 ÇARŞAMBA...

Bir gün önce, 2 Mayıs 1972'de senatodan idam kararları

onaylanıp, çıktı.

11 gündür DENİZ, YUSUF, HÜSEYİN açlık grevini sürdürüyorlar.

Greve başladıkları gün, greve gitmelerinin nedenlerini

belirten yazılı metni; cezaevi yöneticileri, bütün çabalarımıza

karşın bize vermedi. Mamak Askeri Cezaevi'nde

kanunsuzluk, asıl; yasallık, istisna olduğundan bu konunun

üzerinde fazla durmağa gerek yok sanıyorum. Bu durumda

üçü de sözlü olarak, bize; açlık grevine gitmelerinin nedenini

şöyle açıkladılar.

-Dışardaki gelişmelere bakılırsa, üçümüzün idamı kesin

gibi görünüyor. Ayrı ayrı kapatıldığımız hücrelerimizde, Türkiye

işçi sınıfı ve halkımız için yapabileceğimiz son eylem,

ancak bu olabilir.-

3 MAYIS 1972 ÇARŞAMBA. Bu tarih; şüphesiz kişisel

olarak benim için, özel bir anlam taşımaktadır. Zira; onları

en son gördüğüm gün: 3 Mayıs 1972 Çarşamba günüdür.

2 Mayıs'ta senatodan idam kararları çıkınca; savunmayı

üstlenen biz 11 avukat, bir mucize dışında, idamların önlenmesinden

umudumuzu kesmiştik. Dava süresince üçünü de

yakından tanıma fırsatını bulmuş olan bizler; onların ölüm

karşısında en ufak bir tereddüt göstermeyeceklerini kesinlikle

biliyorduk. Bu konuda, hiçbirimizin en ufak bir şüphesi

yoktu. Ancak, 11 gündür açlık grevinde olduklarını da biliyorduk.

11 günden beri süren açlık grevinin, en sağlıklı kişiyi

bile, -fizik- olarak nasıl halsiz düşürebileceği kolaylıkla

tahmin edilebilir. Bu nedenle, açlık grevine son vermelerini

kendilerine önermeye karar verdik. İşte, bu öneriyi iletmek

üzere 3 Mayıs 1972 Çarşamba günü Mamak Askeri Cezaevi'ne gittik.

Onları mutlaka asmaya kararlı olanlar da açlık grevinden

son derece tedirgindiler. Grev süresince, her gün, içlerinde

profesörlerin de bulunduğu Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nden

bir doktorlar heyeti cezaevine gelip muayene ediyor, 24

saatlik hücredeki yaşamları; her yarım saatte bir, cezaevi yönetimince,

yazılı olarak saptanıyordu. Bu nedenle, görüş yasağına

karşın bizi cezaevine aldılar.

Başta cezaevi müdürü olmak üzere 5-6 görevli, başımızda

dikilmiş, Hüseyin, Yusuf ve Deniz'le yaptığımız konuşmayı

dinliyorlar. Söze Halit Çelenk başladı:

-Biz, infazların durdurulması için, hala, ciddi çabalar sarfediyoruz.

Ancak, bu çabalar sonuç vermezse infazlar gerçekleşebilir.

İnfazlar gerçekleştiği takdirde, biz avukatlar; sizin

infaz yerine sağlıklı ve rahat bir şekilde gidebilmeniz için, açlık

grevine son vermenizi öneriyoruz. Şüphesiz, bu konuda

karar sizindir.-

Öneriye cevap için bizden bir saat süre istediler. Ama, on

dakika kadar sonra Deniz, gülerek geri geldi ve şöyle dedi:

-Önerinizi kabul ediyoruz. Sizlerden en az bir kişinin, infazlarda

mutlaka bulunmasını istiyoruz. Ancak, faşizm; bizlerle

ilgili halka yalan söyleyebilmek için, sizleri infaz mahallinde

bulundurmayabilir. Eğer böyle bir durum olursa,

bütün arkadaşlar kesinlikle emin olsunlar ki, bir devrimciye

yakışır şekilde gideceğiz.-

Kendisine infazlarda iki avukatın bulunacağını, bu yönde

bütün tedbirleri aldığımızı söylüyoruz. Benimle rahat, kendinden

ve arkadaşlarından kesinlikle emin bir havada biraz

daha görüştükten sonra; konuşmayı, gene Deniz bitirdi:

-ŞİMDİLİK HOŞÇAKALIN. İNFAZLARDA BULUŞURUZ!-

Evet mayıs gün gün ilerliyordu. Ve sanki ölümü bekleyen

onlar değildi. Öyle genç, öyle meraklı bekliyorlardı hücrelerinde.

Son anlarına dek yaşamayla, yurtlarıyla, insanlarla ilgili

şeyler düşüyordu akıllarına.

Deniz Yusuf ve Hüseyin'le son görüşmesine ilişkin anılarını

Avukat Orhan İzzet Kök şöyle anlatıyor:

-Yapabilecek her şey yapılmış, sonuç belli olmuştu. İnfazlarla

ilgili üç maddelik yasayı meclis onaylamış, cumhurbaşkanı

imzalamıştı. Her an infazların yapılması bekleniyordu.

Her üçü de hücrelerindeydiler. 6 Mayıs'tan bir-iki gün önce

(tam hatırlayamıyorum) tutukevinden avukat istendiği haberi

geldi. Gittim. Tek tek üçüyle de görüştüm (bu onları son

görüşümdü). İnfazlarla, dışarıdaki politik ortamla ilgili bazı

şeyler sordular. Tam ayrılacağım sırada Hüseyin, Toprak ve

Tarım Reformu Ön Tedbirler Yasa Tasarısı'ndan bir tane elde

edip kendisine getirmeye çalışmamı rica etti. Tasarının

köylüye ne getirip götürdüğünü öğrenmek istiyordu. (O sırada

basında ve kamuoyunda söz konusu tasarı tartışılıyordu.)

Donup kalmıştım. Her an ölüme götürülmesini bekleyen

bir insan, o zamana kadar hücresinde, adı reform olan bir

toprak yasasını okumak istiyordu. Güç toparlandığımı, hemen

şehre döndüğümü, bir yerlerden aldığım teksir ya da gazete

küpürü benzeri bir tomar kağıdı geri götürüp içeriye yolladığımı

hatırlıyorum.-

Orhan İzzet, Hüseyin'in istediği şeyleri getirmiş fakat

kendisi görüşememiş, elden içeriye yollamıştı. Küpürler içeride

Hüseyin'e verilmişti. Hüseyin götürüleceği ana kadar

-Toprak ve Tarım Ön Tedbirler Tasarısı-nı inceledi. Notlar

düştü kenarına, satırların altını çizdi...

Ve Deniz de ve Yusuf da... Halkın hayatını düşünerek vardılar

Altı Mayıs'a...

:::::::::::::::::

ÜÇ DAĞA AĞlT

Açlığın

çıplaklığın acısı mı genişliyor

dalları

meyvaya çağıran rüzgar mı

...

Dalgın bir kuşun ötüşünden

sevdiğinin kalbine düşen aşık mı

yağmuru emen toprak mı derinleşiyor

...

Yas mı tutmalıyım onurlu ölüme

halkın gözlerini dolduran çizgilere

umudu mu çağırmalıyım

...

Ah, gidiyor işte gidiyor göz göre göre

sıcak titreyişi varlığını hayata adamışların

gidiyor

öfkenin haykırışları

yasalarıyla gidiyor kahredişin

zulmün ve iğrençliğin buyruklarıyla gidiyor

toprağa düşen bakımsız yapraklar gibi değil

azarlanmış çocukların kederiyle değil

doğuşun ve sevmenin feryadıyla gidiyor

ölümü donatan arkadaşlarım

...

Ah, gidiyor işte gidiyor göz göre göre

durutarak gündüzleri geceleri

durutarak adanmışlığı, mertliği yüceliği

damıtıp sevdalarına

nefesi toprağa aşılamaya gidiyor arkadaşlarım

...

Bulutlar da hafif mi kar taneleri kadar

özgürlüğün borcu mu ödeniyor

...

Yaralar mı açılıyor yoksulluğa

ezilmişliğin isyanı mı sesleniyor

...

Ah, gidiyor işte gidiyor göz göre göre

birer rüzgar uğultusu bırakarak yanan ateşe

N. Behram Mayıs 1972

:::::::::::::::::

6 MAYIS'IN İLK DAKİKALARINDA DENİZ, YUSUF VE HÜSEYİN'İN

HÜCRELERİ AÇILDI... ZİNCİRE VURULDULAR...

1972 Mayıs'ının 5'inci günü Resmi Gazete'de bir kanun yayınlandı.

-İnfaz-a ilişkindi. Kanun yayınlanmıştı fakat hükümlü

vekillerinin 2.5.1972 ve 4.5.1972 tarihlerinde verdikleri

iki ayrı -karar düzeltme- istemine henüz bir yanıt gelmemişti...

Kanunun yayınlandığı gün, hükümlü vekillerinden Ersen

Şansal ve Mükerrem Erdoğan, Mamak Cezaevi'ne geldi. Denizlerle

görüşmek istediklerini bildirdiler. Beklemenin sonu

gelmiyordu. Saat 17.00 olmuştu. Hala görüşememişlerdi. Ayrılmak

zorunda kaldılar.

Ve yavaş yavaş karanlık çöktü. İlerleyen dakikalar 6 Mayıs'a

devirdi günü. Artık Mayıs'ın 6'sıydı...

Ankara'nın göğünde ılınmaya direnen bir gece yarısı.

Ege'nin ve Akdeniz'in ılınmış rüzgarı uç vermiş Ankara'da.

Ege'de dallar yırtılmış. Çiçeğe durmuş tomurcuklar. Akdeniz'de

ilk turfandalar dirilmeye başlamış. Ilınan hava, uzansın

istiyor Anadolu'ya. Ankara'da düğümlenmiş. Durmuş.

Burulmuş. Bu bahar gecesinde Ankara sisli. Suskun. Susturulmuş.

Yağmur yağıyor Sivas'ta. Yamaçlarda beyazlıklar başlıyor

Doğu'ya doğru. Kar daha çekilmemiş. Çektikleri, çekilir cinsten

değil Doğulunun. Binlerce can, kulağını Ankara'ya dikmiş.

Karanlık altında bir haber bekliyor havadan.

Kar daha çekilmemiş. Ankara'ya vuruyor serinliği.

Ankara'da üç dal fidan; ellerinde bıçkılarla gelenlerin

ayak seslerini dinliyor.

Yeni bir günün ilk dakikaları. Demir topuklar çınlatıyor

betonu. Sokakların gözleri yumuk. Geceleri sokağa çıkması

yasaklanmış Ankaralıların. Binlerce göz uyanık ev içlerinde,

açık, bekliyor... aylardır yoldaki haberi, ölüm haberini... An

an beklenen uykusuzluk gelip irkiltti körpecik bedenleri.

Mayıs'ın 6'sıydı. Şafak sökmeden, gerilemeden karanlık,

gün yükselmeden, darağacına çıkacaktı Deniz, Hüseyin, Yusuf.

Görevliler doldurmuştu her yanı. Sanki bir şeylerden bir

şeyleri kaçırıyorlardı. Telaş içindeydiler.

Güvenlik kuvvetlerinde bütün izinler kaldırılmıştı. Beş

kişi ölümle yüz yüze getirilmeyi bekliyordu. Üçünün durdurulacaktı

yüreği. İkisi avukattı; durdurup yüreklerini, darağacında

üç kişiyi seyredeceklerdi.

Saat 00.30 olmuştu ki, Halit Çelenk ve Mükerrem Erdoğan'ın

evleri önünde görevliler belirdi. Arabaları gelmişti,

bindiler...

Yollar bomboştu. Semtlerinden ayrılıp Merkez Cezavi'ne

doğru yöneldiler.

Ankara'da Mamak Askeri Cezaevi çok sayıda kuvvetle

çevrilmişti. Tanklar ve çember çember güvenlik görevlisiyle,

yüksek dereceden güvenlik görevlileri ve yüksek rütbeli subaylar,

sağa sola gidip geliyorlardı. Telsizlerle sürekli olarak

komut alınıp veriliyordu. Cezaevinin içi dışı projektörlerle

aydınlatılmıştı.

Bir ara bir telsiz komutu bütün bekleyenleri harekete geçirdi.

Görevliler Mamak Askeri Cezaevi içinde Deniz'in bulunduğu

hücreliklere doğru yöneldiler. Kaldıkları hücrelerin

birer birer kapıları açıldı. Gidecekleri haberi verildi.

Yusuf ve Hüseyin daha önce yazdıkları son mektuplarını

koyunlarına koymuşlardı. Görevliler ilkin, hücresinde Deniz'i

ayaklarından zincire vurdular. Ellerini arkadan bağlayıp

dışarı çıkardılar. Zincirler yürümesini engelliyordu. Bir

görevli zincirleri kaldırarak yürümesine yardımcı oluyordu.

Dışarda her biri için ayrı bir zırhlı araba bekliyordu. Deniz

hücresinden çıkarılmış, koridordan geçiyordu. Koğuşların

kapılarının açıldığı koridora geldiğinde, haykırarak kapalı

kapılar ardındaki arkadaşlarına veda etti. Ve görevliler

arasında zırhlı arabaya doğru yürüdü.

Arabaya bindirip kapılarını kilitlediler.

Yusuf ve Hüseyin de aynı şekilde alındılar ve aynı yerde

haykırıp, arkadaşlarına veda etmelerinden sonra, ayaklarından

zincire vurulmuş, elleri arkadan bağlanmış bir durumda

zırhlılara bindirildiler.

Yeni bir telsiz komutuyla zırhlılar harekete geçti. Mamak

Askeri Cezaevi'nin karanlıkta buruk sessizliği, arabaların

gürültüsü uzaklaşınca daha da yoğunlaştı. Ve göz göz kapalı

gökyüzünün altında büküldü kaldı. Uzaklaşan sesler içerdekilerin

kulaklarında ağır ağır donuklaşıp çınlamaya dönüştü.

Arabalar arka arkaya Merkez Cezaevi'ne yanaştılar. Bir

süre koşuşmalar, konuşmalar ve hazırlıklardan sonra birer

birer zırhlıların kapıları açıldı.

Deniz'i başgardiyan odasına getirdiler. Yusuf ilerde bir

başka küçük odaya, Hüseyin avukatlarla mahkumların görüşme

odasına getirildi.

Başgardiyan odası avluya bakıyordu. Zifiri geceyi, Ankara

Merkez Cezaevi'nin ışıkları kendi gücünde çelmişti. Avludaki

darağacına, alaca karanlık altında ışık vuruyordu. Deniz,

yüzü pencereye dönük olarak oturtulmuştu. Görevliler

omuzlarından tutuyordu. Ayakları hala zincire vurulmuş, elleri

bir daha çözülmemek üzere arkadan bağlanmıştı.

Başgardiyan odasında aşağı yukarı, yirmi-otuz yüksek

dereceden görevli vardı. Cezaevi görevlileri, merkez komutanları,

güvenlik görevlileri, Tevfik Türüng, İnfaz Savcısı

Sami Uğur ve diğerleri...

Deniz son mektubunu önceden hazırlamamıştı. Son

mektubunu darağacının karşısında yazdıracaktı. Bir zabıt

katibi ve daktilo getirttiler.

Sigara içeceğini söyledi. Bir görevli Deniz'in sigarasından

bir tane ağzına koyup yaktı. Bir iki nefes çektikten

sonra geri aldı. Deniz istedikçe veriyordu.

Darağacına bakarak son mektubunu yazdırmaya başladı:

Merkez Cezaevi

Baba

Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış

bulunuyorum. Ben ne hadar üzülmeyin dersem yine de

üzüleceğinizi biliyorum. Fakat bu durumu metanetle karşılamanı

istiyorum, insanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler,

önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla

şeyler yapabilmektedir. Bu nedenle, ben erken gitmeyi normal

karşılıyorum, ve kaldı ki, benden evvel giden arkadaşlarım

hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir.

Benim de düşmeyeceğimden şüphen olmasın, oğlun

ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir, o bu yola

bilerek girdi ve sonununun da bu olduğunu biliyordu, seninle

düşüncelerimiz ayrı, ama beni anlayacağını tahmin

ediyorum. Sadece senin değil, Türkiye'de yaşayan Kürt ve

Türk halklarının da anlayacağına inanıyorum. Cenazem

için avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca savcıya

da bildireceğim. Ankara'da 1969'da ölen arkadaşım Taylan

Özgür'ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi

İstanbul'a götürmeye kalkma, annemi teselli etmek

sana düşüyor, kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum,

kendisine özellikle tembih et, onun bilim adamı olmasını

istiyorum, bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak

da bir yerde insanlığa hizmettir, son anda yaptıklarımdan

en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir, seni, annemi,

ağabeyimi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşi ile

kucaklarım.

Oğlun DENİZ GEZMİŞ

Deniz başgardiyan odasında son mektubunu yazdırmaktayken,

dışarda üstleri başları didik didik, don, çorap, ayakkabı

içine kadar arandıktan sonra avukatları Halit Çelenk

ve Mükerrem Erdoğan içeri alındılar.

İlkin infaz savcısı Sami Uğur'la karşılaştılar. Savcı onlara

son -kararı düzeltme istemleri-nin red olunduğunu sözlü olarak

iletti. -Hukuki bütün formaliteler tamamlandı- dedi...

Avukatlar başgardiyan odasına getirildiler. Deniz onları

görünce gülümsedi ve -Hoşgeldiniz- dedi. Metin bir görünüşü

vardı. Saçı traşlıydı.

Bir ara infaz savcısı Sami Uğur, Deniz'e doğru eğilerek

-Nasılsınız?- dedi. Deniz -Çok mutluyum ve rahatım- diye

yanıtladı. Ve devamla mektubunun tamamlandığını söyledi...

Mektubu infaz savcısına verdiler. Avukatları, Deniz'e bir

arzusu, diyeceği olup olmadığını sordu. Deniz onlara -Cezaevindeki

bütün arkadaşlarımı benim tarafımdan öpün. Onlara

ve dışardaki bütün devrimci arkadaşlara selam ve sevgilerimi

söyleyin. Her ikiniz de idam sehpasına nasıl gittiğimize

tanık olun ve bunu anlatın- dedi.

Avukatlar, Deniz'in yanından ayrılıp Yusuf'un olduğu

odaya geldiler. Zincire vurulmuş ve bağlı bir durumda oturan

Yusuf'un, avukatları görünce, yüzünü bir gülümseme kapladı

ve onlara -hoşgeldiniz- dedi. Arkasından -Babam infazı biliyor

mu?- diye sordu. Avukatlar -Biliyor- dediler. Yusuf -Ne

durumda?- diye sürdürdü. Avukatlar -Metin ve soğukkanlı-

diye yanıtladılar.

Avukatlarının bir diyeceği olup olmadığını sormaları üzerine

Yusuf, -Çok iyiyim!- dedi. Ve şu sözleri ekledi -Biz inanıyoruz

ki, bu mücadele bizim ölmemizle son bulmayacak...-

Kısa bir suskunluktan sonra Yusuf avukatlarına -Son bir kez

Deniz'i görmek istiyorum- dedi.

İnfaz savcısı Yusuf'un bu sözü üzerine -Buna ne lüzum

var- diye araya girdi. Avukatlar -İdam hükümlülerinin son

arzularının yerine getirilmesi bir gelenektir, bunda bir sakınca

yoktur, her üçünün de birbiriyle görüştürülmeleri gerekir-

diye direttiler.

Yusuf odasından alınarak Deniz'in yanına getirildi.

Sanki, günlerce süren ölüm orucundan, çıkan onlar değildi.

Sanki, az sonra darağacında can verecek olan onlar değildi.

Uzun bir hasretlikten sonra buluşan iki kardeş gibi kucaklaştılar.

Öpüştüler. Dizleri ayaklarındaki zircirleri zorladı

bir an. Omuzları arkalarından bağlı kollarını zorladı bir

an. Sessiz bakışlarla veda ediyorlardı birbirlerine. İkisi de

birbirlerine, yapacakları şeylerden emin bir duyguyla bakıyorlardı.

Ayları, yılları tutmuştu arkadaşlıkları, daha önce birçok

kez birlikte ölüme gidip gelmişlerdi.

Şimdi bu son yolculuklarından bakışları, saniyelerle sınırlıydı.

Bakıştılar... Bir ömür boyu kadar uzun bir bakış... Ama

bir kelebeğin ömrü kadar bile değil...

Birlikte -Tamam- der gibi görevlilere baktılar. Yusuf döndü,

görevlilerin arasında zincir şıkırtılarıyla odasına doğru

yürüdü...

Bu sırada avukatlar Hüseyin'in olduğu odaya yönelmişlerdi.

:::::::::::::::::

TUTANAKLAR (2)

Tuzlu suda yarası pişen ayak

ve pasıyla kelepçenin incelen bilek kemikleri

yıllarca taşınsa da

çıplak etin altında acısı donuklaştı

...

Ve ter

ve ipekten dökülen uyku

ve halka halka açılan bahar sabahları

kırılan kaburgaları

gökkuşağıyla sardı

...

Dostlarından gelen haberler

meraktan bir öpüş seli doldururken gövdene

gururla yükselen bakışını

toprağa düşürmek için

düşman boşuna çabaladı

...

Artık denizlerdeki dalgalar kadar azgın

çayırlar kadar ferahsın

Yüreğin aşkla örselenmiş bir kerre senin

N. Behram 1972

:::::::::::::::::

TELAŞLANMIŞLAR, DENİZ'İN AYAĞIlNDAKİ ZİNCİRİ

AÇAMIYORLARDI... DENİZ GÜLÜMSÜYORDU.

Avukatlar Hüseyin'in olduğu odaya girerlerken bir albayla

karşılaştılar. Albay -Dini telkin istemiyorlar- dedi. Bunu

anlamlı bir sesle söylemişti. Müslüman olmadıklarını çağrıştırmak

istiyordu.

Avukatlar -Bu sadece onların bileceği bir iş- dedi. Albay

-Tabii siz de bilirsiniz,- diye aynı sezdirmeyi, bu kez avukatlara

yöneltti.

Aylardan mayıstı. Günlerden Mayıs'ın 6'sı. -Hıdırellez-

günü diye yazıyor takvimler, -Alaçam, Samsun, Geyikaşan

Hıdırellez günü... Karacabey, Bursa Hıdırellez şenlikleri...-

Halkın her yıl sevgili gibi karşıladığı bir gün. Dargınların barıştığı,

çocukların, canlıların, doğanın şenlendiği, armağanlar

alınıp verildiği bir gün.

Yerleşmiş İslam geleneğine göre Hıdır ve İlyas peygamberlerin

her yıl buluştuklarına inanılan gün. İnanışa göre

ölümsüzlüğe erişmiş bu iki peygamberin buluşmaları, kutlanarak

anılır.

Avukatlar Hüseyin'in bulunduğu odaya girecekken duydukları

bu sözle sinirlenmişlerdi. Hüseyin babasını düşünüyordu

odada, Hıdır'dı babasının adı, Hıdır İnan.

Aylardan mayıstı. Günlerden Mayıs'ın 6'sı. İnanışa göre

ölümsüz peygamber Hıdır baba baharın muştulayıcısıdır.

Bastığı yerde güller açılır, bülbüller ötüşmeye başlar, baharın

bereketi hissedilir... O gün şarkılar söyleme günüdür.

Kızlar evliliğe niyet tutar. Hastaların iyileşme umudu dirilir,

tazelenir. Canlıların canı yakılmaz. Karıncaların bile incinmesinden

sakınılır. İyilik günüdür Mayıs'ın 6'sı. Hıdırellez,

halkın günüdür...

Avukatlar albaydan geçip Hüseyin'in bulunduğu odaya

girdiler. Hüseyin de Deniz ve Yusuf'un durumundaydı. Birkaç

görevli omuzlarından tutmaktaydı.

Avukatlarını görünce büyük bir mutluluk ve derin bir gülümsemeyle

-Hoşgeldiniz- dedi. Avukatlar ona bir arzusu

olup olmadığını sordular. -Bir arzum yoktur. Sizlere çok teşekkür

ederim.- dedi.

Sonra Hüseyin avukatlarına -Babam Ankara'da mı?- diye

sordu. Avukatlar Ankara'da olduğunu söylediler. Hüseyin

-Nasıl?- diye sürdürdü sorusunu.

-İyi ve seninle iftihar ediyor- diye yanıtladı avukatları.

Bu arada avukatlar görevlilere Hüseyin'in de arkadaşlarıyla

vedalaştırılmasını hatırlattılar.

Hüseyin aynı sıcaklık ve canlılıkla Deniz ve Yusuf'la odalarında

birer birer kucaklaştı. Zincirleri ve bağları, üçünün

de bu vedalaşma anında gövdelerine alabildiğine ağırlık veriyordu.

Omuzları ve başlarının hareketiyle birbirlerine sokuluyorlardı.

Hüseyin önce başgardiyan odasında Deniz'le, sonra yandaki

diğer odada Yusuf'la, konuşacak çok şeyleri olan, ama

ayrılmak zorundaki insanların can sevinciyle bakıştı. Hiçbir

şey şakadan değildi. Fakat yaşayan gülümseyişlerinde, çocuksu,

şakacıl bir incelik vardı.

Bir birlikteliğin, yaşamadaki son karşılaşmaları da böyle-

ce bitti. Hüseyin görevliler arasında bekleme yeri olan, avukatlarla

mahkumların görüşme odasını getirilip sandalyesine oturtuldu.

Üçü de ilkin kendisinin asılmasını isteyen bir duygu taşıyordu.

Onları darağacına çıkmak değil, darağacına çıkacak

arkadaşlarını seslerden, kıpırtılardan dinlemek zorunluluğu

incitiyordu. Fakat bu son deneylerine de dik duruyorlardı.

Saat 01.00'i geçiyordu.

Bu ara avukatlar Deniz'in bulunduğu odaya döndüler.

Deniz ayakları zincirli, elleri arkadan bağlı bir durumda

darağacına bakan pencereye karşı oturduğu yerden yazdırdığı

son mektubunu tamamlamak üzereydi. Onun bitirmesini

beklediler.

-... Son anda yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı

belirtir, seni, annemi, ağabeyimi ve kardeşimi devrimciliğimin

olanca ateşiyle kucaklarım... Oğlun Deniz Gezmiş.-

Mektup tamamlanmıştı.

İnfaz savcısı Sami Uğur, Deniz'e sokulup, elindeki basılı

kağıttan idam kararının özetini okuyup; bir diyeceği olup olmadığını

sordu. Deniz, kararın kendisine ait olduğunu, bir

diyeceği olmadığını belirtti.

Savcı görevlilere -zincirleri çözün- dedi. Bir görevli yarı

telaşlı, yarı çekingen bir tavır içinde, elindeki anahtarla zincirlerin

kilidini kurcalamaya başladı... Açamıyordu. Elindeki

anahtar kilide uymuyordu. Bunun üzerine başgardiyan birkaç

anahtar daha verdi. Kilidi yine açamadılar.

Bu durum odadakilerde yeni bir sabırsızlık havası estirmişti.

Kendi kendine söylenenler vardı.

On beş dakika kadar beklenildi. Birisinin -Zincirleri çözmeye

lüzum yok, zincirleriyle çıkarılsın- dediği duyuldu. İnfaz

savcısı Sami Uğur -Bunlar efendi çocuk, prangayı çözelim-

diye karşılık verdi ve -Kilidi kim kilitlediyse acele bulun-

komutunu verdi.

Adamı bulup getirdiler. Ve zincirler çözülebildi. Deniz zincirlerini

çözen adama -Postallarımın bağını bile bağlamaya

vakit bırakmadan beni apar topar buraya getirdiler. Sehpada

bu haliyle postallarım ayaklarımdan düşecekler. Onları

bağla..- dedi. Görevli, Deniz'in postallarını bağladı.

Bu arada Deniz'e, beyaz bezden dar bir idam gömleği giydirdiler.

Ayaklarına kadar uzandı...

Gitme vakti gelmişti.

Deniz avukatlarına dönerek veda etti. Çevresini acı bir

gülümsemeyle süzdü ve avludaki sehpaya doğru metin adımlarla

yürüdü.

İdam gömleğinin dar olması ve ellerinin bağlı olması nedeniyle

sehpaya destekle çıktı. Sehpada üç ayaklı bir tabure

vardı. Deniz ona da çıkıp ilmiği boynuna kendisi geçirmeye

çalıştı.

İlmiği boynuna geçirdiğinde, seyredenlerden bazıları, cellada

başlarıyla tabureyi çek işareti veriliyordu. Deniz birden,

şafağı daha sökmemiş bu bahar sabahının, serin sessizliğine

doğru yankı veren bir sesle bağırmaya başladı:

-YAŞASIN TÜRKİYE HALKININ BAĞIMSIZLIĞI, YAŞASIN

MARKSİZM-LENİNİZMİN YÜCE İDEOLOJİSİ, YAŞASIN

TÜRK VE KÜRT HALKLARININ BAĞIMSIZLIK

MÜCADELESİ, KAHROLSUN EMPERYALİZM!-

Çevredeki görevliler telaşlandılar. Deniz'in son sözcüğü

bitmemişti ki, cellat aceleyle tabureyi altından çekti. Ciğerinden

yükselen son sözcüğü taşıyan nefes, dudağına varamadan,

gırtlağında tıkandı.

Taburenin çekilmesiyle Deniz boşluğa yığılmıştı. Fakat

onun uzun boyunu cellat hesap edememişti: Deniz'in ayakları

taburenin altındaki masaya çarptı. Hemen masayı da çektiler.

Saat 01.25'i gösteriyordu.

Gardiyan, imam ve sivil personel, gelenek gereği saygı

duruşunu geçmişti. Avukatların yüzlerini derin bir hüzün

doldurmuştu. Denizgili ölüme mahkum eden 1 No'lu Sıkıyönetim

Mahkemesi'nin Başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi, elleri

arkasında; ağzında sigara Deniz'i seyrediyordu. Ankara savcısı

Fazıl Alp, Tevfik Türüng, Sami Uğur, yüksek rütbeli

birçok subay, gardiyanlar, sivil görevliler, imam, avukatlar

doktor infazda hazır bulunmuştu. Özellikle imamın aşırı derecede

duygulandığı görülüyordu. İnfaz savcısı Sami Uğur,

kendince espriler yapıp yine kendi gülüyordu.

Deniz'in göğsüne, karar özetini içeren bir beyaz karton astılar.

On dakika kadar sonra, görevli doktor gömleğini sıyırıp

nabzına baktı. Deniz'in nabzı çarpıyordu. Beklediler...

On-on beş dakika sonra nabza tekrar bakıldı. Deniz'in

nabzı durmamıştı. Bekliyorlardı. Deniz ipin ucunda bir dal

gibi, alaca havada ağır ağır dönüyordu. Sadece başı ve postalları,

uzun ince beyazlığın iki ucunda, iki gri noktaydı.

Gemerek'te yakalandığı gün kalbi ve beyni arasında dolaştırdığı

ölüm duygusu, onu darağacında, boynunda bulmuştu.

Elli dakika öylece kaldı.

02.15'de ipi kestiler.

:::::::::::::::::

KANAYAN ÜZÜMLER

Elleri bağlı, bilekleri

gözleri açık... kan yok gözkapaklarında

yalnız gevşeyen bir omurga, kırılan ayna parçaları

...

Yalnız gevşeyen bir omurganın

saçlara bulaşan ıslaklığı

cansız sarkışı bir gövdenin

...

Hayır, bağırmak için vakit erken

geceyi bölmeliyiz geceyi...

halkın çırpınışlar biriktiren karanlığını,

gül yapraklarında yağmur taneleri gibi

ölümü sabırla taşımalıyız bağrımızda

...

Işık kırılıyor --nasıl olsa kırılacaktı--

okşarken güvendiğimiz hayat

karanlıklara alışarak başkaldırdı

bulut gibi taşınan pankartlarla

olgun meyvalardan fışkıran suyla

acının ve akmayan gözyaşının sırrıyla

ah, bir ter gibi gitgide soğuyan kansız ölüler

kanayan üzümleri görüyorum

kanayan üzümleri

yaşadığımız bağ evlerinde

bağ evlerinde

N. Behram 1972

:::::::::::::::::

YUSUF ODASINDAN ALINIRKEN -DENİZ-İN SESİNİ DUYDUM- DİYORDU...

Deniz darağacından indirilip götürülürken, Yusuf'u odasından

çıkardılar. Başgardiyan odasına getirdiler. Gelirken

-Deniz'in sesini duydum- diyordu. Deniz'in oturmuş olduğu

sandalyeye bu kez Yusuf'u oturttular.

Ayaklarındaki zincirler çözüldü. Kendisine hüküm okundu.

Bir diyeceği olup olmadığı soruldu. -Bir diyeceğim yok

karar bana aittir- dedi.

Doktor çağırdılar. Yusuf -Hiçbir şeyim yok, sanki komada

olsam asmayacak mısınız? dedi.

Bu arada Yusuf babasına yazdığı ile köyündeki akrabalarına

ve köy halkına yazdığı son mektuplarını avukatlarının

almasını istedi. Yusuf son mektuplarını dört gün önce cezaevindeki

hücresinde yazmış, koynuna koymuştu.

Mektupları infaz savcısı aldı. Yusuf -Mektuplarını yerlerine

verecek misiniz?- diye sordu. İnfaz savcısı -Elbette vereceğiz,

bize güvenin yok mu?-, diye yanıtladı. Yusuf gülümseyerek,

-Niye güvenim olsun?- diye karşılık verdi...

Yusuf'un babasına yazdığı son mektubu şöyleydi:

Salı

2.5.1972

Sevgili Babacığım...

Bu mektubu aldığın zaman ben ebediyen bu dünyadan göç

etmiş olacağım. Ne kadar sarsılacağını tahmin ediyorum. Bir

buçuk seneden beri benim yüzümden nasıl üzüntü içinde olduğunuz

malum. Bu son olayı da metanetle karşılamanızı sadece

dileyebiliyorum.

Babacığım, bu olayda da annemin ve Yücel'in senin tesellilerine

ve desteklerine ihtiyaçları çok. Bunun için ne hadar

metin olursan, hem senin sağlığın için, hem de onlar için o

kadar iyi olur. Elbette ki, yıllarca emek verip yetiştirdiğin bir

oğulun, birgünde öldürülmesi kolay göğüslenecek bir olay değildir.

Fakat siz benim ne için, kimlere karşı mücadele verdiğimi

biliyorsunuz. Ben bu açıdan rahat ve vicdan huzuru

içinde gidiyorum. Sizlerin de bu bakımdan rahat ve huzur

içinde olduğunuzu ve olacağınızı biliyorum.

Babacığım, annemin ve Yücel'in senin desteklerine muhtaç

olduklarını yukarda söylemiştim. Onları rahat ettirmek

için bütün gücünü kullanacağından zaten eminim. Babacığım

burada şunu ilave edeyim ki, Yücel'in hastalığından kendimi

sorumlu hissediyorum. Yücel için her şeyinizi ortaya koyacağınız

konusunda da kuşkum yok. Ablamlar için söyleyeceğim,

fazla üzülmesinler. Olayın sarsıntıları geçtikten sonra

normal hayatlarını devam ettirsinler. Mehtap'a ne diyeyim...

Benim için her zaman bol bol öpün.

Babacığım cezaevinde kalan arkadaşları arasıra yoklarsan,

hallerini, hatırlarını sorarsan çok memnun olurum. Her

biri oğlun sayılır. Dışarda bizler için uğraşan dostlarımı ve

dostlarını hiçbir zaman unutmayacağını biliyorum.

Mektubum burada biterken sizi, annemi, Yücel'i, ablamı,

Aziz ağabeyi, Mehtab'ı hasretle kucaklarım babacığım... Sağlıcakla

kalın.

HOŞÇAKALIN

T. Yusuf Aslan

Yusuf'un babasına yazdığı bu son mektubu yerine verilmişti,

fakat köyüne ve akrabalarına yazdığı mektup yerine

verilmedi.

Yusuf'un infaz savcısına -Niye güvenim olsun?- karşılığı

daha sonra haklılık kazanmıştı.

Savcıyla bu konuşması sırasında Yusuf'un beyaz idam

gömleğini getirdiler. Yusuf -Beyaz gömleği giymesem asamaz

mısınız?- diye sordu. -Usül böyle- diye karşılık verdiler.

Bu ara Yusuf karşısında oturan ve çevresindekilerin kendisine

-müdür bey- dediği birine (Birinci Şube Müdürü'ne)

-Yine işkencelere devam ediyor musunuz?- diye sordu. Müdür

birden irkilip, -Biz öyle bir şey yapmayız- diye yanıtladı.

Yusuf gülümseyip başını hafifçe bükerek, -Peki elektrik işkencesi

nasıl gidiyor?- dedi. Müdür yine -Bizde böyle bir şey

yoktur- diye yanıtlayınca, Yusuf, müdüre -Sizin çocuğunuz

var mı?- diye sordu. -Bir kızım var- diye karşılık verdi müdür.

-Nerede okuyor?- diye sorusunu sürdürdü Yusuf; müdür

de -Okula gitmiyor, daha küçük bir kız- dedi. Daha sonra

müdür Yusuf'a ODTÜ'de hangi bölümde okuduğunu sordu.

Yusuf -Fizik bölümü ikinci sınıfta idim- diye yanıtladı.

Yusuf'un konuşmasındaki rahatlıktan onun idam edilecek

biri olduğunu unutmuştu sanki müdür. -İkinci sınıfta idim-

deyişi birden havayı etkiledi.

Daha sonra Yusuf'a avukatları -sigara içer misin?- diye

sordular. -Son bir defa içeyim- diye yanıtladı.

O ara tuvalete gitmek istediğini söyledi. İnfaz savcısının

izniyle tuvalete götürdüler. O tuvaletteyken savcı -Dikkat etsinler,

orada pencere vardır- diye seslendi.

Yusuf tuvaletten döndüğünde, infaz savcısı -Yusuf'u bekletmeyelim-

dedi. Beyaz gömleği giydirdiler.

Yusuf avukatlarıyla vedalaşıp, güler bir yüzle idam sehpasına

doğru yürüdü. Masaya ve tabureye çıktı. İlmiği boynuna

geçirmişti ki gür bir sesle bağırarak şöyle söyledi:

-BEN HALKIMIN BAĞIMSIZLIĞI VE MUTLULUĞU

İÇİN ŞEREFİMLE BİR DEFA ÖLÜYORUM. SİZLER, BİZİ

ASANLAR ŞEREFSİZLİĞİNİZLE HER GÜN ÖLECEKSİNİZ.

BİZ HALKIMIZIN HİZMETİNDEYİZ. SİZLER AMERİKA'NIN

HİZMETİNDESİNİZ.. YAŞASIN DEVRİMCİLER

KAHROLSUN FAŞİZM..!-

Yusuf bağırırken seyredenler arasından biri aceleci bir

sesle -Sehpaya vur, sehpaya vur, sehpaya vur- diyordu. Celladın

hareketleri çabuklaştı. Yusuf ayağıyla tabureye vurmaya

çalışırken cellat onu altından çekti, sonra masayı da aldı.

Yusuf'un da son sözcüğü ağzında kalmıştı. Boşluğa çakılmasıyla

birlikte dişleri kenetlenmiş, adeta son sözcüğü ısırarak

söylemişti...

Saat 02.25'i gösteriyordu.. Aynı kişiler onu da aynı şekilde

seyrettiler... Ağır ağır dönüyordu ipin ucunda. Sonra bir

külçe halinde durdu. Sadece esintiyle idam gömleğinin uçları

uçuşuyordu...

02.50'de ipi kestiler...

Az sonra Hüseyin, Merkez Cezaevi'ndeki avukatlarla

mahkumların görüşme odasından alınıp, başgardiyan odasına

getirildi. Deniz ve Yusuf'un daha önce oturtulduğu sandalyeye

oturtulup, ayaklarındaki zincirler çözüldü.

O sırada avukatları, Hüseyin'e sigara vermek istediler.

Hüseyin içmeyeceğini söyleyip teşekkür etti.

Bir ara infaz savcısı Hüseyin'e, -Sarız'ın içinden misiniz,

köyünden misin?- diye sordu. Hüseyin -Sarız'ın içindenim,

siz Kayseri'nin neresindensiniz?- dedi. İnfaz Savcısı -Kayseri'nin

içindenim- diye karşılık verdi.

Ve savcı bu konuşmadan sonra, hakkındaki idam kararını

Hüseyin'e okuyup, sordu: Hüseyin -Karar bana aittir, bir

diyeceğim yoktur- dedi. Bu ara Hüseyin daha önce hücresinde

babasına yazdığı kısa mektubunu alıp, babasına vermelerini

söyledi... bu son mektubunda Hüseyin şunları yazmıştı:

-Babama, Anneme, Kardeşlerime ve yakın arkadaşlarıma,

Söyleyecek fazla söz bulamıyorum.

Bir insanın sonunda karşılaşacağı tabii sonuç bildiğiniz

sebeblerden dolayı erken karşıma çıktı.

Üzüntü ve acınızı tahmin ediyorum.

İleride durumu çok daha yakından anlayacağınız inancındayım.

Metin olunuz.

Üzüntü ve acılarınızı unutmaya çalışınız.

Bütün varlığımla hepinize kucak dolusu selamlar, sevgiler!..

Yazılacak çok şey var, fakat hem mümkün değil, hem de sırası

değil...

Candan selamlar...

Hüseyin İnan

Hüseyin son mektubunda da yaşadığı sürece ağır olan, az

konuşan kişiliğini sürdürmüş, kısa bir mektup bırakmıştı.

İnfaz savcısının mektubu almasından sonra Hüseyin,

avukatlarına dönerek -ayağımda bu beyaz lastik papuçlar

var, ayakkabılarımı giymeme fırsat vermediler, çullanırcasına,

adeta havalandırarak apar topar getirdiler, babama söyleyin,

bu lastikleri gördüğü zaman, ayakkabısı yokmuş diye

üzülmesin. Hücrede kalan ayakkabılarım, Askeri Cezaevi'ne

hediyem olsun- dedi..

O sırada infaz savcısının -Hüseyin'i bekletmeyelim- dediği

duyuldu. Hüseyin'e beyaz idam gömleği giydirildi.

Hüseyin avukatlarına veda etti ve çevresine dönerek -Bu

mücadele bizimle bitecek mi?- dedi..

Daha sonra beyaz gömleği içinde sehpaya doğru dik ve

metin adımlarla yürüdü. Sehpaya çıktı, tabureye çıkmadı.

Son sözlerini tabureye çıkmadan, ilmiği boynuna takmadan

bağıracaktı.. Aceleci sesin sahibine adeta, sessizce oyun bozanlık

etmişti...

Hüseyin saat sabahın 03.00'ünde, şafağın sökmeğe sabırsızlandığı

bir sırada, son karanlığında gecenin, sehpanın üstünde

bağırarak karanlığa karşı şunları söyledi:

-BEN ŞAHSİ HİÇBİR ÇIKAR GÖZETMEDEN, HALKIMIN

MUTLULUĞU VE BAĞIMSIZLIĞI İÇİN SAVAŞTIM.

BU BAYRAĞI BU ANA KADAR, ŞEREFLE TAŞIDIM. BUNDAN

SONRA BU BAYRAĞI TÜRKİYE HALKINA EMANET

EDİYORUM. YAŞASIN İŞÇİLER, KÖYLÜLER VE YAŞASIN

DEVRİMCİLER, KAHROLSUN FAŞİZM...!-

Bu son sözlerinden sonra Hüseyin, boynunu ilmiğe geçirdi

ve ayağının altındaki tabureyi bir iki tekmeyle devirip,

kendi infazını yaptı.

İnce dal bedeni boşluğa düştü... İleri geri sallanıp döndü...

Deniz ve Yusuf'la bir kez daha buluştu...

:::::::::::::::::

ÖLÜM NERDEN VE NASIL GELİRSE...

Hava nasıl da puslu

bulutlar yumak yumak yığılmış ağaçlara

incecik boynundan süzülen ter

karışırken böğründen fışkıran kana

öyle derin öyle berrak ki

üstelik: çayır kuşlarının gözleri kadar

...

Pusudan gövdene alçakça sokulmuşlar

dehşet aç kurtlar gibi ellerinde --sinsi ve kirli--

...

Oysa

onların göremediği bir şey var

kanınla yıkadığın toprağa

kalbinden rüzgara usulca ilişerek

savrulan isyan filizleri

N. Behram 1972

:::::::::::::::::

YAN YANA YAŞAMIŞ, YAN YANA ÖLMÜŞLERDİ, AMA

YAN YANA GÖMÜLMELERİ ENGELLENDİ

5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan saniyelerde Deniz, Yusuf ve

Hüseyin'in babaları, sokakları kulaklarında acı çınlamalarla

dinlediler. Ankara'da -sokağa çıkma yasağı- vardı. 3-4-5 Mayıs

günleri Hüseyin'in babası Hıdır İnan, Deniz'in babası Cemil

Gezmiş ve Yusuf'un babası Beşir Aslan, bir gözleri kör

edilecekmişcesine, son çırpınılarıyla bakıyorlardı. Baktıkları

her nokta kararmış, infazlar artık kesinleşmişti... Üçü de birbirinden

daha az konuşmaya çalışıyordu. Çocuklarının hayat

kardeşliği, üç babayı Ankara'da omuz omuza getirmişti. Üçü

de halktan insanlardı...

5 Mayıs akşamı, sabah buluşmak üzere vedalaşıp ayrıldılar.

O sabah oğulları asılacak üç baba, Ankara'nın karanlık

sokaklarına doğru, üç ayrı yöne uzaklaştı. Hıdır İnan bir yakınlarının

evinde, Cemil Gezmiş bir otelde kalıyordu. Beşir

Aslan'ın evi Ankara'daydı. Sabah otelde buluşacaklardı.

Çocuklarının bu son gecelerinde, çıkmanın yasak olduğu

Ankara sokakları, evvelki günler gibi, ıssız ve gürültüsüz değildi.

Gece ilerledikçe şehirlilerin sesleri evlere sinmiş, Ankara'da

bir başka gürültü çınlamaya başlamıştı.

Zaman zaman hızla bir resmi araba geçiyor; zaman zaman

uzaktan uğultular geliyordu...

Üçü de, bir ara boşanacak gibi oluyor, sonra oğullarıyla

yaptıkları son görüşmelerini düşünüp, metin olmaya çalışıyorlardı.

Üçü de bir ara bozulacak gibi oluyor, oğullarının

yargılandıkları günleri düşünüyor, netleşiyorlardı. Üçü de

bir ara kahredecek gibi oluyor, geçmiş günlerin anılarıyla

kahırlarını dindiriyorlardı.

Ölüm ve ayrılık duygusu, bu niteliğiyle, kendi tesellisini

de getiriyordu. Yapılacak tek şey onların ölmediğini düşünmekti.

Üç baba da bunu yaptılar...

6 Mayıs sabahı gök sancılanırken, saat 04.00 sıralarında

görevliler Deniz'in babasını almaya geldiler. Onların gelişleri,

o ana kadar, Deniz'in babasının yüreğindeki soyut titreyişleri;

soyut titreyişler halindeki düşleri bir anda donuklaştırdı.

Ondan sağ olarak aldıklarını, ona cansız olarak vereceklerdi...

O ana kadar onun saymadıkları şey, artık onundu.

Aralarında dışarı çıktı ve arabalarına bindi...

Bir süre sonra Deniz'in babasının kaldığı otele Hüseyin'in

babası geldi. Otele girdi ve orada, yarı uykulu beklemekte

olan otelciye Cemil Gezmiş'i sordu. Otelci az önce götürüldüğünü

söyledi. Biraz ileri çıkmıştı ki, otelin önüne bir polis

arabası yanaştı. Çabuk çabuk içeri girip otelciye bir şeyler

söylediler. Otelci onlara Hıdır İnan'ı işaret etti. Hıdır İnan'la

karşılıklı söylenecek hiçbir şeyleri yoktu. Hıdır İnan da onların

yanına sokuldu ve otelden uzaklaştılar...

Araba bir süre Ankara'nın dışına doğru yol aldı. Mezarlıklar

Müdürlüğü'ne geldiler. Hıdır İnan, orada Cemil Gezmiş,

Beşir Aslan ve Deniz'in abisi Bora dışında tanıdık kimse göremedi.

Fakat oda oldukça kalabalıktı. Sonra Karşıyaka Mezarlığı'na geldiler.

Hıdır İnan oğlunu görmek istediğini söyledi. -Müdür

Bey-in izniyle, yanına 3-5 polis verilerek oğlunun olduğu bölüme

gönderildi.

Deniz, Yusuf ve Hüseyin yıkanılmak üzere yan yana uzatılmışlardı.

Üzerleri örtülüydü, fakat Deniz uzun boyuyla belliydi.

Hıdır İnan sırayla üçünün de yüzünü açtı ve birer birer

alınlarından öptü. Çelik gibi sertleşen alınları altındaki çizgiler,

ince bir gülümseme halinde şakaklarından yanaklarına

doğru uzanıyordu. Yaşayan insan kokuları, daha gövdelerinden

uzaklaşmamıştı. Yine de Hıdır İnan'ın dudakları, alınlarında

ince bir iz bırakmıştı. Bu onları son gören göz, onlara

son yaklaşan dudak ve insani soluk oldu.

Hıdır İnan yıllar sonra oğlunu ancak bu şekilde, bu kadar

yakından ve içten öpebilmişti. Polisler onu seyrediyordu. Hala

oğlu ile kendisi arasında duruyorlardı. Anlaşılıyordu ki, bu

üç insan ancak yeraltında bakışlardan uzak kalabilecekti.

Oysa zaman gösterdi ki, toprak altında da rahat bırakılmadılar.

Gelen ziyaretçileri alınıp götürülüyor, adeta ziyaretleri suç

sayılıyordu...

Hıdır İnan ilkin Deniz'i, sonra Yusuf'u ve sonra oğlu Hüseyin'i

alınlarından öpmüş; onlara doğru bakarak -vatan ve

bağımsız Türkiye sağ olsun- demiş ve örtülerini bir daha açılmamak

üzere yüzlerine örtmüştü...

Artık saat ilerlemiş, vakit aydınlığa varmıştı. Cemil Gezmiş

bir an önce ölülerin gömülmesini isteyen görevlilerle tartışıyordu.

Oğlunu İstanbul'a götürmek istiyordu. Onun son

mektubu daha kendisine verilmemişti. Deniz'in nereye gömülmek

istediğini bilmiyordu.

Görevlilerden söylenenler vardı. Yüksek dereceden bir gö-

revli -Hadi yahu, sabahı uykusuz ettik- demişti.

Deniz'in babası, sabahın da uykusuz olduğunu ona hatırlatmış,

görevli susmuştu...

Yusuf'un babası Cemil Gezmiş'e -gel bu çocukları ayırmayalım,

birlikte yaşayıp birlikte öldüler, onları birlikte gömelim-

diyordu.

Çıkıp mezarlığı gezdiler. Sonunda Cemil Gezmiş fazla ısrar

etmedi. Ve Yenimahalle Belediyesi'nden mezar yeri almaya

gittiler.

Görevlilerle uzun uzun tartışıyorlardı. Üçünün de babası,

oğullarının yan yana gömülmesini istiyordu. Mezarlıklar

Müdürü ise -aynı mezarlıkta olsun, fakat ayrı ayrı bölgelerde

yer vereceğiz- diyordu. Onların -çocuklarımızı ayırmayacağız-

ısrarı karşısında, Mezarlıklar Müdürü -emir böyle- demek

zorunda kalmıştı.

Sonunda Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in, aralarında başka

mezarlar olması kaydıyla, aynı sırada gömülmelerine izin verildi.

Birlikte yaşayan, birlikte ölen Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in,

birlikte gömülmesi de, -emir böyle- olduğu için engellenmişti.

Mezar yerleri alındıktan sonra, Cemil Gezmiş imam getirilmesini

istedi...

Çocuklarının kendilerine -tören yapılmamak üzere teslim-

edildiği hatırlatılarak, bir an önce gömülme işleminin

yapılmasını söylediler...

Cemil Gezmiş -imamın gelmesinin tören olmadığını; elbette

davul-zurna getirmeyeceklerini; zaten kendilerinden

başka, ölülerinin orada kimseciği olmadığını; kendilerinden

korkmamalarını- hatırlattı.

Bir görevli Cemil Gezmiş'e -Onlar asılma öncesinde imam

istemediler- demişti. Cemil Gezmiş ise bu görevliyi -Neden

istesinler, günahları mı vardı ki?- diye yanıtladı.

Sonra çocuklarını gömme işlemine hazırlandılar. Mezarlık

polis ve görevlilerle doluydu. Oldukça kalabalıktılar. İlerde

gruplar halinde duruyorlardı.

Cemil Gezmiş, Beşir Aslan, Hıdır İnan ve Deniz'in abisi

ölülerinin önünde namaz kılmaya hazırlanıyorlardı. Bir ara

Cemil Gezmiş arkasındaki polis kalabalığına dönerek -içinizde

abdesti olan yok mu?- diye anlamlı bir sesle sordu. Tek kıpırtı

gelmedi o yandan. Cemil Gezmiş'in sözü beklenmedik

bir konuk gibi çalmıştı kapılarını. Zaten baştan beri sürekli

olarak, beklenmedik bir şey oluverecekmiş tedirginliğiyle

seyrediyorlardı...

Deniz'i babası ve abisi kucaklayıp, kollarıyla mezarına

yerleştirdiler. Ve sırayla Yusuf'u... Hüseyin'i...

İlerde, değişik köşelerde Mahir yatıyordu... Saffet... Niyazi...

Hüdai...

Artık mezarlıktan ayrılma vakti gelmiş, onlarla birlikte

oradan, kalabalık da uzaklaşmıştı. Mezarlığı arkada bırakacak

tepeyi dönerlerken, geriye dönüp baktılar. Uzaktı; çocuklarının

mezarları görülmüyordu. Fakat bazı memurların görevleri

orada sürmekteydi...

Ankara'ya dönüp, çocuklarının son emanetlerini toplayacaklardı.

İnfaz savcısı kendileriyle görüşecekti.

Gidip, asılma sonrası üzerlerindeki eşyaların doldurulduğu

torbaları aldılar.

İnfaz Savcısı Hıdır İnan'la görüşmüş, ona -Başın sağ olsun,

bu kadar infazda bulundum, bunca mert adam görmedim-

demişti. Bu arada Hüseyin'in üstünden çıkan 21 lira 95

kuruşu babasına veriyordu. Ayrıca Hüseyin'in ölmeden kendisine

bir mektup bıraktığını söyleyip onu da verdi. Hıdır

İnan -Savcı Bey, demişti, Hüseyin'in bu güne gelmesi onun

mertliği sonucudur, mert yaşadı, mert öldü... Bu vereceğiniz

parayı almazdım ama, onu ölene kadar saklayacağım için alıyorum...-

Savcı daha sonra Yusuf'un babasına, oğlunun asılma öncesinde,

kolundan çıkarılan Rigi marka saati ve 17 lira 50

kuruşu verdi. Ayrıca Yusuf'un ölmeden yazdığı iki mektuptan,

köyüne ve akrabalarına olanını alıkoyup, babasına hitaben

yazdığını Beşir Aslan'a verdi.

Beşir Aslan öbür mektubun da verilmesi için çok ısrar etmiş,

fakat mektup verilmemişti.

İdamlar sırasında tutulan -Ölüm İnfaz Zabıt Vakası-nda

-... Yusuf Aslan tarafından, daha önce babasına ve bütün akrabalarına

hitaben yazdığı iki adet mektup, savcı yardımcısı

Sami Uğur'a verildi ve bunların babasına her ikisinin de teslimi

istendi...- diye resmi kayıta geçmiş olmasına rağmen,

-bütün akrabalarına- hitaben yazdığı mektup hala yerine verilmemiştir.

Ölüm öncesi, bir insanın yazdığı veda mektubunun, hangi

kanun maddesince yasaklandığı belli değildir. Bugün mahkemelerde

mektupların suç delili bile sayılmadığı açıkken,

Yusuf son mektubuyla da suçlanmış, takibata uğramıştı.

Ölümünün hemen ertesinde yeni bir yargılanmadan geçiriliyordu...

Savcının mektubu -kesin olarak- veremeyeceğini bildirmesi

üzerine, Beşir Aslan ısrarından vazgeçti. Yalnız bir kere

okutup dinledi...

Yusuf bu son mektubunda köyüne ve akrabalarına veda

ederken, emperyalizme karşı sürdürülen mücadeleyi halkın

durumunu, sömürüyü anlatıyor, gelecek günlere olan umudunu

belirtiyor, faşizmi lanetliyordu...

Çırpınarak sabaha varmış bir gecenin karanlığı, aydınlıkla

çelinirken, Ankara'da sokağa çıkma yasağı da sonuçlanmıştı...

İnfaz haberi, ilk bültenlerle Ankara'da, bir uçtan bir

uca Anadolu'ya yayıldı...

O gün 6 Mayıs'tı, Halkın -Hıdırellez- günü. Toprağa tohum

atılırdı Hıdırellez'de... Halk inancında toprağın bereket

vakti diye bilindiği bir gündü...

:::::::::::::::::

Ah, ardı ardına kenetlenen ölüm

ah, hıncı sabırla bezeyen sır

yazmadaki sırması ağlayışın tırnaklara oturan kan

...

Ey yangınlarda patlamaya hazırlanan merak

ey içimi ekşi sularla çalkalayan baş dönmesi

ıssız ıpıssız boşluğu aysız gecenin

ölümle yaşamak arasındaki şerit

naneler, kekikler, ebegümeçleri

ve şifalı bulutu kaynar kükürt deresinin

çekiyor altımdan nemli döşeğimi

...

Ah, yürekleri toprağa saplanan arkadaşlarım

ah, oğlakların, tayların, buzağların

acı otlarla kararan damakları

(akşamları barut kokusuyla dönsem de odama)

sancısı: çaresiz seyrettiğim ölümün

Ah, bir kere daha kederliyim

ah, çılgın bir aşkın kollarında incelen bıçak

seni öperek bilemeliyim

N. Behram

:::::::::::::::::

YUSUF ASLAN SON MEKTUBUNU SENATONUN İDAMLARI ONAYLADIĞI GÜN YAZMlŞTI...

6 Mayıs'ı Ankara büyük bir sessizlik içinde geçirdi. Ana

caddelerde, sokak aralarında, okul önlerinde, duraklarda hüzünlü

insanlar kadar, güvenlik önlemleri de göze çarpıyordu.

İkişer üçer sivil-resmi güvenlik görevlileri dolaşıyor, görevleri

gereği, incelen bakışları izliyorlardı.

Ölüm hangi nitelikte olursa olsun, yine de kendi ağırlığıyla

gelir. Ve o gün Ankara'daki ölüm, ağlamayı dahi yasaklayan

cinstendi. Haberi ilk veren spiker, huzurundan edildi.

Mezarlığa ilk giden genç tutuklandı. Sokakta ilk bağıran bir

kadın, alınıp götürüldü.

Ve binlerce insan yeraltı yatağında akan bir dere gibi,

içinde yaşadı duygularını.

Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in anaları: Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in

babaları, kardeşleri de o sabah, duyguları içlerine bastırılmış

olarak yaşadı.

Sabahın ilk saatiyle birlikte evlerini görevliler çevirmişti.

O gün dahi, dostlarıyla aralarına kara gölgeler devrildi.

Üç gencin babaları bütün gün çırpındı durdu Ankara'da.

Deniz, Yusuf ve Hüseyin'i ölümün karşısında olduğu günlerde

savunan avukatlar, ölümlerinden sonra babalarına, son

görevlerini yapmanın acı telaşındaydılar.

Avukat Zeki Oruç Erel, Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in, darağacında

öldürüldükleri günle ilgili anılarını şöyle anlatıyor:

-5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gece, evde sabaha kadar

uyumadan bekliyorum. Sokağa çıkma yasağı devam ediyor.

Sabah saat 05.00'te telefon çalıyor; telefonda, yakından tanıdığım,

Yusuf'un babası Beşir Aslan:

'Zeki bey, biz mezarlıktan telefon ediyoruz..'

Telefonu, Deniz'in babası Cemil Gezmiş alıyor:

'Zeki bey, bizim buradaki işler için herhangi bir yardıma

ihtiyacımız yoktur. Buradaki işleri biz kendimiz görebiliriz

ve esasen görmekteyiz. Ancak; çocuklar ölmeden önce bize birer

mektup bırakmışlar. Öğrendiğimize göre, mektuplar infaz

savcısında imiş. Sizi aramamızın nedeni; mesai saatinde

buluşup, mektuplarımızı almak içindir. Bir yer ve saat kararlaştırıp,

mektuplarımızı alalım.'

Yer ve saat kararlaştırıp telefonu kapıyoruz.

Artık, onların aramızdan ayrıldığını öğrenmiş bulunuyorum.

Hem de babalarından!..

Evden çıkıp, doğruca, infazlarda bulunacağını bildiğim,

arkadaşım Av. Mükerrem Erdoğan'ın evine gidiyorum. Evde

5-10 kişi daha var. Haliyle, acı haberden hepsi allak-bullak

olmuş. Mükerrem ise; iki saat öncenin etkisiyle donmuş kalmış,

yüzümüze anlamsız bakıyor. O'na olanları, hemen şimdi,

aynen anlatılmasını; Deniz'in, Yusuf'un, Hüseyin'in, ölüm

karşısında takındıkları tavrı tesbit etmek istediğimizi söylüyoruz.

İnfazları tekrar yaşayarak, aynen anlatıyor. Ve sözlerini

şöyle bağlıyor:

'Size şerefimle temin ederim ki; çocuklar 2 saat önce idam

olmadılar. Hiç tartışılmayacak biçimde, bu bir devrimci eylemdi.'

6 Mayıs 1972 sabah saat 9.00'da Ankara Adliye Binası'ndayız.

Deniz, Hüseyin ve Yusuf'un mektuplarını almak için,

babalarıyla birlikte, İnfaz Savcısı Sami Uğur'un odasına çıkıp,

geliş nedenimizi söylüyoruz. Sami Uğur'un, mektupları

vermemek için, o gün takındığı tavrını hala unutamam. Çocuklarını

daha birkaç saat önce kaybetmiş olan babalara; istemeseler

bile mektupları vermekte kanunen zorunlu iken,

gerçeği söylemiyor.

-Ben mektupları sıkıyönetime verdim (!)-

Hepimizde son derece gergin bir hava, Ankara Savcısı Fazıl

Alp'e gidiyoruz. Mektupları, ne pahasına olursa olsun, almadan

buradan ayrılmayacağımızı, bu yüzden çıkabilecek

olayların sorumluluğunun bize ait olmayacağını, kesinlikle,

belirtiyoruz. Fazıl Alp durumun farkında; infaz savcısını çağırtıp

gerekli talimatı veriyor, biraz önce kendisinde mektupların

bulunmadığını söyleyen Sami Uğur'dan, mektupları

alıyoruz...-

Yusuf iki mektup bırakmıştı; biri babasına, diğeri akrabalarına.

Akrabalarına yazdığı mektubu vermediler. Ancak, verilmeyen

bu mektup infazlarda bulunan avukatlar ve babası

tarafından okundu. Bu metin; okuyanlarca, hemen o gün; yani

6 Mayıs 1972 günü, yazılı olarak saptandı. Av. Zeki Oruç

Erel'den edindiğimiz bu metinde Yusuf şöyle diyor:

2 Mayıs 1972

Mamak-Askeri Cezaevi

Bütün Akrabalara,

Bu mektubumu okuduğunuz zaman, artık aranızda olmayacağım.

Mektubumu, senatonun idamlarımızı onayladığını

öğrendiğim anda yazıyorum. Şundan emin olmalısınız ki; bu

güne kadar davama olan inancım sarsılmamıştır. Sehpaya

gidene kadar da en ufak bir sarsılma olmayacaktır.

Ben, halkımın kurtuluşu, Türkiye'nin tam bağımsızlığı

için savaştım. Sizler beni tanıyorsunuz. Bir yıldan beri, bu

bir avuç sömürücüler, vatan satıcıları, işbirlikçiler; ellerindeki

bütün imkanlarla, bizi dışardan yardım gören, beyinleri

yıkanmış, vatan haini, dışardan emir alan, bölücü, anarşist

diye tanıtmaya ve halkımızdan bizi koparmaya çalıştılar. Bu

bir avuç azınlığa göre vatanseverlik; vatan satmak, yabancılarla

işbirliği yapmak, NATO'yu, Amerika'yı savunmak, 6'ıncı

Filo'yu ağırlamak, milyonlarca köylünün geçimi olan haşhaş

ekimini elinden almak, işçinin grev hakkını engellemek.

Amerika'ya ve emperyalizme hizmet etmektir.

Biz bunlara karşı çıktık. Bunun için; biz vatan haini, onlar

vatansever oldular.

Bizi, bu mücadelemizden dolayı, güya adil mahkemelerinde

yargılayan ve yine adil kurumların eli ile asacak olanlar

bilmelidirler ki; biz halkımızın kurtuluşu ve Türkiye'nin bağımsızlık

mücadelesi uğruna, şerefimizle bir defa öleceğiz. Bizi

asanlar ve astıranlar ise; her gün bin defa öleceklerdir.

Son sözüm: Yaşasın işçiler, köylüler! Yaşasın Devrimciler!

Yaşasın halkımın kurtuluşu ve bağımsızlığı için savaşanlar!

Yaşasın tam demokratik Türkiye'nin kurulmasından yana

olanlar!

Kahrolsun emperyalizm! Kahrolsun Sunay, Erim, Tağmaç,

faşist koalisyonu.

T. Yusuf Aslan

:::::::::::::::::

YALNIZ DEĞİLLER...

Saydam ve ıslak ölüm

eğer boyunlarına geçirilen ilmikten

gökten bir fırtınayı koparır gibi

koparacaksa ciğerlerini

nefesimi onlara vereceğim

kalbimdeki yaşayan tıpırtıyı

gözlerimi onlara vereceğim

oyarak kirpiklerimle dünyada

acıya ve öfkeye dair bütün görüntüleri

...

Urgan

demir yollarında

fabrikalarda

gün boyunca çığlığın dinmediği

şehrin uzak semtlerine doluşan işçilerin,

pamuk seline yaprak yaprak dökülen

tütünde

zeytinde

fındıkta

çam denizinde ormanların

ve verimsiz düzlüklerinde kurak toprağın

açlığın çan çekişini

tırnakla

terle

susturmaya çalışan yoksul köylerin

gözlerinde parlamaya başlayan

umut için düğümlendi

...

Saydam ve ıslak ölüm

eğer boyunlarına geçirilen düğümden

dökecekse körlerin alfabesini

yumruğumu onlara vereceğim

yaşayan yumruğumu

ağzımı onlara vereceğim

yeryüzünün bütün mert ölüleri için

toplayarak kanlı kelimeleri

N. Behram 1971

:::::::::::::::::

SiNAN'LA HÜSEYİN'İN ARKADAŞLIĞI KAVGA İÇİNDE BAŞLADI, SON ANA

KADAR AYNI DUYGUYU TAŞIDILAR...

Mustafa Yalçıner mahkemedeki sorgusunda -Üç yiğit vatansever

arkadaşım, gözlerim önünde, yaralı yaralı kurşunlanırken...-

diyordu.

Sözünü ettiği arkadaşları Sinan Cemgil, Kadir Manga ve

Alpaslan Özdoğan'dı. Yalçıner aynı olayda yaralı olarak ele

geçirilmişti... Yedi kişiydiler. Denizgil yakalanalı iki ayı geçmişti...

Onları kurtarabilmenin girişimindeydiler.

Karaha Geçidi yöresindeki, Amerikan Radar Üssü'nü basacaklardı.

İhbar sonucu, İnekli Köyü yakınlarında çevrildiler...

Deniz'in Gemerek'te, Yusuf'un Şarkışla'da yakalanışları,

Akçadağ Nurhak Dağları'ndaki karargahlarında onları beklemekte

olan Sinangili derinden etkilemişti...

Bir süre neler yapabileceklerini düşündüler. Yirmiden

fazla arkadaştılar. O sıra Hüseyin, Ankara'dan ayrılmıştı. Sinangil'le

irtibat kurmaya çalışıyordu.

Sinan'ın bulunduğu bölge Hüseyin'e yabancı değildi. Bölgeyi

birlikte gezip, tanımışlardı. Fakat gerek yeni koşullar,

gerek iki önemli arkadaşlarının yakalanmış oluşu ve çevredeki

sıkı önlemler, bağlantılarını güçleştirmişti.

Daha sonra Hüseyin'in de, Pınarbaşı'nda yakalanışı, Sinangil'i

önemli bir unsurdan daha yoksun bırakıyordu.

Sinan'la Hüseyin'in arkadaşlıkları, Sinan'ın Hüseyin'i

kavga içinde görmesiyle başlamıştı. Hüseyin 3-4 polisin arasında,

düşüp kalkıp boğuşuyordu... Onun gözüpekliği ve dövüşkenliği

Sinan'ı bir anda etkilemişti.

Ortalık yatıştığında, tanıştılar. Hüseyin yeni bir öğrenciydi.

ODTÜ'ye gelmişti. Sinan onu arkadaşlarıyla tanıştırdı.

Hüseyin kısa zamanda ODTÜ'de adından en çok söz ettiren

biri olmuştu.

Bir gerilim içinde başlayan arkadaşlıkları, sonuna kadar

böyle sürdü. Şimdi Hüseyin içerdeydi ve Sinan onu kurtarmak

için dövüşüyordu.

Ankara ve Nurhaklar arasındaki bu kopukluk İstanbul'da

da kendini gösterdi. Denizgil'in yakalanışı, İstanbul'da da

aynı etkiyi bırakmıştı...

Ömer Ayna, sonradan sınırda öldürülen Avni Gökoğlu ve

bir arkadaşıyla birlikte Kadıköy'de vapura bineceklerken,

gazetecilerin -Deniz Gezmiş yakalandı- diye bağırmasıyla,

birden duraklamış ve hemen aldığı gazeteden haberi yutarcasına

okumuştu. Cihanlar'la buluşup konuşmuştu. Onlar

arasında da arkadaşlarının kurtarılması sorunu ön plana

geçmişti.

Bağlantı sağlamak üzere Alpaslan Özdoğan İstanbul'a

gelmiş, Ömer ve Cihan'la buluşmuştu. Kendilerinin Nurhaklar'da

Amerikan Radar Üssü'nü basacaklarını, Cihanlar'ın

da İstanbul'da eş eylem koymaları gereğini söylemişti.

Cihanlar İstanbul'da kararlaştırılan tarihlerde bir konsolosluk

basmaya, ya da konsolos kaçırmaya çalışacaktı. Alpaslan

İstanbul'dan, Nurhaklar'a dönüp, Sinangile durumu iletti...

31 Mayıs 1971'de karargahlarından, Sinan'ın yönetiminde,

gün doğmadan yedi kişi İnekli Köyü'ne doğru yola çıktılar.

Ve radar üssüne yakın bir yerde dinlenme sırasında, saat

05.30'a gelirken yapılan bir ihbar sonucu çevrildiler. Aynı

günkü olaydan sağ çıkanların deyimiyle, Sinanlar -vurma

kastı gütmeksizin- ateşe, ateşle cevap verdiler. Çatışma sonunda

üç arkadaşları öldürüldü.

Sinan, Kadir ve Alpaslan'ın öldürüldüğünü, karargahtakiler

radyodan öğrendiler. Bir süre düşünüp, gruplar halinde

çeşitli yönlere çekilmeye karar verdiler.

En yakın arkadaşlarından üçünün öldürülüşü, Deniz, Yusuf

ve Hüseyin'i alabildiğine üzmüştü. Bu üzüntü giderek yerini

öfkeye bıraktı.

Deniz sorgusunda öfke ve üzüntüyle harmanlanan bir

duyguyla şöyle diyordu:

-Biz Amerikalılara acımış serbest bırakmıştık. Sinan da

aramızdaydı, sonradan dağıldık. Sinan Cemgil Nurhak Dağları'nda

yaralandı. Silah kullanamaz haldeyhen kasti olarak

öldürüldü. Alpaslan ve Kadir de aynı şekilde öldürüldü... Biz

Şarkışla'da teşhis edildik, ancak burada isteseydik bizi teşhis

edenleri silah kullanamaz hale getirirdik, fakat bunu asla

yapmadık, bu yola başvurmadık. Arkamızı döndüğümüz sırada,

bu yola başvurmadığımız kimseler tarafından ateş açıldı... -

Akçadağ'dan bir muhtar, Deniz'in babasına, Sinan'la ilgili

bir anısını anlatmıştı. Muhtar, Sinan'a -gelin sizi Suriye'ye

geçireyim, kurtulun- demişti. Bu söz Sinan'ı sinirlendirmiş

-Arkadaşlarımız, ölümü eli kolu bağlı beklerken, bizim elimiz

kolumuz açık, kurtulmaya çalıştığımızı mı sanıyorsun?-

demişti.

Sinan'la başlayan ölüm haberleri yeni isimlerle sürüp git-

ti. İçerde, hücrelerinde Deniz, Yusuf ve Hüseyin'i bir an olsun

bırakmadı. Ölüm haberleri durmadan tekrarladı kendini.

İstanbul'da, Unkapanı Ziraat Bankası soygununda Ömer

yakalanmış, giderek Cihanlar ele geçmişti.

Yakalanmalarından, -emniyette geçen günler-inden sonra,

Maltepe Askeri Cezaevi'nde toplanmaya başladılar.

Düşünceleri tasarıları orada da aynı ağırlığıyla kendini

sürdürdü. Yalnız bu kez, bir fark vardı. Kurtulmak ve kurtarmak

gerekiyordu. Bu bir an olsun akıllarından çıkmadı.

Sürekli olarak kaçma planları kuruyorlar, düşen hareketlerinin

serpilmesi için kurtulmak ve Denizler'i kurtarmak

gerektiğini vurguluyorlardı.

Önceleri inşaatlarda çalışmış olan Ömer, sürekli olarak

duvarları, yeri inceliyor, bir şeyler düşünmeye çalışıyordu.

Bu günlerde tünel fikri atıldı. İlk ikna olan Cihan'dı. Ömer

toprağın tünel için elverişli olduğunu söylüyordu. Uzun zaman

planlarını yaptılar.

Sonunda tüneli kazmaya karar verdiler. İdareden tuvaletlerin

temizliği için, tuzruhu getirmek istediklerini bildirdiler.

Büyük bir heyecan ve gizlilik içinde kazıma başlama gününü

beklediler. Bir süre, tuzruhu biriktirdikten sonra, betonun

delinme günü gelip çattı.

Aralarından bir kısmının, büyük koğuşta eğlence düzenleyip

herkesi bir yere toplayıp, gürültüyü sağladığı bir sırada,

tünelin kazılacağı büyük odada, tuzruhu betona döküldü. Beton

çökelek gibi olmuş, gevşemişti.

Diğer koğuştakiler gürültüden ötürü keser darbelerini

duymadılar. Ömer betonu delmiş, toprağı çıkarmaya başlamıştı

bile. Artık tek sorunları kalmıştı; gizlilik içinde, yorulmaksızın

çalışmak.

Sabahlara kadar, soğuk, ıslak tünel içinde sırayla çalıştılar.

Tünel kazımını bilenlerin sayısını, bir süre sonra, güvendikleri

kişilere göre arttırdılar.

Daha sonra Mahir'de aynı cezaevine geldi. Ortak savunma

hazırlığı için getirmişlerdi. Uzun aylardır hücredeydi.

Açlık grevinden yeni çıkmıştı. Fakat şaşılacak bir biçimde,

kısa zamanda toparlandı ve kendine geldi.

Tünel ilerledikçe kaçabileceklerine inançları da çoğaldı,

somutlandı. Bir kısmı daracık tünele girip çalışıyor, bir kısmı

onların çamurlanan giysilerini yıkıyor, ertesi güne hazırlıyordu.

Tünelden çıkan suyu ve toprağı tuvaletlere taşıyorlardı.

Toprakları yığabilmek için, tuvaletlerden birini kapatmışlardı.

Tünel için kablolarla ışık, tencerelerle toprak taşıma sistemi

kurmuşlardı.

Diğer tutukluların dikkatlerini dağıtabilmek için, soba

başında türküler söylüyor, eğlenceler tertipliyorlardı. Özellikle

Cihan Laz türküleri söyleyip oynuyor, bu şekilde hem

içindeki sevinci yaşıyor, hem soba başında görev yapıyordu.

Tünel tamamlandığında, beşer kişilik üç grubun çıkmasına

karar verilmişti. İlk çıkış denemesinde, dış duvar dibine

geç gelmişler, askerlerin devriyesi başlamıştı. Saat 06.00 olmuştu.

Tam bu saatte geliyordu devriyeler.

Cuma günkü bu başarısızlık, çıkacak gruplardan birini

eksiltmişti. Cumartesi günü de, son anda çıkılamamış, geri

dönülmüştü.

Artık tek grubun çıkması gerekiyordu.

Pazar günü Cihan, Ömer, Ulaş, Mahir, Ziya arkadaşlarıyla

vedalaşıp, içlerinde giysileri olan naylon torbalarıyla, birer

birer tünele girdiler.

Koğuştakiler soluklarını keserek beklediler. Dakikalar

ölüm anı ağırlığıyla yürüyordu. Hepsinin kulağı tetikteydi.

Tetiğin çalışabileceğinde... Ve çok zor gelen, kısa bir zaman

sonra, ilk rahat soluklar alındı. Bir saat geçmişti ki, geride

kalanlar ikişer ikişer tuvaletlere, odalara gidip diğer tutuklulara

belli etmeden sevinç gideriyorlardı.

Yeni bir umut belirmişti... Kapıları tutup, içerde direniş

başlattılar. Ankara'daki cezaevlerinde direniş vardı. Direnişlerinin,

onlarla dayanışma anlamında olduğunu söylediler.

Gerçek amaçları mahkumların sayım saatini geciktirmekti...

Ölüm haberlerinin, kurtuluş haberleriyle birlikte geldiği

günlerdi. Kaçış büyük manşetlerle bir anda bütün yurdu

kapladı.

Haber, Ankara Mamak Cezaevi'ne geldiğinde, açlık grevi

ve direniş vardı. Koğuşlar ilk haberi radyodan aldılar ve herkes

bir anda bağrışmaya başladı. Hemen herkes birbirine

-Susun, kim kaçmış adlarını duyalım- diyor ve bir ağızdan

edilen bu söz, yoğun bir gürültü yapıyordu.

Mamak'ta bir anda güvenlik önlemleri alınmıştı. Koğuşlar

açlık grevini bıraktı. Direnişi kaldırıp şenliğe başladılar.

Deniz bir anda uçarılaşmış; Yusuf sabırsızlığını bu kez sevinç

adına yaşıyor; Hüseyin; -Şimdi dışarda bir varlık sayılabiliriz

artık- diyordu.

Kaçış günlerinde, üçü de, ilk görüşmelerine ışıldayan gözlerle

çıkmıştı...

:::::::::::::::::

YAŞAMAK ADINA

Doldurdu gırtlağını kalbinden esen rüzgar

Dağıldı sessizce yaralarına

Kalbin ki susarak neler söyledi

En güzel şiirler bile uzaktı ona

...

Şimdi uykusunda kıpırdayan çocuklar

Rüzgarlarınla uçuşan kar gibidir

Ve dalgın gözlerin şefkatle aralanıp

Kelebekler döküyor onların titreyen kanatlarına

Uzanıp gidiyorsun belli belirsiz

Bir tutam kan sıcak nefesiyle dostların

Kakül gibi kıvrılıyor alnında

Süngülenmiş bahar kadar dokunaklısın

Süngülenmiş bahar kadar incelen hayal

Tanımsız duygularla katıldı sana

Gülümsedin papatyadan örülmüş bayırlar gibi

Kuşlar doldu koynuna gülümserken

Hasretin derinleştiği anda

Kapıştılar kabaran bağrındaki dehşeti

...

İşte derelerin kıyısında sevişen serçelerin

Arılar topluyor sevinçlerini

Oynarken gölgesinden ürküyor sincap

Sabahın boşluğuna serpildi kırlangıçlar

...

İşte yayla serin boylu boyunca

Kan sıcak

Ses yankı veriyor mağara önünde

3 Sayfa

:::::::

KURTULUŞ HABERLERİNİN, ÖLÜM HABERLERİYLE BİRLİKTE

GELDİĞİ GÜNLERDİ; ULAŞ DÜŞTÜ İSTANBUL'DA...

Ve günler geçti... Ulaş düştü İstanbul'da... Cihanlar, Mahirler

gün be gün tetik üstünde bekleşti; tetik ardında uykusuz

geçirdiler geceleri... Koray düştü Ankara'da... Ardından

Kızıldere... Hüdai, Saffet, Mahir, Cihan... düştüler...

Günlerin ölüm ve kurtuluş haberleriyle geldiği dönem

ağırlaştı. Yaşamak bütün ağırlığıyla sindi Deniz'in, Yusuf'un,

Hüseyin'in içine...

Kızıldere'de kan aktığını, radyodan dinlediler. Ertesi gün

saatlerce gazetelere diktiler gözlerini.

Uzaktan bakan görevlilerin, kendilerini görüp sevinebileceklerini

düşenerek, acılarına da gösterişsizlik verdiler. Dayanmak

gerektiğini söylediler. Ve ilk onlar oldu, üzüntüsü

aşırılaşan arkadaşlarını onaranlar.

Kızıldere olayından sonraki ilk görüşme gününde, görüşçüleri

onları, uzaktaki bir şeyleri düşünürken buldular. Düşünceliydiler,

fakat dikliği yine de elden bırakmıyorlardı.

Bu ilk görüşmesinde -Ana, ana- demişti Deniz, ziyarete

gelen anasına; -sanki sürek avına çıkmışlar, ne canlar düştü

bak, ne yiğit canları... duydun mu, gördün mü olanları...- ve

babasına -Ölenlerimize yakışan bir biçimde olmalıyız- demiş,

hiçbir af girişiminde bulunmamasını rica etmişti.

Aynı gün Hüseyin görüşme yerinde babasına; -Bu bir yakalama

değil, katliamdır- diyordu.

O günler avukatlarına da hiçbir af girişiminde bulunmamalarını,

tekrar tekrar rica etmişler -af istemiyoruz- diye bir

dilekçe vereceklerini söylemişlerdi.

Bu acının da altından kalktılar. Yine, kendilerine moral

vermek için görüşe gelenlere moral veren onlardı.

Son günlerine kadar büyük bir ısrarla kitap istiyorlardı.

En yeni haberleri, yayınları merak ediyorlardı.

Özellikle romanlara meraklı olan Deniz en son babasından

Tolstoy'un -Savaş ve Barış-ını istemişti.

Yakınlarının onlarla son görüşmeleri, açlık grevlerinin 12'inci

gününe rastladı.

12 gündür ölüm orucuna yatmışlardı. Ve ölüm oruçlarının

nedenlerini açıklamışlardı. Bu onların ölümleri dışında son

eylemleri oldu...

Dışarda, idamların bir an önce infazı için yoğun bir çalışma

vardı. Bir an önce meclisten geçsin ve sonuçlansın diye

uğraşılıyordu. Tam bu sırada, 18 Nisan 1972'de, Deniz, Yusuf

ve Hüseyin hücrelerinde ölüm orucuna başladıklarını açıkladılar.

Ölüm orucuna başlama nedenlerinden elde edebildiklerimiz şunlardır:

-1) Son getirilen zamlar ve hayat pahalılığı ile fakir

emekçi halkımızın zaten son derece güç olan hayat şartlarını,

çıkarcıların menfaati uğruna daha da dayanılmaz hale getirmiştir.

2) Halka dönük olan 1961 Anayasası, elbise değiştirir gibi

değiştirilmiş, bununla da yetinmeyerek halkımıza anayasamızca

tanınan hakları tamamen ortadan kaldırmak için,

yeni anayasa değişikliğine gidilmek istenmektedir.

3) Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde, MİT ajanlarına mahkemelerin

temsilcileri görüntüsü verilmek istenmiş ve -ANARŞİST-

deyimi ile devrimcilerin katline gidilmiş ve aynı nedenle

siyasi cinayetler işlenmiştir.

4) Bizim bugün hücrelerinde kaldığımız Mamak Askeri

Cezaevi'nde bulunan diğer tutuklu arkadaşlarımızdan bir veya

birkaçı her gün -Mahkemeye götürüyoruz- denilerek

MİT'in işkence odalarına götürülüp çağ ve insanlık dışı işkenceye

tabi tutularak, yapılan işkencenin bütün belirtileri

üstlerinde olarak geri getirilmektedir.

5) Bütün bu yasadışı, çağdışı ve insanlık dışı uygulamaların

halkımız ve ilerici aydınlar tarafından bilinmemesi ve

duyulmaması için basına sansür konulmuş, basın ancak sıkıyönetiminin

izin verdiği haberleri verebilecek duruma getirilmiştir.

Bütün bu nedenlerle 18.4.1972 tarihinden itibaren

-ÖLÜM ORUCU-na başladık. Bu davranışımızın kötülükleri

sona erdirmeyeceğini biliyoruz. Ancak, halkımıza ve onun

haklarına cezaevi hücrelerine sahip çıkıp onu savunacak tek

hareketimiz -ÖLÜM ORUCU-nu sürdürmek olacaktır.-

Ölüm orucunda kararlı oluşları, yöneticileri de telaşlandırmıştı.

İnfazda bir aksilik çıkmasından korkuyorlardı. Yakınlarına,

onları vazgeçirmeleri için çok ısrar ettiler. İçerde

koğuşlardaki arkadaşlarından onlara -açlık grevini bırakma

çağrısı- yapmalarını istediler.

Bu isteği, içerdeki arkadaşları, Denizgil'le son bir görüşme

fırsatı saydılar. Görevlilere Deniz, Yusuf ve Hüseyin'i ikna

edebileceklerini söylediler.

Görevlilerin kabul etmesi sonucu, aralarından üç kişi seçerek,

yanlarına yolladılar. Böylece arkadaşları son kez Denizler'le

bir araya geldi ve onlara haber getirdi, haber götürdü,

konuştu, vedalaştılar...

Ölüm oruçlarının 12'inci günü, aynı zamanda görüşme günüydü.

Deniz'e babası ve kardeşi Hamdi gelmişti. Yusuf ve

Hüseyin'in babaları da oğullarının ziyaretçisiydi...

Deniz görüşme yerine, dal gibi geldi. Yorgun fakat neşeliydi.

Babası kemerinin beş delik geride olduğunu söylüyordu.

Ölümlerinden bir hafta önceydi, bu son görüşmeleri. Ölümden

hiç konuşmamış ve hatta canlı, esprili anılar anlatmıştı.

Yusuf görüşme yerine geldiğinde çok soğukkanlıydı. Açlık

grevi onu hiç etkilememişti. Babasına, dayanıklı olduğunu,

kendisi için üzülmemesi gerektiğini söylüyordu.

Beşir Aslan -Sen söyle oğlum, seni dinleyeyim, çıkmayan

canda ümit vardır. Ama yine de hazırlıklı ol- demişti.

Yusuf'sa -Biz zaten hazırlıklıyız, tahminimizde yanılmıyoruz-

diye yanıtlamıştı. Babasından herhangi bir af girişiminde

bulunmamasını rica etmiş, -sizin ümitlendiğiniz insanlar

bize karşıdır, biz sadece kendimize ve arkadaşlarımıza, bizimle

olanlara güveniriz- demişti.

Hüseyin aynı gün görüşme yerine oldukça bitkin gelmişti.

Rahatsızlığı iyice ilerlemişti. Uzun süredir midesinden rahatsızdı.

Fakat Hüseyin bu rahatsızlığını hiçbir zaman sorun

etmemişti.

Öteden beri arkadaşları, midesi rahatsız olduğu için ona

süt verilmesini istemiş, Hüseyin bir ayrıcalığı olmasın diye

bunu kabullenmemişti.

Ölüm orucunun boşluğu midesini iyiden iyiye yaralamıştı.

Babası görüşme yerine -karnı sırtına yapışmış bir durumda

gelen- oğluna -oğlum, ölüme git, ama böyle değil- demişti.

Hüseyin'se babasına: -Sağlığı değilse de, moralinin ve neşesinin

yerinde olduğunu, üzülmemesini- söylemiş, ölüm

oruçlarının sebeplerini anlatmıştı.

Hıdır İnan oğluna -senin ölümüne üzülmeyeceğiz; hırsız

değilsin, katil değilsin; ama sevmeyenlerimizin gözleri üzerimizde,

dik git...- demişti. Hüseyin'in babasına son sözü -Dik

gideceğime de güvenin hiçbir zaman sarsılmasın- olmuştu.

Yakınlarından sonra, onlarla görüşmeye avukatları geldi.

-Ölüm orucuyla ilgili haberlere sansür konduğunu- söylediler.

Orucu bırakmalarını istediler.

18 Nisan'da başlattıkları açlık grevini, infazlardan bir

hafta önce bıraktılar...

:::::::::::::::::

MBG BAŞKANI FAHRİ ÖZDİLEK İNFAZLARA TARAFTAR DEĞİL, FAKAT UMUTSUZDU...

Avukatların, infazların durdurulması için bütün yasal girişimleri

sonuçsuz kalmaktaydı. Özellikle gerici parlamenterler

ve gerici basın bir an önce infazların yapılması için her

türlü yola başvurmaktaydı. İnfazlar halinde büyük bir -adli

hatanın- artık onarılamaz biçimde işleneceğine değin görüşlere,

kesin bir sansür uygulanıyordu. Aynı günlerde aydınlar,

ilerici, yurtsever, demokrat unsurlar arasında idamların durdurulması

için açılan imza kampanyasına, binlerce kişi katılmıştı.

Tepkilerin yoğunlaşmasından korkan gericiler büyük

bir telaş içindeydi.

Denizler'in avukatları böyle bir ortamda, kararın üstünde

etkili olabileceğini düşündükleri kişilerle, son bir kez daha

konuşmayı deniyorlardı. Bu kişilerden birisi de Milli Birlik

Grubu Başkanı Fahri Özdilek'ti.

Fahri Özdilek'le, Deniz ve arkadaşlarının avukatlarından

olan Niyazi Ağırnaslı görüşmüştü.

Ağırnaslı bu görüşmeye ilişkin anılarını şöyle anlatıyor:

-Hüseyin İnan, Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan'ın asılacaklarına,

hala bir türlü inanmak istemiyorduk. Kızıldere'de

Ömer Ayna, Cihan Alptekin, Mahir Çayan ve arkadaşlarının

toplu olarak katledilmiş olmalarına üniversitelerin, liselerin

kapıları önünde geleceğin güvencesi olan gençlerin, fabrika

duvarları dibinde devrimci işçilerin kurşunlanmasına; katillerinin

bulunmamasına, baş katilin bilinmesine rağmen,

inanmak istemiyorduk.

Yavrularını yiyen dişi kediler gibi gençliğin kanını içerek

fosilleşip köhnemiş gövdelerine zindelik kazandırabileceklerini,

yabancı efendileriyle, onların işbirlikçisi sermaye çevrelerine

yaranacaklarını umanların, kahpece çabalarına rağmen,

inanmak istemiyorduk.

Çünkü, idamlar toplum adına, adalet adına yapılacaktı.

Ne toplumun ne de özellikle adaletin yasalara uymayan bu

cinayetleri, içine sindirebileceğine kesinlikle inanmıyorduk.

Bu nedenlerle ben, sayın Fahri Özdilek'i de evinde ziyaret

ettim. Değerli dostum beni karşıladı, ziyaretimin sebebini bile bile.

-Paşam, dedim. Siz Sunay'la sınıf arkadaşısınız. Bunu sizden

öğrenmiştim. Ölüm cezalarına ilişkin yasayı VETO etmesine

onu uyarmanız için ricaya geldim. Sizden, hayatımda

ilk ve belki de son kez bir dilekte bulunuyorum. Bu, yanlış ve

siyasi bir karar oldu. İşe duygular ve sınıfsal çıkarlara hizmet

amacı da karıştı. Çok yakında, bu adli skandal hukukçular

arasında, daha sonra da kamuoyunda tartışılmaya başlanacaktır,

amma neye yarar ki çok gecikilmiş olur. Bu konuda

göstereceğiniz çabayı özellikle genç kuşaklar unutmayacaktır.-

-Milli Birlik Grubu'nun ve benim bu konudaki eğilimimi

biliyorsun. Bu gençleri bu tür eylemlere iten asıl sebepleri de

biliyoruz. Amma böyle bir müdahalenin yararlı olacağı inancında

değilim. Hem de bu gençlerin generaller için -babaları

belirsiz-, dedikleri duyulmuş. Bu nasıl söylenir?- dedi.

-Paşam bu, karanlık maksatların tam bir uydurmasıdır.

Herkesin bir babası olur. Kendi iradeleri dışında fizyolojik

bir olaydan dolayı insanlar suçlanamazlar. Bu idrak ve görüş

içinde olan gençlerin böyle bir suçlamada ve kınamada bulunmalarına

kesinlikle olanak yoktur, dedim ve ekledim:

Paşam hatırlarsınız: Cumhurbaşkanı seçiminde yan yana

oturuyorduk. Siz oyunuzu yazmış ve katlamıştınız. Boş oy

pusulasının benim önümde durduğunu görünce bana -niçin

yazmıyorsun?- diye sordunuz. Ben de -elim bir türlü varmıyor.

Güvenemiyorum bu zata- demiştim.

-Sunay benim sınıf arkadaşımdır. Ben kefil oluyorum,

yaz. Zaten başka alternatif de yok.- dediniz.

Önümüzdeki sırada oturan iki Milli Birlik Gurubu üyesine

-Paşamın kefaletine güvenerek oyumu veriyorum, vebali

kendilerinin- dedim ve oyumu yazdım. (Hatta kürsüden inerken

Bölükbaşı elimden tutup -Oy verdin mi?- diye sordu ve

-Biz vermiyoruz- diye de ekledi.

Bu kısmı Paşa'ya söylemedim. Sayın Bölükbaşı'yla ikimiz

arasında geçti.)

Özdilek Paşa, -evet hatırlıyorum-. Ben verdiğim oydan

dolayı çok pişmanım, amma şimdi iş size düşüyor. Bu üç genç

insanın hayatı söz konusu olunca ve üstelik suçlarla takdir

edilen ceza arasında yasal ve vicdani açıdan denge de kurulamayınca,

bu müdahaleyi sizden isteme hakkı doğuyor. Bir

kısım insanlar 27 Mayıs'ın intikamını da alma çabasındalar.

27 Mayıs 1960'da bu gençler ortaokul öğrencisiydiler paşam.

Cumhurbaşkam parti liderlerine de etki yaparak kanunu

VETO edebilir ve idamlar ömür boyu hapse çevrilirse bu, sizin

hizmetlerinize hiç unutulamayacak bir yenisini eklemiş

olur, dedim.

-Bir deneyelim Niyazi. Fazla ümitli değilim ya.- dediler.

İlişkilerinden ve Milli Birlik Grubu'nun topluca çabasından

da olumlu bir sonuç alınamadı, amma biz bu çabaları

Ahmet Yıldız'ın C. Senatosu'ndaki grup adına yaptığı konuşmayı,

Sami Küçük'ün bir günde üç kez; enfarktüslü kalbi ile

merdivenlerimizi tırmanıp bize haber ulaştırdığını, babaları

teselli ettiğini, Sayın Haydar Tunçkanat'ın açıklamalarını,

Suphi Karaman dostumun yürekten gayretlerini unutamayız.

Üç, fidan gibi gencin asılmasının dördüncü yılında, -Ben

bu mahkeme başkanlığını komünizmin kökünü kazımak için

üzerime aldım- diyebilen sözde tarafsız bir mahkemenin başkanını,

büyük bir iştahla Millet Meclisi'nde ve C. Senatosu'nda

-daha çok idam bekliyorduk- diyerek sınıflarına yaranma

gayretine düşenleri ve bu arada Nahit Saçlıoğlu, Remzi Şirin,

Kemal Paşa gibi davranışları, kararları ve muhalefet

şerhleriyle adaletin itibarını korumaya çalışan hakimleri ayrı

ayrı anıyoruz. Zaman, kimlerin ölümsüzleştiğini, kimlerin

daha nefes alırken, havyar yiyip viski yudumlarken, ölü bulunduğunu

elbette çok yakında saptayacaktır.-

Deniz'in babasıyla konuşmam sırasında, bir ara bir doktordan

sözetmişti. Ankara'ya Denizgil'in mezarlarına gideceğini,

Yusuf'un babasını, Niyazi Ağırnaslı'yı göreceğimi söylemiştim.

Cemil Gezmiş bir an durmuş ve -Mezarlara gittiğinde

Deniz'in doktorunun mezarına da uğrasın- demişti.. Kendisine,

-Deniz'in doktorunun kim olduğunu- sorduğumda

-Niyazi beyin iyi arkadaşıydı, o anlatır- diye yanıtlamıştı.

Sadece ODTÜ'deki bir olayda Deniz'in başından yaralandığını;

o zaman kendisini bu doktorun tedavi ettiğini söylemişti.

Deniz babasına, bu doktora olan saygısını sık sık belirtirdi.

Ankara'da Niyazi Ağırnaslı'ya -Deniz'in çok sevdiği bir

doktor varmış- dediğimde, bir süre hiç konuşmadan durdu.

Denizlerin görüntüleriyle dalgalanan gözlerine, belli ki,

yeni bir görüntü daha düşmüştü. Yine aynı duygulu sesiyle,

ağır ağır şunları anlattı:

-Dr. Paruğ Erdilek, devrimci bir operatör arkadaşımdı.

Çocuklar 6 Mayıs 1972 günü asıldılar. Hemen her gün muayenehanesine

uğrardım Paruğ Erdilek'in.

-Bu yaşta fidan gibi çocuklar, böylesine acımasızca asıldı

da ölü toprağı saçılmış gibi susuluyor- diyordu ve hiç içine

sindiremiyordu idamları.

Birçok yaralı gencin kurşunlarını çıkarmış, yaralarını

sarmış; devrimci gençlere daima bir baba şefkati göstermişti.

Kızı Neşe, benim kızımla beraber gözaltına alınmıştı. Kızını

ziyarete geldikçe bizi de mutlaka görmeye çalışırdı.

Trafik kazasındaki kırıktan kalma bir iltihaplanma ile

sağ bacağım vakit vakit şişer, morarır, ağrılar beni yürüyemez

hale getirirdi. Hemen Paruğ'a uğrardım. Ufuneti yarıp

akıtır. Yaraya fitil koyar, pansuman yapıp beni yolcu ederdi.

Devamlı koşturmak zorundaydık. Hafta sürmez bacağım bir

başka yerden yine iltihaplanırdı. Duruşma safahatını benden,

günü gününe sorar izlerdi. Burjuvazinin sağırlığına hırçınlanır,

küfrederdi.

Çocukların idamından 5 gün sonra sokak ortasında düşüp

öldü. Onlara çok yakın bir yere gömüldü. Eşi Sevinç hanım

Denizler'in mezarının örneğini yiğit kocasına da yaptırdı.-

:::::::::::::::::

BAHARDI (İİ)

Onlar, onlar kurtulabilseydi eğer

--üstelik can verildi bunun için

parçalanıp düşüldü,

sözleşildi, koşuldu, çırpınıldı...

ne mahpusluk, ne ayrılık incitir içi

dayanılmaz olurdu

ne susuşlar, ne keder bölebilirdi derinliği

...

döküldü, en kıvırcık tüyleri süt kuzularının

çarpa çarpa yemişlere döküldü daluçlarından

bir kuş yuvası,

döküldü, kahramanca söylenen türkülerden

oluk oluk kan

...

onlar, onlar kurtulabilseydi eğer

olur olmaz başlayan her konuşmada

kaynak ateşinden sıçrayan demir lavları

sabahı yutkunuşla tıkmazdı boyunlara

...

yolundular daha çok başlarındayken yolun

en körpe, en diri filizleri ezildi gülümseyişin,

sınanır, yol aranır

avuç avuç taşınırken halka aydınlık

çelmelendi sekişi

koparıldı bağırlardan bir demet ışık

...

döküldü, yüzlerce yeşillik sanki,

sedef gagasından yanar gibi döküldü

ötüşleri sakanın,

döküldü yükselen omuzların ürpertisi

yayıldı sabrın küreklerine

...

onlar, onlar kurtulabilseydi eğer

--hayata

uzak yaşayanlar

bunu bilmezler--

varlıkları gözlerden dudaklardan sezilecekti.

...

(Hangisine alışılır acının söyleyebilirim şimdi.

hangisi korunda ışıtır depreştirir insanı;

hangi sevinç başıboştur --artık biliyorum--

hangisinin o yıldırım kökleri acılardan beslenir)

N. Behram 1972

:::::::::::::::::

HÜSEYİN FİLİSTİN DÖNÜŞÜNDE AĞlR İŞKENCELERDEN GEÇMİŞ,

FAKAT TEK SÖZCÜK KONUŞMAMIŞTI...

Hüseyin'in babası, oğlunun küçükken kuşları çok sevdiğini

söylüyor. Onun ev üstüne çaktığı sandıkta, iki güvercinini

büyük bir titizlikle beslediğini, uçurduğunu, kendine alıştırdığını

anlatıyor.

Hüseyin'in babasının küçük bir dükkanı vardı. Fakat Hüseyin,

dükkana, çok az uğruyordu. Bu işe, hiç mi hiç bağlığı

yoktu. Çoğunlukla kırlarda gezer, bir şeyler düşünür; kendi

kendine bulduğu şeyleri incelerdi.

Okul sınavlarında çalışkan bir öğrenciydi. Babası, hiç olmazsa

ders sonlarında dükkana gelmesini istiyor, Hüseyin'se

-Ben tüccar olmak istemiyorum- diyordu.

İki oğlan, dört kız kardeşi vardı.

Lise sıralarına geldiğinde, babası -artık büyüdüğünü,

kardeşleri gibi kendisine yardım etmesini, dükkana sahip

çıkmasını- istemişti. Hüseyin'se çocukluğundaki tepkisini,

bu kez düşünceyle birleştirmiş; yine babasına -Ben bu düzenin

adamı olamam beşe aldığınızı ona satıyorsunuz, bu bana

uygun değil- demişti.

Sonraki yıllar Hüseyin, Sarız'dan ayrılmış, Ankara'ya

ODTÜ'ye gelmişti.

Hüseyin'in lise sıralarında kültür ve sanat çalışmalarına

yatkınlığı ve sevgisi vardı. Özellikle tiyatroya karşı büyük

bir eğilimi vardı. Devrimci bir oyun yazarı olmak istiyordu.

Kendince senaryolar tasarlıyor ve yazmayı deniyordu. ODTÜ'ye

girdiği 1966 yılıyla birlikte, militan enerjisi hareket

içinde kendini günışığına çıkardı. Ve artık bütün devrimci eylemlerde

aktif olarak yerini aldı. Bir dakikasını bile boş geçirmeyişi,

sürekli okuyuşu, bütün eylemlerde ön safta oluşu

ona arkadaşları arasında saygın bir yer kazandırmıştı.

Babası İstanbul'a mal almaya giderken, ona uğrar, görüşürdü.

Ankara'ya geldikten sonra, artık memleketine uğramaz

olmuştu. Bir seferinde babası onu, okulunda bulmuş,

-oğlum, demişti, bayramlar, kurbanlar geçiyor; anan, ablaların

özlüyor, niye evine gelmiyorsun?-

Hüseyin babasına uzun uzun bir şeyler anlatmış, sonunda

-eve gelemem- demişti. -Çünkü kendimi adadığım bir dava

var, ilerde en ağır cezanın verileceğini biliyorum, gelmememin

sebebi budur. Beni şimdiden unutmaya çalışın, kendinizi

hazırlamış olursunuz.-

Bir gün babası Sarız'da radyodan, Antep yolu üzerinde Filistin'den

dönenlerin yakalandığını dinlemiş; isimler arasında

-Hüseyin İnan- da geçmişti.

Hıdır İnan hemen Antep'e gidip, savcıyı bulmuştu. Savcının

-Yakalananlar Diyarbakır'a gönderildiler- demesi üzerine,

Hıdır İnan Diyarbakır'a geçmişti...

Vilayete gidip, oğlunu görmek istediğin bildirdi. Vali -Oğluna

tek fiske vurulmadığını, sağlığının yerinde olduğunu-

bildirmiş, fakat görüşmenin imkansız olduğunu söylemişti.

Hıdır İnan çok ısrar edince, kendisini Emniyet Müdürü'ne

yolladılar. Oradaki yetkililer de, Hıdır İnan'a, Hüseyin'in

sağlığının iyi olduğunu, fakat görüşemeyeceklerini söylediler.

Mahkemeyi beklemesini istediler.

-Oğlumu hiç olmazsa karşıdan göreyim- diye çok ısrar etmiş,

ısrarları sonuçsuz kalınca ertesi sabah 04.30'da gelip

beklemeye başlamıştı.

O gün mahkemeye çıkacaklarını duymuştu.

Beklemenin sonu yoktu.

Taksicilerden biriyle konuşurken yakalananların 04.00'te

cezaevinden alındıklarını öğrendi. Cezaevi ve adliye birbirine

yakındı. Ve bir avukat buldu. Avukat içeri girip, bir süre

sonra çıktığında -çocukların ayakta duramadıklarını- söyledi.

Hıdır İnan saat 12.00'ye dek orada bekledi. Bu sırada her

birinin kolunda iki polis; çocuklar sürülenerek dışarı çıkarılıyordu.

İlk 8-9 kişi çıkmıştı ki, iki polis arasında, kapıda Hüseyin

göründü. Babasıyla göz göze gelince öne atılmak istemiş,

-Babam gelmiş- diye bağırmıştı. Polisler bırakmadılar.

Hıdır İnan'sa -oğlum zorlanma, peşinden gelirim, sen git- demişti.

Sonra cezaevinde Hüseyin'le görüşebildi. Hüseyin -çok dövüldüklerini,

kendisinde ve arkadaşlarında hayır bırakılmadığını-

söylüyordu. Aynı olayda, Sinan'la birlikte Nurhaklar'da

öldürülen Kadir Manga da vardı.

Hüseyin babasına, Vali Ali Rıza Yaradan'ın kendisine -gel

bu işten vazgeç, ne istersen veririz, bize yardımcı ol...- diye,

ajanlık önerdiğinı anlatıyor -Vali'ye gerekli yanıtı onun sözlerini

halka açıklayarak vereceğim- diyordu.

Nitekim Hüseyin bunu açıklamış, Vali Ali Rıza Yaradan

da alelacele basında tekzip etmişti.

Diyarbakır'da yattığı günler, babası ona görüşmeci gidiyordu.

Bir seferinde, ona aldığı iç çamaşırlarını getirmiş ve

-Burada fanila, çamaşır çok pahalı- demişti. Hüseyin o zaman

babasına -Şimdi anladın mı çocukluktan beri senin dükkanına

neden gelmediğimi; bizim mücadelemiz bunlarla işte;

sen de aynı işi yapıyorsun, beşe alıp ona veriyorsunuz, fakir

fukarayı sömürüyorsunuz- demişti...

Hüseyin Diyarbakır'dan çıktıktan sonra yine uzun süre

kaybolmuştu.

Hüseyin'in son tutuklanışında, artık baba oğul karşılıklı

olarak, bunun bir ölüm tutuklanışı olduğunu biliyorlardı.

Bir görüşme öncesinde, bir görevli, cezaevi kapısında görüşmecilere

-Bizim sözümüzü dinlemiyorlar, onları ikna

edin, bir af dilekçesi versinler; yaptıklarımızın yanlışlığını

anladık, pişmanız desinler, o zaman idamdan kurtulabilirler...-

demişti.

Hıdır İnan bunları söyleyen görevliye, -Onlar böyle bir nedamet

içine girerlerse, biz veli olarak hakkımızı helal etmeyiz-

diye karşılık vermişti. Bunun üzerine aynı görevli -Siz

veliler, canavarca, çocuklarınızın sehpada sallanmasında razı

oluyorsunuz da, birer dilekçeyle reisicumhurdan af dilemeye

razı olmuyorsunuz...- diye söylenmişti.

Hıdır İnan af dileme önerisine karşı çıkarken af da dilense,

onların yine asılacaklarını düşünmüştü. Fakat af dilenirse;

ellerinde onları küçük düşürücü kozları olacaktı...

Görüşmeye girdiğinde, dışarıda olanları Hüseyin'e anlatmış,

Hüseyin babasını büyük bir mutluluk ve gülümseyişle

dinlemişti, -Bize de geldiler, boşverin, üstünde durmayın- demiş,

babasına en ufak bir af girişiminde bulunmaması dileğini

tekrarlamıştı.

Hüseyin'in bu sözüne rağmen, Yargıtay'da 18 idam hükmünün

bozulması yanında, Deniz, Yusuf ve Hüseyin'inki kesinleşmişti

ki; birer baba olarak Hıdır İnan ve Beşir Aslan

dayanamayıp, 12 Mart öncesi sağlık bakanlarından, Kayseri

AP Milletvekili Vedat Ali Özkan'a gitmişlerdi.

Onun da Kayserili olduğunu düşünüp, -belki bir bilgi alabiliriz-

diye hesaplamışlardı. Meclis salonunda kendisini görmüşler

-Biz Yusuf ve Hüseyin'in babalarıyız, çocukların

idamları Yargıtay'da onaylandı; sizin partinizin ne gibi bir

fikri var- demişlerdi.

Vedat Ali Özkan onlara -Biz 18'inin de Yargıtay'dan geçmesini

bekliyorduk, artık bu üçü kesindir- diye karşılık vermişti.

Vedat Ali Özkan'ın bu sözü üzerine, Yusuf ve Hüseyin'in

babaları -Eğer memleket düzelecekse, idam edilsinler, vatan

sağ olsun- deyip ayrılmışlardı.

Yine bir seferinde, Hüseyin'den habersiz olarak babası,

Memduh Tağmaç'ın karısına bir bayan yollamış, çocuklarının

durumu hakkında bilgi almak istemişti... Tağmaç'ın karısı

kendisiyle görüşmeye gelen bayana -3 kişi değil, 3 milyon

gitmeli ki bu memleket kurtulsun- demişti...

Deniz'in Gemerek'te yakalanışı sırasında çocukluğunun

gözleri önünden bir şerit gibi geçmesi boşuna değildi. Şarkışla

onun aynı zamanda çocukluğunun izlerini taşıyan bir ilçeydi.

Çocukluk günleri Sarkışla'nın sokaklarında geçmişti.

Üç kardeşin ortancasıydı. Babası Cemil Gezmiş orada öğretmendi...

Duygulu, haşarı, sıcak kanlı, gözünü budaktan esirgemeyen,

ince, naif bir çocuktu. Daha o yaşlarında, yediği her lokmada,

bir lokma yiyeceği olmayanları düşünür, tıkanırdı.

5-6 yaşlarındaydı ki, ilçenin en yoksullarından birçok arkadaş

edinmiş, onlarla her şeyini paylaşıyordu... En ufak bir

mal tutkusu yoktu.

Babası mahallenin esnafına, aydan aya ödeme yapar, anası

ve kardeşleri ay boyunca, erzağı veresiye alırlardı.

Deniz'in anası, büyük oğlu Bora'yı her gün fırına ekmek

almaya gönderirdi. Deniz ve Bora birbirlerine çok benziyordu.

Bir keresinde fırıncı, Denizgil'in eve her gün, birkaç ekmek

aldığına dikkat etmiş, durumu merak edip, bunca ekmeği

ne yaptıklarını babasına sormuştu.

Sonradan anlaşılmıştı ki, Deniz kendisine çok benzeyen

abisi yerine, fırına gidiyor ve ekmekleri alıyordu. İzlediklerinde,

Deniz'in aldığı ekmekleri, yoksul arkadaşlarına dağıttığını

görmüşlerdi.

Yine bir gün evlerine gelen bir komşu kadın, -Deniz'in

çöplükte, millete maaş dağıttığını- söylemişti. Hemen evden

çıkan anası baktı ki, Deniz bir taşın üstünde çevresindekilere

para dağıtıyor. Ayaklarına da anneannesinin ayakkabılarını

giymişti. Sonradan anlaşıldı ki; üç aydan üç aya emeklilik

maaşı alan anneannesinin parasını almış ve onun ayakkabılarını

giyerek, mahallenin yoksullarına maaş dağıtmaya

gitmişti.

Deniz annesinin geldiğini görünce ürkmüş, fakat yaptığı

işin yanlış olduğunu söyleyenlere hiçbir zaman inanmamıştı...

Yaşının biraz daha büyük olduğu ilkokul sıralarında,

yaşıtlarının çok üstünde bir bilgilenme ve zeka taşıyordu.

Kendince CHP'li olmuş, kitaplarına altı ok çiziyordu. Aynı

dönemlerde, okul sıralarında çektirdiği bir resminde ellerinin

6 parmağını havaya kaldırarak poz vermiş, hocasını telaşlandırmıştı.

O yıllar bir başka baskı yıllarıydı...

Annesi Deniz'in bir gün evden kaçtığını ve Sivas'a gelen

İnönü'yü görmek için, İnönü'nün kaldığı eve gittiğini anlatıyor.

Daha Sivas'ta ortaöğreniminde olduğu günlerde, düşünceleri

ve devrimci görüşleri, konuşmaları nedeniyle baskılara

uğradı. Bu baskılar Deniz'in liseden ayrılmasıyla sonuçlandı.

Sivas'tan İstanbul'a gelip Haydarpaşa Lisesi'ne kaydoldu.

Deniz bu ilk gençlik günlerinde devrimci bir militan olmaya

başlamıştı artık. Çocukluğundan beri içinde sürüklediği düşünceleri

olgunlaşmaya başlamıştı.

Lise son sınıftaydı ki, İstanbul'daki devrimci hareketler

içinde yerini alıyordu. Aynı günlerde Haydarpaşa Lisesi'nde

de üzerindeki baskılar yoğunlaşmaya başladı. Kıbrıs'ın, ancak

emperyalizmin güdümünden sıyrılmasıyla kurtulabileceğini

ve bağımsız bir devlet olabileceğini savunan bir kompozisyon

yazması üstündeki baskıları daha da yoğunlaştırdı ve

Deniz, Haydarpaşa Lisesi'nden de uzaklaştırılmış oldu.

O günlerden sonra bütün ilerici devrimci hareketlerde en

önde yürüdü.

Bir ara arkadaşlarıyla Filistin'e gitti ve Ortadoğu'daki

Arap halklarının mücadelesini yakından izledi ve katıldı.

Özellikle ailesini hiç üzmemeye çalışır, onlara karşı sevgisinde

aşırı bir özen gösterir, anasına büyük saygı duyardı.

O yıllarda yoğunlaşmaya başlayan öğrenci hareketleriyle

birlikte sık sık tutuklanmaya başladı. Ve sondan önceki tutuklanışında,

askere götürülecekken, görevliler elinden kurtulup

Ankara'ya geldi... ODTÜ'de kalmaya başladı. Ve bir daha

bırakmamak üzere silah kuşandı.

Sonuna kadar da öyle gitti...

:::::::::::::::::

YUSUF'UN KARARLILIĞI VE CESARETİ POLİSİ ŞAŞKINA ÇEVİRMİŞTİ...

Yusuf'un çocukluğu köylerde geçti. Kişiliğinin en belirgin

yanları olan korkusuzluk ve dayanıklılık, daha 3-4 yaşlarında

kendini göstermişti. Herkesi hasta eden havalarda, sapasağlam

sokağa fırlardı. Sözünü geçiremediği yerde dövüşür

ve çok ender ağlardı.

Günlük yaşamında, kendi halinde ve son derece uysaldı.

Yeni tanıdığı insanları büyük bir dikkatle inceler ve ilk sezgileri,

çoğunlukla onu yanıltmazdı. Sevdiği insanlara karşı

saygılı, efendi; kızdıklarına karşı hırçın ve huysuzdu.

Damarına basılmadıkça sinirlenmez, sonuna kadar hoşgörüyü

elden bırakmazdı. En belirgin özelliklerinden birisi

de kendinden küçükleri koruyuşuydu.

Yozgat'ın Çekrek kazası, Kuşsaray köyünde yaşadıkları

sıralarda, bir gün babasını, anasını ve kardeşlerini büyük bir

tehlikeden kurtarmıştı.

5-6 yaşlarındaydı. Anası, babası, kardeşiyle birlikte değirmene

gidiyorlardı. O yörenin en iri ve azgın köpeklerinden

biri yolları üstünde yatmaktaydı. Köpeğin önünden büyük

bir tedirginlikle geçmişlerdi ki, hayvan birden saldırdı. Çocuklarını

kurtarma duygusuyla Beşir Aslan öne fırlamış ve

köpekle karşı karşıya gelmişti. Köpek babanın üzerine atılmış

ve koluna çenesini kenetlemişti. Köpeğin boğazına sarılmaya

çalışan Beşir Aslan, bir yandan da çoluk çocuğuna

uzaklaşmaları için bağırıyordu.

Yusuf kaçmamıştı. Köpeğin babasına saldırmasıyla birlikte,

o da köpeğe yönelmiş ve yaşının bütün gücüyle bir yandan

bağırıyor, bir yandan elindeki değnekle köpeğe vuruyordu.

Yusuf'un gözüpekliği, garip bir şekilde köpeği ürkütmüştü...

Çocukluktan çıktığı günlerde abisiyle birlikte kahveye giderler

ve gören herkes Yusuf'un daha büyük olduğunu sanardı.

Ağırbaşlılığı çevrede böyle bir izlenim bırakıyordu. Olur

olmaz herkesle arkadaşlık kurmuyor, hiçbir zaman ciddiyeti

elden bırakmıyordu.

Yusuf liseyi bitirince ODTÜ'ye girdi. Çalışkan ve başarılı

bir öğrenci olmasına karşın, düşüncelerinde gerici, tutucu

ideolojinin koşullanmaları vardı. Fakat Yusuf, içten yürekten

bir yurtseverdi. Özündeki bu yapı onun tutucu ideolojinin

koşullanmalarından kısa zamanda sıyrılmasını sağladı. Devrimci

öğrencilerin haklılığını kısa zamanda kavradı ve onların

saflarına katıldı.

Daha ODTÜ 1'inci sınıfta olduğu günlerde tutuklanmıştı. Bu

onun ilk tutuklanışıydı.

Kıbrıs sorunu için Türkiye'ye gelmiş, görüşmelerde bulunan

Amerikan temsilcisi, devrimci öğrencilerce protesto ediliyordu.

Alan birbirine girmiş, polis öğrencileri dağıtmaya çalışıyordu.

Yusuf daha yeni bir öğrenciydi. Harekete aktif olarak

katılmamıştı.

Hava birden gerginleşmiş ve alanda çatışma başlamıştı.

Yusuf bir öğrenciyi polislerin dövdüğünü görmüş, dayanamayıp

öne fırlamıştı. Ve bir anda kendini öğrenciler arasında dövüşte

bulmuştu. Damarına basılmıştı artık.

Toplum polisleri Yusuf'u yakalayıp götürdüler...

Bu olay onun içindeki yurtsever özün, devrimci bilinçle

perçinleşmesini sağladı. Kısa zamanda birçok temel kitabı,

özümleyerek, yutarcasına okudu. ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü'ne

üye oldu. Ve artık Türkiye'nin neresinde bir eylem

varsa, Yusuf da oradaydı. Hareket içinde belirginleşmiş, önde

yürüyen bir militan olmuştu.

Onun polis karşısında, işkenceler karşısındaki tavrı ve

dayanıklılığı, inancının ve cesaretinin bir kanıtıydı. Yılmak,

yorulmak, sızlanmak bilmeyen bir yapısı vardı. Dayanıklılığı,

cesareti ve kararlılığı işkencecileri şaşkına çeviriyordu.

Ortadoğu'da, Arap halklarının siyonizme ve emperyalizme

karşı yürüttükleri mücadeleyi, sıcaklığı içinde değerlendirmek

ve katılmak için gittiği Filistin'den dönüşünde yakalandığı

zaman, Yusuf'a günler geceler boyunca korkunç işkenceler

yapılmış, üstünde Filistin gerilla giysileri olmasına

karşın suçlamayı kabullenmemiş; ne istenilen ifadelerin altını

imzalamış ne de arkadaşlarının adını vermişti.

Devrimci saflara katılışından son gününe dek bu özelliği

zedelenmedi.

Aktif bir militan olarak dövüştüğü günlerde, ailesi onu

çok ender görüyordu. Bir gün bir mektup almıştı ondan babası,

Yusuf mektubunda söyle diyordu:

Sevgili Anneciğim,

Babacığım, Kardeşlerim

Sizlerden ayrılalı 3 ay kadar bir zaman geçti. Bu zaman

zarfında sizleri ne kadar sevdiğimi anladım. Üç ay hep sizi

düşündüm. Sizleri ve evimizi çok özledim. Ama ne yapayım ki

şartlar beni sizden ayırmaya zorluyor. Polis Ankara'dayken

beni takip ediyordu.

Herhangi bir kazaya kurban gitmemek için Ankara'dan

ayrıldım.

Şimdi bu mektubu aldığınız zaman Ben Almanya'da olmuş

olacağım. Orada bir arkadaşım vasıtasıyla güzel bir iş

buldum. Orada bir müddet kalmayı düşünüyorum. Sizleri

çok üzdüğümü bunun için benden nefret ettiğinizi biliyorum.

Fakat siz benden nefret etsenizde, ben sizi sevmekte devam

edeceğim. Kötü bir iş yapmadığımı, doğru yolda olduğumu

gelecekte anlayacaksınız.

O zaman şimdi utandığınız benden gurur duyacaksınız.

Almanya'da size adres veremiyorum. Bunun çeşitli sakıncaları

var. Fakat devamlı kart atacağım. Sizlerin sıhhati hakkında

devamlı bilgi alıyorum. Benim için hiç merak etmeyin,

üzülmeyin. Sıhhatliyim, mektubuma son verirken buluşma

dileğiyle hepinizi hasretle kucaklarım.

Sizleri Çok Seven

YUSUF ASLAN

Beşir Aslan mektubu alınca oldukça telaşlandı. Hemen

oğlunun arkadaşlarına gitti. Onlara ısrarla Yusuf'u sordu,

bulmalarını, görüşmek istediğini söyledi.

Arkadaşları bir süre sonra Beşir Aslan'a -Bulamadık- dediler.

Beşir Aslan uzun süre Almanya'dan mektup bekledi. Fakat

yine de içine kurt düşmüş, oğlunun Ankara'da olabileceğini

düşünmekteydi.

Bir gün. ODTÜ'ye gitti ve Yusuf'u aramaya başladı. Sonunda

Yusuf'u buldu. Görüşüp, konuştular.

Yusuf ona -Bir aksilik çıktığını, pasaport alamadığını-

söyleyip, üzülmemesi için babasını avutmuştu.

Beşir Aslan oğlunun kendini ölümüne bir şeye adamış olduğunu

somut olarak hissetmiş ve Yusuf'un geri dönmeyen

kişiliğini bildiği için, acıyla burkulmuştu.

Olaylar hızla birbirinı izledi!. Aynı günlerde Beşir Aslan

Yozgat'ta radyodan bir banka soygunu haberi dinlemiş, haberde

soyguna katılanlardan birinin -Hadi Yusuf kaçalım-

dediği bildirilmişti. Soygunda bir istasyon şefi öldürülmüştü.

Beşir Aslan son derece telaşlanmış, üzülmüş ve hemen oğlunu

aramaya gelmişti. Onu bulamadı. Fakat ODTÜ'de Hüseyin'le

karşılaştı. Hüseyin'in oğlunun can arkadaşı olduğunu

biliyordu.

Beşir Aslan, Hüseyin'e, oğlunun nerde olduğunu sormuş

Hüseyin'se ona -Amca ben de senin gibiyim, nerde olduğunu

bilmiyorum- demişti.

Beşir Aslan, Hüseyin'le oğlunun yakınlığından dayanak

bulup ısrar ediyordu. Artık onun ağzından söz alamayacağını

anlayınca -Hüseyin oğlum, bu nedir, Yusuf adam mı öldürdü?-

diye sormuştu. Bu söz Hüseyin'i bir anda değiştirmiş,

gözlerini ateşlendirmişti. Sert bir tonla -Amca, demişti, biz

istasyon şefi vurmayız. Böyle bir şeyi aklından çıkar. Günahsız

hiçbir kimseyi vurmayacağımıza andımız var. Biz halk

düşmanlarına karşı dövüşüyoruz. Yusuf'u tanımıyor gibi konuşma.-

:::::::::::::::::

YUSUF'UN YARASINA VURULDUKTAN ON BİR SAAT SONRA BAKILDI...

Hüseyin'in sözleri Beşir Aslan'ı bir anda yatıştırmış ve

üzüntüsünü çözmüştü. Artık öğrenmek istediğini öğrenmişti.

Önemli olan buydu. İçi rahatlamıştı. Son olarak Hüseyin'e

-Saklanacaksa saklayayım, yardıma ihtiyacı varsa edeyim...-

demişti. Hüseyin, Yusuf'un bir ihtiyacı olduğunu sanmadığını,

sağlığının yerinde olduğunu söyleyip, boşuna üzülmemesini

istemişti.

O gün evine dönen Beşir Aslan, gazetede İlhan Selçuk'un

bir yazısını okumuş, içi daha da rahatlamıştı. İlhan Selçuk

yazısında, bu soygunların adi suçlar olmadığını, siyasi nitelikte

olduklarım söylüyordu. Oğlunun adi suçlu, hırsız, katil

olmadığı inancı canlılık kazanmış ve onu ferahlatmıştı.

Hüseyin'le görüştüğünde Mart'ın 3'üydü. İki gün sonra

ODTÜ'de büyük bir çatışma çıkmıştı.

O günden sonra olaylar Ankara'da zincirlemesine genişledi.

Ve ayın 16'sında radyodan oğlunun Sivas'ta yakalandığı

haberini aldı. Radyo, Yusuf Aslan'ın vurularak ele geçirildiğini

bildirmişti.

Beşir Aslan hemen Sivas'a hareket etmiş ve oğlunun yattığı

yere gitmişti. Yusuf ağır yaralı ve hasta olarak yatıyordu.

Yaralanıp düştüğü yerde buzlar üstünde saatlerce bekletilmişti.

Daha sonra da soyundurulmuş, saatlerce soğukta bırakılmıştı.

Babasını görünce -İyiyim, üzülmeyin- dedi. Yatağında

zincire vurulmuş bir durumda yatıyordu. Ağır ağır konuşuyor,

vurulduktan on bir saat sonra yarasına bakılmaya başlandığını

anlatıyordu. Kısa zamanda iyileşeceğine söz veriyor,

adeta sancısının üstüne yürüyordu. Son olarak babasına

Deniz'i sormuş, kendisine sık sık Deniz'den haber getirilmesini

istemişti.

Yusuf, Hüseyin ve Deniz, Ankara Mamak Cezaevi'nde

hücrelere konulmuşlardı. Hücrelerinde de birbirleriyle konuşmanın

yollarını bulmuşlardı. Hücrelerinin duvarlarından

tuğla çıkarıp delik açmışlardı. Hücrelerinin tepesindeki delikten

bağırarak birbirlerine haber iletiyorlardı.

Bir küçücük hücreye binlere merakı sığdırmışlardı. Habire

okuyorlar, dünyadan haber soruyorlardı.

Son günlerine kadar arkadaşları onları kurtarmaya çabaladı.

3 Mayıs'ta bir uçak kaçırılmış, 4 Mayıs'ta Eken'i kaçırma

girişiminde bulunulmuştu. Birincisinin sonucu bugün hala

karanlıktadır. Türk hükümetiyle, Bulgar hükümetinin görüşleri

ne nitelikteydi...? Bulgar hükümetiyle yapılan görüşmelerin

resmi belgeleri açıklanmadıkça da bu sorun karanlıkta kalacaktır.

Eken'i kaçırma girişimi, ardında Niyazi'nin hayatını bıraktı.

Kimi ölüler vardır, gövdesinde kurşunlarla gömülür.

Niyazi de böyle girdi toprağa.

Son günlerine kadar ölüm haberleri dinledi Denizler. 6

Mayıs'ta bu duyguyu yenmeye gittiler.

Gitme öncesinde Hüseyin, arkadaşlarına haber iletmiş ve

ölümlerinden sonra kesin olarak, herhangi bir boykot, açlık

grevi, isyan yapmamalarını; sonucu olgunlukla karşılamalarını

istemişti.

Mamak'ta arkadaşları Hüseyinler'in bu son vasiyetine

uydular ve gerek 5 Mayıs gecesini, gerek 6 Mayıs gününü çöküntü

ve hırçınlık izi taşımadan geçirdiler. En ufak taşkınlıkta

bulunmadılar.

Görevliler o gün cezaevinde isyan olabileceği düşüncesiyle

olağanüstü önlemler almışlardı. Onların içerde hırçınlaşacağını

sanıyorlardı. Ve sık sık, gelip koğuşlara bakıyorlar,

mahkumların her günkü olağanlıkları içinde oluşları ve metanetleri

karşısında şaşkına dönüyorlardı. Bu görüntü, isyandan

daha etkili olmuştu. Önlemini alamayacakları, hesap

edemeyecekleri bir sonuçla karşı karşıya bırakmıştı görevlileri.

Hüseyin'in vasiyeti, yeni bir eylem gibi yaşanmıştı Mamak'ta.

Saat 01.00'den sonra, saatlerce cızırdayan bir radyo, kaçaklık

günlerimizde saklandığımız odanın, o gece tek uğultusuydu.

Uğuldamış, çınlamış; günle birlikte bir ses, üstümüze doğru

yuvarlanmaya başlamıştı. Saatlerce süren çınlama boyunca

Denizler'in can vermekte olduğunu bilmekteydik. O ses, o

düşünceyle birlikte paslı bir şeyleri, sivriltip bilemekteydi.

Zaman zaman koynumdan -Hayatımız Üstüne Şiirler-in

müsvettelerini çıkarıp odadaki arkadaşlarıma okumak istiyor,

sonra yine koynuma koyuyordum.

İlk haberler, koparıp götürdü Deniz'i, Yusuf'u, Hüseyin'i...

Dışarı çıktık..

Dışarda aynı gün, aynı dünya, aynı insanlar. Ve ilk kez o

gün anladım, bir odanın, bir evin, bir sokağın, bir şehrin bir

insana düşmanca bir acı verebileceğini...

Ağır akan bir kalabalık içinde Taksim'e doğru yürümüş ve

bir ara gürüldeyen motorsiklet sesleriyle irkilmiş, sarsalanmıştım.

Bir anda, çevremin polislerle dolu olduğunu görmüş,

kaçmaya davranma öncesi bir şaşkınlıkla bir polise -Bir şey

mi var?- diye sormuştum.

Polis büyük bir kaygısızlık ve rahatlıkla (aklımda kaldığı

kadarıyla) -Karayolları emniyet günü-, -Uluslararası bir

bayram- gibisinden bir şeyler söylemişti.

Sonra yoldan motorsikletleri üstünde gösteri yapan trafik

polisleri geçtiler...

İçerdeki arkadaşlarda olanaksızlıkların sağladığı metanet,

dışarda yerini, bir şey yapamamış olmanın suçluluk ve

hırçınlık duygusuna bırakıyordu.

Ve İbrahim parçalanıp düştü Aksaray'da. Dik, dayanıklı

gövdesi, bir külçe halinde asfalta yayıldı.

Elindeki bombalar, sesini beklenmedik bir anda boşaltmış,

en yakınındaki insanın, İbrahim'in kulaklarını tıkamıştı.

İlk gürültü bir dumanla birlikte yükselip dalga dalga

uzaklaşırken, İbrahim elini beline atmış, silahına davranmak

istemişti. Kolu gitmiyordu. Omzundan aşağı doğru sallanıyordu.

Öbür koluna dayanıp dikilmek istedi, omzundan

aşağısı onu dinlemiyordu sırtını kaldıramıyordu yerden.

Karnına bir şeyler batıyordu. Eğilip, ısırıp çekmek istedi.

Çekmek istediği, dişlerine değen şey, ayağının etinden fırlamış

kemiğiydi... Ve dağıldı... uyuştu beyni... kendinden geçti...

İbrahim ayıldığında, artık iki kolu ve bir bacağı gövdesinde

yoktu. Üç organı eksilmişti gövdesinden. Çevresinde yığınla

polis bekliyordu. Daraağacında öldürülen üç arkadaşını

düşündü... Polislere bir dumanın arkasındaymışlar gibi

bakıp, olanca gücünü toplayarak, kesik kesik -Kafam gövdemde,

bu bana yeter- dedi... ve yine bayıldı...

:::::::::::::::::

BAHARDI (İ)

Oyarken yuvasını yarlara kartal

çelik tırnaklarıyla kopardığı kayalar

ışık, kanat ve hırslanışı

toplayıp kıvılcımlarına

nasıl çağıltıyla inerse dipsiz uçurumlara

sular arasına gizlediği rüzgarı balabanlar

kalkarken nasıl bırakırsa sazlara

yüzün öyleydi baharda

...

halkların

dünyayı kaplayan yakarışları

ve mahpuslar

ve ölümlerini bekleyen arkadaşlar

çınlayıp duruyordu kulaklarında

...

...bahardı

yana yakıla duyulan

ilk ötüşleriydi kuşların...

avaz avaz bağırılan sözler gibi

kınsız adımlarınla

yürüyorken sen

(asfaltı zorlayıp duruyorken mayıs toprağı)

vurdumduymaz, ölgün, aldatılmış

kahrolmuş insanların

doldurduğu caddelerden

yükselen uğultular

avuçta eritilen bir parça buzun

nasılsa içe saldığı sızı

adımların altına öylece serpiliyordu

...

...bahardı

kıpırdayıp duruyordu şakağında

incecik dumanlar altında hava...

...

kalbini esintiler arasından vurarak yeryüzüne

yürüyordun seslene seslene azaltarak yükünü

...

...bahardı

yakıyor, yarıyordu horozun gırtlağını

sabahın sisi...

...

yürüyordun... ki bir anda

dirseklerin, dizkapakların

ayak bileğinden mavimsi bir damar

ve ürperiş, çırpınış, yaş...

saçıldı şehre boydan boya

...

...bahardı...

sisle birlikte kalkıyordu havaya

topraktan bir ten sıcaklığı

N. Behram 1972

:::::::::::::::::

-ASMA-YI BİR EĞLENCE KONUSU YAPMIŞLARDI,

HÜCREDE BİR İŞÇİYİ GÜNLERCE SEHPAYA ÇIKARDILAR...

972 sıkıyönetim dönemiyle birlikte, çok sayıda insan tutuklanmış

ve bunlar gruplara ayrılarak, çeşitli davaların sanıkları

sayılmışlardı.

-83'ler Davası- -Dev-Genç Davası- -THKO Davası- ... gibi.

Ve bu dava sanıklarımn çoğu -idam istemi-yle yargılanıyorlardı.

Bir anda yüzlerce sanığın idam istemiyle yargılanışına tanık

olunmuştu.

İdam istemiyle yargılamaların; yargılayanlar, yargılananlar

ve güvenlik kuvvetleri üzerinde ayrı ayrı yansımaları vardı.

Haklarında ağır suçlamalarla arama kararları verilen sanıkları

yakalayan görevliler; ya da yakalanmış bir sanığın

hücrede başında bekleyen nöbetçiler, o insanlara -kesin olarak-

idam edilecek gözüyle bakıyorlardı. Ve bu çoğu zaman,

gizli sorgulama yerlerinde açık açık söyleniyor, idamdan kurtulmaları

için hainlik yapmaları öneriliyordu.

Çok sayıda insanın idamla yargılanması, sanıklar üstünde

idamın sıradan bir ceza olduğu duygusu bırakıyordu. O

koşullar o duyguyu doğurmuştu. Ve zaten birçok insan -ölü

olarak ele geçirilerek- bu cezaya mahkum olmuştu bile.

Yavaş yavaş davalar sonuçlanmış bazı mahkeme yargıçları

kalemlerini kırmaya başlamıştı.

Bilindiği gibi, ilerleyen zaman içinde mahkemelerin verdiği

-idam- hükümleri, üst mahkemelerde bozulmuş fakat

bunlardan birinin; Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin

18 idam hükmünden 3'ü, Deniz, Yusuf ve Hüseyin haklarında

verilen hükümler onaylanmıştı.

Bir de, o dönemde bazı davalar vardı ki, sanıkları düzmece

olarak bir araya getirilmiş; olaylarla hiçbir ilgisi olmayan

bu insanlar çok ağır suçlamalarla yargılanmaya başlanmıştı.

Onlara maddi işkencelerin yanısıra, çok ağır manevi işkenceler

de uygulanmaktaydı.

Özellikle böyle davaların sanıklarına -idam edileceklerinin-

psikolojisi bir karartı gibi çökmüştü.

Devrimci bir geçmişi olan tutuklularda -idam- istemi fazla

bir etki yapmıyordu; hatta Denizgil gibi ölümün karşısında

ödünsüz bir duyguyla dikilmekteydiler. Fakat o dönemde

öldürülme olasılığının çökerttiği saf, masum insanlara da

tanık olundu.

Sanıklarının tamamı düzmece bir biçimde bir araya getirilmiş

olan -Sabotajlar Davası- bunun tipik bir örneğiydi.

Birbirleriyle ilgisiz birçok kişi (özellikle işçiler) toplanmış ve

ağır işkenceler altında -yangınlar çıkarmış olmayı- -gemi batırmış

olmayı- kabul etmişlerdi.

-Sabotaj Davası- için toplanan suçsuz insanlar, işkence

günlerinden sonra Harbiye Hücrelikleri'ne kilitlendiler.

Üç adım boyunda, iki adım eninde; tepesinde tel örgülü, el

içi kadar bir deliği olan mezarlardı bu hücreler.

Her hücrenin duvarında -kendi kendinle de olsa konuşmanın,

şarkı söylemenin, gazete okumanın, radyo dinlemenin,

yazı yazmanın, gündüzleri uyumanın, ziyaretçiyle görüşmenin...

yasak- olduğuna ilişkin bir komut asılıydı. Serbest

olan tek şey soluk almaktı. Oksijeni azalmış bir akvaryumdaki

balıklar gibi o da...

Hücrelerin tepesinde sabaha dek devriyeler gezmekteydi.

Ve hücrelikler yerin altında bir mahzen içindeydi.

-Sabotaj Davası- sanıkları, cezaevine gitmeleri öncesinde

aylarca bu hücrelerde bekletildiler.

Aynı günlerde, Denizgil'in idamı sonucundaki protesto

bombalanmalarıyla ilgili olduğum iddiasıyla tutuklu bulunduğum

cezaevinde, bir hadise sonunda hücre cezası almış ve

üç arkadaş Harbiye Hücrelikleri'ne getirilmiştik.

Yine aynı günlerde Denizler için şiir yazdığım gerekçesi

ile sıkıyönetimde yargılanmaktaydım.

Göz göz hücrelerin dışında, devriyeler ve nöbetçi görevliler

vardı. Bütün gün aralarında çeşitli eğlenceler düzenlenmekte

idiler...

Gelen seslerden, çoğunlukla kağıt oynadıkları, fıkra anlatıp

şakalaştıkları anlaşılıyordu. Ve onların aralarındaki konuşmalardan,

sık sık -hücrelerdeki sanıkların idam edilecekleri-

sözü hücredekilerin kulaklarına ulaşmaktaydı.

Aylardır hücrede olan ve nöbetçi dışında insan yüzü göremeyen

sanıklardan bazılarının üstünde derin bir etki bırakmıştı bu durum.

Görevlilerin eğlence konularından en korkuncu, -idamcılık

oyunuydu-.

Hazırlanan senaryo gereği bir nöbetçi yüksek sesle, sözgelimi

-komutanım 45 nolu esirin idam kararı geldi- diyor ve o

hücre açılıp tutuklu dışarı çıkarılıyordu.

Daha sonra sanığa beyaz gömlek giydiriliyor, son sözü,

son ihtiyacı soruluyordu...

Denizler'in asılmış olduğu bir dönemdi. Yani Türkiye'de

üç insan darağacında can vermişti. Ve artık asılma konusu

bir eğlence haline getirilmişti...

Son sözleri sorulan bu masum insan, daha sonra, hazırlanan

ilmiğin karşısına getiriliyor. İlmik boynuna geçiriliyordu.

Ve yine senaryo gereği bir nöbetçi -infazın yeni bir emirle

ertelendiği- haberini getiriyordu.

Sonunda bu acı eğlencenin kahramanı olan işçi; bir gece

yarısı korkunç bir hıçkırıkla büyük bir moral çöküntüsüne

yuvarlandı.

Onun hücresinde ağlamakta olduğu bir gün hücremden

çıkarılmış, Selimiye'ye -Üç Dağa Ağıt- şiirimin yargılanmasına

getirilmiştim. Denizlerin öldürülüşleri karşısındaki duygularımın

hesabı istenmişti.

O günler, kendi karanlığı içinde geçti gitti.

Geçen sadece günlerdi. Ölümse sadece biçim değiştirdi...

:::::::::::::::::

DÖVÜŞE DÖVÜŞE YÜRÜNECEK

Kardeşler!

Sancıyan bir sessizlik bırakıyor geride

birer birer gidenlerimiz: kanlı, hırçın, çıkarsız..

Ve artık, yetmiyor dilde ışıması,

kavranışı sığmıyor koyna;

saplanışlar istiyor elde hançer,

o zifir karanlığın

göğsüne göğsüne saplanışlar.

...

Kardeşler!

Kolları-pazuları

kırıla-ısırıla

damla damla emilen işçiler için;

aşsız-ışıksız,

suyu-samanı yağmalanmış,

bezgin, dayanaksız köylüler için

çağrışan kardeşlerim!

Gece yarılarına kadar grevlerden

haber bekleyenler!

Candaşlarım!

...

Ucu-bucağı göze gelmek ufkuna

nefes nefese varılan bu kavganın

aslı-astarı sadece haklılıktır;

vursa da, usul usul yayılsa da kızıllığı

beyaz örtülere kurşun yaralarının,

balkıyan o sesi dinleyin bağırlarından

eller üstünde gidenlerimizin;

coşkun ve isyankardır

ve direşken ve dövüşkendir onların

halkın kardeşi olan yürekleri.

...

Kardeşler!

Unutmayın! Yolumuz puslu-pusuludur.

Düşmanı sevindirir tökezleyen her adım.

Zorlu bir dönemeçte

düşmanca kaçışanlar da unutulmasın.

Yüreği duralatan bir zehir varsa eğer

o zehri tezelden kusmalı bu kalabalık;

duralamak hayatın yaralarıdır.

...

Bakın! Zırhlarla çevirmiş,

tel örgüler ve taş duvarlarla halkın çevresini;

doğrulsun istemiyorlar bin yıldır ezilenler.

Kardeşler! Hızın, özverinin, hareketin kardeşleri!

Sırdaşlarım!

Bilgi ve dövüşkenlik

bilgi ve dövüşkenlik bizi bekliyor.

Nabzına kulak verin çeliğin,

yağmurun, kayalığın, denizin nabzına kulak verin;

görün, nasıl nefes alıyor sevinç,

sabır nasıl da çarpıntılı.

...

İşte! Alınları çocukların. Barınaklarımız bizim.

İşte! Yas kundağı analar. Sessizce donatıyorlar bizi.

İşte! Gencecik anısı ölenlerin. En canlı yığınaklar bize.

İşte! Ezilenler. Bayraklarımız.

...

Kardeşler! Halkın kardeşleri!

Yoldaşlarım!

Başlayınca bu yolun onurlu yolculuğu

ancak yaşamakla varılan duyguda konaklanır

ve ancak yürüyerek söylenir şarkılarımız,

çünkü adım adım derinleşti ezgisi,

bilekte, dizbağında, dudakta ateşlendi.

Ve koşa-kucaklaya

ve sara-sarmalaya

ve yumruklaya-yumruklaya

haklı ve mazlum olanın uyuşuk omurunu

uyarmak için kuvvetli ve zalime karşı

nice sarp yerden geçildi buraya kadar.

Ve buradan, daha da dikleşerek,

dinmeden-dinlenmeden,

dişe-diş

dövüşe dövüşe yürünecek...

N. Behram

:::::::::::::::::

BİR ANDA DENİZLERİN, YUSUFLARIN, HÜSEYİNLERİN MEZARLARI İNSANLA

KAYNAŞTI... SIRALAR HALİNDE, BİNLER, ON BİNLER -SAYGI DURUŞU-NDA

BULUNUYORDU...

Şimdi hücreliklerdeki mahkemenin, senarist yargıcıları,

astıkları işçinin beraat etmesi karşısında ne düşünmüşlerdir,

bilmiyorum.

Fakat, üç sanığı darağacında can vermiş olan Ankara 1

No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi,

emekli olduktan sonra AP'ye girmiş ve Büyük Millet Meclisi'nde

yeni görevine başlamıştır.

Onun sıkıyönetimindeki günleri ve sıkıyönetim günlerinin

sonuçlarını kendine propaganda olarak kullanışına tanık

olduk.

Denizgil'in asılışlarının 4'üncü yılında Yeni Asya Gazetesi, Ali

Elverdi'nin sıkıyönetim günlerindeki mücadelesinin büyük

puntolarla reklamına başladı: -Bir ihtilali önleyen ve anarşistleri

yargılayan Ali Elverdi Paşa konuştu- diye duyurusu yapılan

-Bu vatana kastedenler- isimli bir yazı dizisi yayınladı.

Sağcı Yeni Asya Gazetesi, sıkıyönetim döneminin bu paşasının

yazı dizisi için -Ali Elverdi'nin 28 Ocak 1976 günkü AP

ortak grubunda anarşik hadiselerle ilgili genel görüşmede

yaptığı konuşma ve basına açık olarak çeşitli yerlerde verdiği

konferanslardan- derlenmiş olduğunu söylüyor ve paşanın

hayatındaki en büyük reklam konusunu tekrarlıyor: -Bilindiği

gibi Ali Elverdi; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin

İnan isimli anarşistlerin hakkında idam cezası vermiştir...-

Ali Elverdi bugün tarafsızlık üzerine yemin ettiği günlerdeki

görevinin sonuçlarını belli bir tarafın hizmetinde kullanıyor.

Bir de savunma makamı vardı o dönem mahkemelerinde.

Gerçi -Savunma makamı sesini kamuoyuna ne kadar duyurabilirdi?-

Bunun tartışmasını yapmak bile komiktir. Oysa

çok sayıda avukat, davada savunma görevi almışlar ve gerek

sanıklarla görüşmelerinde gerekse resmi kurumlarla ilişkilerinde

tarihi bir çaba göstermişler, birçok olay yaşamışlardı...

Her biri gerçekten büyük bir namusluluk örneği sergilemişlerdi.

Değerli hukukçu Niyazi Ağırnaslı, hayatının en zorlu

günlerini bu dava süresince yaşadı.

Onunla savunduğu insanların ölüm hükmü giyip, darağacında

boğularak öldürülüşlerinin 4'üncü yılında yine acı bir günde

buluştuk, üç yeni ölümün acısıyla harmanlanan yüreğinde,

üç acı daha alevlendirdik...

Görüşmeye gittiğim gün, Ankara'da Hakan, Burhan ve

Esari isimli üç devrimci genç faşistlerce kurşunlanmış,

öldürülmüşlerdi.

Deniz, Yusuf ve Hüseyin için geldiğim Ankara'da, Niyazi

Ağırnaslı ile aramıza bıçkılanmış üç yeni fidan düşmüştü.

Acılar birbiriyle buluşuyordu.

Uzun süre, Niyazi Ağırnaslı ile konuşup konuşmamayı

düşündüm. Onun çok duygulu ve incelmiş kişiliğinin, Ankara'daki

son olayla örselenmiş olabileceğini, Denizleri hatırlatmanın

onu daha da üzeceğini düşündüm durdum.

Sonunda yine Denizlerin avukatlarından olan Orhan İzzet

Kök'ten, Niyazi Ağırnaslı'ya birlikte gitmemizi istedim.

Aynı şey o gece Yusuf Aslan'ın baba ocağında da yaşandı.

Sevgili anası -Yusuf-unu anlatırken televizyon o gün Ankara'da

faşistlerin öldürdüğü üç devrimci gence ilişkin haberi

veriyordu. Onlardan, Yusufların mezarına gitmemizi isteyecektim.

İsteyemedim bunu.

Ve bir gün sonra, Ankara'yı bir ucundan bir ucuna çalkalayan

bir kalabalığın arasında, Karşıyaka Mezarlığı'na doğru

yürüdüm. Onbinlerce insan yeni bir canı daha toprağa

vermeye gidiyordu.

Yine bahar çiçeklerinin dalları zorladığı bir aydı; yine Ankara'da

ve yine üç ölüyle...

Saatlerce süren bir yürüyüşten sonra, mezarlığa dönen

yokuşun başına geldiğimde, beynimde birden Cemil Gezmiş'in

anlattıkları ışıldadı. Onların 6 Mayıs sabahındaki

günlerini hatırladım.

Sonra Karşıyaka Mezarlığı kapısından mezarlığa doğru

akan kalabalık, bir anda öbek öbek mezarlar başında toplandı.

Bir anda Denizlerin, Hüseyinlerin, Yusufların, Mahirlerin,

Hüdailerin... mezarları insanla kaynaştı. Sıralar halinde

binler on binler saygı duruşunda bulunuyordu...

Hangi mezarın başına vardımsa tanıdık bir isim vuruyordu

gözüme, mezar taşında... Mahir. Saffet.. Hüdai... Ve ilerde

üç insan grubu... Deniz, Yusuf, Hüseyin'in başındaydı...

Sırayla geçtiler mezarların önünden. Hakan, Burhan ve

Esari'nin resimleri ve onlara gelen çelenklerin çiçekleri kondu

Deniz'in, Yusufun, Hüseyin'in, Mahir'in, Saffet'in, Hüdai'nin

üstündeki toprağa...

Ve sonra, faşistlerin alçakça öldürdüğü Hakan'ın genç

körpe canı da toprağa; toprağın sıcaklığına; toprağın sıcaklığında

boy veren fidanlara emanet edildi...

Erdemleri rehberimiz;

Anıları yolumuza ışık olsun...

:::::::::::::::::

1'İNCİ THKO DAVASI VE SONUÇLARINA İLİŞKİN GÖRÜŞLER

(Davaya ilişkin görüşler 1962 Anayasası'na göre yorumlanmıştır.)

(Bu yazılar Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davasına ilişkin olarak

Nihat Behram'ın sorularına, hukuk ve bilim adamlarının verdiği yanıtları

içermektedir.)

:::::::::::::::::

FAŞİST UYGULAMALARI, TARİH KİMSENİN GÖZÜNÜN YAŞlNA B


DAR'AGACINDA ÜÇ FİDAN SAYFA 4

Avukat Niyazi AĞIRNASLI

Üç genç insan asıldı. Yüzlercesi de 6-7 yıl içinde kurşunlanıp

öldürüldü. Bu faşist uygulamaları tarih kimsenin gözünün

yaşına bakmadan değerlendirecektir kuşkusuz ve o zaman

da gerçek suçlular tek tek günışığında sergilenecek ve

ölmüş olanlar bile tarihin yargısından kurtulamayacaktır.

Yürürlükteki yasalara göre bu üç genç insan, suç işlemişlerdi

amma bu suçlarına verilebilecek cezanın İDAM olmaması

gerekirdi inancındayım. Türkiye'deki Ağırceza Mahkemeleri'nin

hiçbirinden bu gençler için idam hükmü çıkmaz, ya da

en azından böyle bir karar Yargıtay'dan geçmezdi. Bunun

içindir ki 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'ne ilk yaptığımız

itiraz göreve ilişkin oldu. -Anayasa uyarınca sanık müvekkillerimizin

tabii hakimler önüne çıkarılması gerekir. Kuruluşu

tabii olmayan, tayinle görev yapan kimselerin tarafsız

adaletine inanıp güvenmek mümkün değildir. İdarenin

kontrolü, denetimi altındaki bir kurulsunuz. İktidar istediği

anda sizlerden istemediğini başka göreve atayabilir, hatta

mahkemeyi ilga edebilir. Ta ki istediği biçimde kararları verecek

kurulları meydana getirmiş olsun. Bu nedenlerle görevsizlik

kararı vererek davaları tabii hakimlere sevkediniz,

özeti içindeki itirazları duruşmalara başlamadan yaptık ve

bu mahkemelerin kuruluşlarındaki anayasaya aykırılığı da

geniş açıklamalarla belirterek konuyu Anayasa Mahkemesi'ne

götürme girişiminde bulunduk. Bu isteklerimiz, doyurucu

ve ciddi gerekçelere dayanmaksızın reddedildi. Bundan

sonra savunma avukatları tabii hakimler karşısındaymış gibi

delillerin toplanmasında, savunmalarımızın özellikle hukuksal

açıdan noksansız olmasına çalıştık.

HÜSEYİN İNAN'la arkadaşları T.C.K.'nın 146'ıncı maddesine

uyan suçlardan mahkemeye sevk edildiler ve bu maddenin

değişik fıkralarından hüküm giydiler. 146'ıncı madde: -Türkiye

Cumhuriyeti, Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun tamamını

veya bir kısmını tağyir, tebdil ve ilgiya ve bu kanun ile teşekkül

etmiş olan Büyük Millet Meclisi'ni iskata veya vazifesini

yapmaktan men'e cebren teşebbüs edenler...- der. Burada iki

suç söz konusudur. Bunlardan birincisi anayasayı bütünüyle

veya kısmen tağyir, tebdil ve ilga suçudur. Çeşitli vesilelerle

anayasaya saygı yürüyüşleri düzenleyen devrimci gençlerin

anayasayı tağyir, tebdil ve ilgayı kasdettiklerini kabule imkan

yoktur ve anayasanın 1971'den sonraki tağyir ve tebdilinin

sorumluluğuna da gençlerin katılmadığı bilinmektedir.

Anayasanın icabi ve selbi olmak üzere birincisi D.P. iktidarı,

ikincisi ise TALAT AYDEMİR ve arkadaşları tarafından ihlaline

cebren teşebbüs edildiği uygulamada saptanmıştır. Kuvvetler

ayrılığı sistemi içinde yer alan üç güç kaynağından birinin

veya her üçünün, yani YASAMA, YARGI, YÜRÜTME

organlarının vazife göremez hale getirilmesi, ya da buna cebren

teşebbüs olunmasıyla suçun manevi unsuruna vücut verilmiş

olur. YÜRÜTME gücünün yargı bağımsızlığını, özellik

ve öncelikle siyasi amaçlarla, yok etmesi, yahut denetim altına

alması, anayasanın iktidar partisi tarafından ihlalidir.

D.P. örneğinde bu ve aynı zamanda parlemento çoğunluğunun

azınlığa egemen olması gerçekleşmiş ve birçok anayasa

suçu işlenmiştir. Parlementonun kararı olmaksızın Kore'ye

asker gönderilmesi, A.B.D. ile yapılan ikili anlaşmalar, Basını,

fikir özgürlüklerini tam baskı altına almayı amaçlayan

TAHKİKAT KOMİSYONU kurularak Yargı gücünün işlerine

müdahale edilmesi... gibi. Talat Aydemir örneğinde ise ordu

birlikleri, parlementoya ve icra kuvvetine karşı harekete geçirilmiş

ve anayasanın ihlaline, hem de tam derecede teşebbüs

olunmuştur. Esas hakkındaki mütalaada, 18 devrimci

gencin eylemlerinin anayasayı ihlal kasdını taşıdığı iddia

edilmiş ve fakat hangi eylemin bu kasda vücut verici nitelik

taşıdığından bahsedilmemiştir. Şu halde kasdın niteliğini belirlemekte

sanık gençlerin beyanları ve savunuları ile tek tek

eylemleri değerlendirilmek gerekirdi ve bu değerlendirmede

objektif olunmalıydı. 1 No'lu THKO davasında sanık 18

genç, eylemlerini saklayıp gizleme gereği duymaksızın ve

amaçlarını da belirleyerek açıklamışlardır. Hatta ABD Büyükelçiliği'nin

köşesindeki kulübede nöbet tutan polislerin kurşunlanmasının,

aleyhlerine tek delil olmadığı halde bu fiili

de kendilerinin işlediğini ifade edecek kadar açık yürekli

davranmışlardır. Deniz Gezmiş ve arkadaşları ABD'nin Türkiye'yi

ve sömürdüğü, yarı bağımlı hale getirdiği, bu nedenle

ABD emperyalizmine karşı savaşmak gerektiği inancındaydılar

ve ne kadar zorlanırsa zorlansın bu hedefe varmak için

koydukları eylemlerde anayasayı ihlal kasdının aranması

olanaksızdı.

1 No'lu Sıkıyönetim As. Mahkemesi'nin idam kararından

hemen sonra ceza hukuk otoritesi bir profesör dostumla görüştüm.

Kararı -KORKUNÇ- olarak vasıflandırdı. Büyük bir

adli hata işlendiğini, bağımsız ve güvencelere sahip tabii hakimlerin

böyle bir hükme varmaları olanaksızdı, dedi. Dava

konusu suçlarda gerek maddi ve gerekse manevi unsurların

noksan olduğunu, iddia edilen suçu işlemeğe elverişli vasıtaların

ve maddi gücün varlığını iddiaya bile olanak olmadığını,

bizim teknik savunmamız paralelinde anlattı. Bağımsızlıkları

iddia edilmese bile, mahkemeyi, bu safhada şimdilik

Askeri Yargıtay'ı uyarmak için bilimsel bir makale yazmasını

önerdim. Hatırlarlar sanırım. Bana bu hususta da söz vermişti

amma sonraları böyle bir seri makaleye fırsat bulamadı.

YASAMA, YÜRÜTME ve YARGI kuvvetlerinin varlığını

gerektiren devlet hakimiyetinin, topları, tankları, jetleri ve

yüz binlerce eğitim görmüş askeri ve komutanlarıyla birlikte

18 gencin tabancaları ve belki de 3-4 tüfeğiyle, hem de Nurhak

Dağları'ndan yok edilebileceği kabul edilerek adalet tarihimiz

için pek de öğünülemeyecek olan İDAM KARARI verilmiş

oldu. Askeri Yargıtay'da Kemal Paşa'yla sayın Nahit

Saçlıoğlu'nun 3 gencin idam kararlarına ilişkin MUHALEFET

ŞERHLERİ öğünülecek değerde bilimsel ve tam anlamıyla

tarafsız ve cesur bir belgedir. Türlü baskılara, tehdit

mektuplarına göğüs gererek sadece vicdanlarını hareket halinde

bulunduran bu değerli hukuk adamlarını burada saygıyla

anmak isterim.

İdam kararı aleyhine, infazların yapılmış olmasına rağmen,

bir İADEİ MUHAKEME yolunu soruyorsunuz. İadei

muhakeminin yasal koşullarının mevcud olup olmadığı araştırılabilir

ve herhalde bu büyük hatanın kamuoyunda öncelikle

ıslahı gereğine inanıyorum. T.H.K.O. davasının teknik

savunmasında en çok emeği geçen Avukat arkadaşım Zeki

Oruç Erel'in bu konuya ilişkin görüşlerinin kamuoyuna yansımasında

yarar görürüm.

:::::::::::::::::

SİYASAL YARGILAMALARDA HÜKÜM VERENLER ÇOĞU KEZ

HEM DAVACI HEM DE YARGIÇ DURUMUNDADlRLAR

Orhan APAYDIN

6 Mayıs 1972 günü şafağında, yaşamlarının ilkbaharında

üç genç adam, 25 yaşlarında Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan,

23 yaşında Hüseyin İnan, Ankara Kapalı Cezaevi'nin avlusunda

darağacına çıkarıldılar ve boyunlarına geçirilen iplerle

boğularak idam edildiler. Siyasal tarihimizde olduğu kadar

adalet yaşamımızda da önemini koruyan ve etkilerini

sürdüren bu olay, Nihat Behram'ın şiirsel üslubuyla belgesel

bir anlatıma kavuşmuştur. Olayın hukuksal irdelenmesi de

bizden istenmektedir.

Üç genç adamın boyunlarına ipi geçiren cellat, yargı organı

içinde yer alan bir mahkeminin, yasama organı içinde yer

alan bir mahkeminin, yasama organınca onaylanan kararını

yerine getirmiştir. Biçimsel açıdan cellatın boğarak öldürme

eylemi hukuka uygundur. Sokrat'ın baldıran zehiriyle öldürülmesi

de hukuka uygundu. Her şafak, Şah'ın kurşuna dizdirdiği

İranlı devrimcilerin, geçen yıl İspanya'da Franco'nun

öldürttüğü gençlerin biçimsel bakımdan hukuka uygun mahkeme

kararlarıyla yaşamlarına son verilmiştir. Vietnamlı

yurtsever Nuguyen Van Troi de, vatan haini bir iktidarın

kurdurduğu mahkeminin kararıyla ölüme mahkum edilmişti.

Demek istediğimiz şu:

Siyasal yargılamalarda verilen kararların biçimsel hukuka

uygunluğu, kamu vicdanını tatmin etmeye yetmemektedir.

Halkın ve tarihin hükmü çoğu kez mahkeme kararlarını

geçersiz kılmakta mahkum edilenlerin değil, mahkum edenlerin

suçlanmasına yol açmaktadır.

Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının idam edilmelerinde de

aynı kural geçerlidir. Suçlu görülenlerin eylemleriyle, verilen

ceza arasında oranın değerlendirilmesi subjektif görüşlerle

ve salt biçimsel hukuk açısından yapılamaz. Yargılanmanın

biçimlere ve yargılamayı etkileyen koşullar elbette hükmün

değerlendirilmesinde etkili olacaktır. Ama bunlar olağanüstü

nitelikte olmasaydı bile, tarihin akışı içinde, verilen hükümler

gene de haksız ve adaletsiz kalabilir, -suçlu- görülenler

-kahraman- mertebesine çıkabilirdi.

Siyasal yargılamalarda hüküm verenler çoğu kez hem davacı

hem de yargıç durumundadırlar. Gerçekten yargıçların

da siyasal, toplumsal ve ekonomik düzeni yaratan ve süregelmesini

savunan görüşleri benimsemeleri mümkündür. Kendi

ideolojik anlayışlarının karşısına çıkanların yargılanmasında

(şartlandırılmış) kafalarının etkisinde kalmamaları olanaksızdır.

Başka bir deyimle yargıçlar çoğunlukla siyasal davalarda

tarafsız kalamazlar. Kendileri de sanıkların eylemlerinden

şikayetçi ve davacıdırlar. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının

davasında mahkeme başkanlığı görevini yapan yargıcın,

politika hayatına atıldıktan sonra söylediği sözler ve belirlediği

siyasal davranış bunun açık bir kanıtını oluşturmaktadır.

Olağanüstü bir ortamın, olağanüstü sayılabilecek bir

mahkemesi tarafından, olağandışı yasal yollardan yorumlarla

verdiği idam kararlarının, yargılamanın iadesi yoluyla düzeltilmesi

yolu, Deniz Gezmiş ve arkadaşları için söz konusu

edilemez. Gerçekten, biçimsel hukuk kuralları ve prosedürü,

bu davanın halkın ve tarihin kabul edebileceği bir sonuca

ulaşmasına olanak veremez. Biçimsel ve yürürlükte olduğu

sürece, devletin zorlama gücü ile geçerli yasalar, tarihsel gelişme

içinde, bu geçerliliklerini esasen yitirirler. Toplumsal

altyapının değişikliğine paralel olarak belirlenen hukuk ilkeleri,

kendisine ters yasaları, sonuçlarıyla beraber, ortadan

kaldırmaktadır. Bu gelişme, yargılamanın iadesine gerek

kalmadan, özde haksız yargıları da silmekte, suçlu görülenleri

kahraman, hükmü verenleri ise suçlu ilan etmektedir.

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davası da hukukun bu değişmez

dialektiğine bağlıdır. Verilen kararlar doğru mu, yanlış

mı, bunun kesinlikle saptanması, tarihsel gelişme içinde

aydınlığa kavuşacaktır. Yargılamayı iade ettirecek ve en doğru

hükmü verecek tek hukuksal güç ve yol, tarihsel gelişme

içinde aranmalıdır.

Bugün için olayın değerlendirilmesi ise darağacında can

veren üç genç adamın geride bıraktıkları üzerinde yapılabilir.

Bunlar nelerdir? Bu sorunun ilk yanıtını Nihat Behram

veriyor:

-Son ana kadar onuru koruyanlar yaşayacak

Söylenecek son söz kahramanca olmalıdır-

Onlar, suç sayılan eylemlerinin neden ve amaçlarını, ölüm

cezası tehdidi altında ve cezaevindeki hücrelerinde yazdıkları

savunmalarıyla açıklamışlardır. Bu savunmada, Türk toplumunun

tarihsel gelişimi, bilimsel ölçülerle irdelenmiş ve

ülkenin bugünkü sorunları kendilerine göre saptadıkları çözümlerle

ortaya konmuştur. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının

savunmaları, olayın bizce, bugün için değerlendirilmesi gerekli

en önemli belgesini oluşturmaktadır.

Onların geride bıraktıkları arasında bir de şu vardır:

Yürekli olabilmek ve her şeyi siyasal savunmaya tabi kılmak,

miting söylevleri vermek ya da yargıçlara hakaret etmek

değildir. Onlar, iddianameye karşı düzenledikleri ayrıntılı

savunma ile; tarihin kendileri hakkındaki hükmünün dayanağını

vermeyi başarmışlardır.

:::::::::::::::::

ASIL YARGILAMA; 6 MAYIS 1972 ŞAFAK VAKTİ HALKIN VİCDANINDA

YENİDEN BAŞLAMlŞ VE DEVAM ETMEKTEDİR

Av. Zeki ORUÇ EREL

-Hiç kimse, tabii hakiminden başka bir merci önüne çıkarılamaz.

Bir kimseyi tabii hakiminden başka bir merci önüne

çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü

merciler kurulamaz.-

(Anayasanın, 12 Mart döneminde geçirdiği gerici nitelikteki

değişiklikten önceki, 32'inci maddesi.)

Anayasanın 32'inci maddesini yukarıya almamızın nedeni;

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davasına nasıl bir merciin

baktığını, davayı gören Sıkıyönetim Mahkemesi'nin -tabii

hakim- ilkesine uygun bir merci olup olmadığını, -tabii hakim-

şartının niçin bir -anayasal kural- olarak düzenlendiğini,

bu davada bu kurala neden uyulmadığını, davanın ceza

adaletini gerçekleştirmek amacına yönelik bir dava olarak

mı görüldüğünü, yoksa; bir politikaya hukuki kılıf geçirmek

ve -hukuk-u bu politikanın aracı olarak kullanmak için mi

yürütüldüğünü, kısada olsa, incelemek içindir.

-Tabii hakim- kavramı; herkesin kanun önünde eşitliği ilkesinden

kaynaklanır ve -kişi güvenliğinin baş şartı-nı teşkil

eder. Suç ve suçlu belli olduktan sonra, sırf o suçun, niteleğini

tayin ve suçluları yargılamak için kurulmuş olan mahkemeler;

tabii mahkeme, bu mercilerde görev alan kişilerde tabii

hakim, değildir. Bu gibi mercilere -olağanüstü merciler-

denir. İşte, anayasanın; -Hakların Korunmasıyla İlgili Hükümler-i

içinde yer alan 32'inci maddesi; suç ve suçlu belli olduktan

sonra, o suçun suçlularını yargılamak için kurulacak

olağanüstü mercileri kesinlikle yasaklamıştır.

Bu yasaklamaya rağmen, esasen Ağır Ceza Mahkemesi'nde

görülmesi gereken Deniz ve arkadaşlarının davası, başkan

ve üyeleri yürütme organınca atanan ve her an görevden

alınabilen Sıkıyönetim Mahkemesi'nde görülmüştür.

Bilindiği gibi, Denizlerin eylemleri; sıkıyönetimin ilanından

2-4 ay önce meydana gelmiş, haklarında Ankara Cumhuriyet

Savcılığı'nca soruşturmaya geçilmiş, dava güvenlik nedeniyle

Kayseri'ye nakledilmişti. Cumhuriyet savcıları, fiilleri

karşılıyan T.C.K.'nın değişik maddelerinin ihlali nedeniyle;

banka soymak, adam kaçırmak vb. sebeplerden ceza soruşturmasını

yürütmeye başlamışlar ve söz konusu maddelerin

ihlali nedeniyle tutuklama taleplerinde bulunmuşlardı.

Kısaca; T.C.K.'nın 146'ncı maddesi soruşturmanın başında

kesinlikle düşünülmemişti. Şüphesiz, bu maddenin varlığından

Cumhuriyet Savcıları da haberdar idiler. Ancak; kanuni

unsurlarının yokluğu nedeniyle, 146'ncı maddenin olaya uygulanması

ceza hukuku açısından o kadar imkansızdı ki;

başta bu maddenin hiç düşünülmemiş olması, haliyle, anlaşılabilir

bir şeydir.

Deniz, Yusuf, Hüseyin ve arkadaşlarının T.C.K.'nın 146'ıncı

maddesi ile yargılanmalarının, bizce, ancak bir tek nedeni

vardı; o da, bu maddenin sabit cezalı olması ve ölüm cezası

hükmünü taşımasıydı. Zira, kendilerine onlarca yıl hapis cezası

verilebilir, fakat başka hiçbir maddenin uygulanmasıyla

idam cezası istihsal edilemezdi.

Belirtmek gerekir ki, Deniz, Yusuf, Hüseyin ve arkadaşları

bu durumu hemen anlamışlardı. Duruşmanın daha ilk gününde,

bu konuda Hüseyin şöyle diyordu:

-İddianameyi okuduğum zaman cezanın suça değil, suçun

cezaya uydurulmaya çalışıldığını gördüm. Cezamızı biraz önce

bahsettiğim pazarlık tayin edecektir. Böyle bir pazarlığın

bize reva göreceği cezayı bağımsız yargı organlarında uygulamak

zor olduğu için Sıkıyönetim Mahkemeleri'ne çıkartılıyoruz.

Haklı olarak belirtiyorum; iddia makamını muhatap

olarak almıyorum ve mahkemeyi bağımsız yargı organı kabul

etmiyorum.-

Ayrıca; davanın politik niteliğine rağmen, anayasa ve ceza

hukuku ilkelerinin de, hükümde önemli etkisi olabileceği

yolundaki avukatlarının görüşlerine, bence, hiçbir zaman katılmamışlar;

davanın, mutlaka ve sadece politik etkenlerle sonuçlanacağına

olan inançları hiç değişmemişti. Olaylar, onları haklı çıkardı.

Şüphesiz, sadece zevk maddesine bakarak, davadan politik

sonuçlar elde edilmek istendiği sonucunu çıkarmıyoruz.

Fakat, gerek yargılama süresince takınılan tavır, gerekse

yargılama dışında; anayasa ve yasaların kişiye güvence sağlıyan

hükümlerinin ayaklar altına alınmasıyla uygulanan

bir dizi fazişan tedbir ve sonuç; hukuk'un ve hukukun üstünlüğü

ilkesinin değil; Deniz'in, Yusuf'un, Hüseyin'in şahsında

halkın üzerinde baskı, korku ve terör yaratmak amacına dayalı,

gerici egemen sınıfların politikasının, davaya damgasını

vurduğunu bize göstermektedir.

O dönem yaşanalı daha çok olmadı, hemen hepimiz hatırlamaktayız.

Kamuoyunu tek taraflı oluşturmak için radyo ve televizyon

faşist ideolojinin emrine verilmiş, onlarca sayfa tutan iddianameler

radyodan günlerce okutulmuş, buna karşılık yargılananların

sorgu ve savunmalarından tek kelimeyle söz edilmemiştir.

Gazeteler kapatılma tehdidi altında tutulmuş, tarafsız

görev yapmaları engellenmiştir.

Duruşmaları izleyip, basın, radyo ve televizyona haber

kaynaklığı yapan Anadolu Ajansı muhabiri; bazı sıkıyönetim

savcılarıyla görüşüp, ancak onların onayını aldıktan ve

onların istediği biçime soktuktan sonra, duruşmalar hakkında

bilgi vermiştir.

Duruşmaların açıklığına rağmen, duruşma salonuna sadece

sınırlı sayıda sanıkların yakınları, üstelik her gün yerine

getirilmesi ne kadar zor, adeta eziyet teşkil eden usullerle,

alınmıştır.

Kararların meclislerde görüşülmesinde, egemen sınıf

partilerinin onları bir an önce asmak için gösterdikleri iştahlı

tavır, toprak ağası yaşlı bir senatörün konuşmasında dile

gelen; -bunları yargılamaya bile gerek yok, hepsini kurşuna

diziverelim, olsun bitsin- yolundaki hukuk ve adalet anlayışı

ve mahkeme başkanının bugünkü demeçleri; davaya neyin

damgasını vurduğunu herhalde ortaya koymaktadır.

Bütün bunlar, hepimizin gözü önünde olan ve resmen belgelenen

gerçeklerdir. Üç genci sehpaya göndermek için, kapalı

kapılar ardında olup bitenler de, şüphesiz namuslu insanlarca

ortaya konulacak ve bir gün mutlaka öğrenilecektir.

İnfazlardan günümüze 4 yıl geçmesine rağmen, ilk defa;

-DENİZ GEZMİŞ DAVASINA YENİDEN BAKILABİLİR

Mİ?- sorusunun ortaya atılmasının; -hukuk-, -adalet-, -vicdan-

ve -çağdaş insan- gibi bazı mefhumlara yürekten inananlar

karşısında da, bu sözcükleri kişisel çıkar ve yaşamlarının

birer aracı olarak görenler karşısında da; namuslu olmanın

gereğinin yerine getirildiğine olan kesin inancımızla

birlikte;

Bizce, asıl yargılama; onları asanların, davanın ve sonuçlarının

bittiğini, kapandığını sandığı anda; 6 Mayıs 1972 şafak

vakti, halkın vicdanında yeniden başlamıştır.

Gerçekler günışığına çıktıkça, dava hakkında son ve kesin

hükmü, en yüce yargıç; halkımız verecektir.

:::::::::::::::::

VERİLEN ÖLÜM CEZASI UYGULAYICILARA ONUR VERMEYECEK BİR BİÇİMDE

ADALET TARİHİNE GEÇECEK ACILI BİR ÖRNEK OLACAKTIR...

Hasan Basri AKGİRAY

CHP İstanbul Milletvekili

Aslında, hakimlik gerçekten zor ve zor olduğu kadar da

kutsal bir uğraştır. Anadolu'da, halen geçerliliğini koruyan

-Hakim, peygamber postunda oturan kişidir- sözü, bu niteliği

en güzel biçimde anlatan bir halk deyişidir.

Ne var ki, adalet tarihi, özellikle olağanüstü hallerde

oluşturulan mahkemelerin, bu kutsal uğraşıyı gölgeleyen, kişisel

ya da, politik çıkarlarının tutsağı olarak zulme varan

adaletsiz kararlarla doludur. 1789 Fransız Devrimi'nin, insan

kasabı ve giyotinci olarak nitelenen ve ünlü bir hukukçunun

deyimi ile, -marangoz hatası yüzünden kürsüde bulunan-

ve sonunda tutsağı olduğu giyotinde başı koparılan savcı

Fouquier-Tinville'i bu konuda tipik bir örnek olarak gösterebiliriz.

İnsanlık adına övünmek gerekir ki, her toplumda ve her

dönemde zulme, adaletsizliğe karşı savaş veren yürekli ve erdemli

düşünürler, hukukçular olmuştur. Örneğin, 18'inci yüzyıl

sonlarına doğru, Montesquieu, Rousseau ve Beccaria gibi ünlü

düşünür ve cezacılar seslerini yükseltmişler ve bu yürekli

çabaları sonunda, yasa koyucular, suç ile ceza arasındaki

dengeyi sağlayıcı yasalar yapmak zorunda kalmışlardır. Daha

anlaşılır bir deyişle, suç ve ceza arasındaki oran, ta 18'inci

yüzyılda sağlanmış bulunmaktadır.

Aslında T.C. Yasası da, bireye oranla, devleti daha çok koruyucu

hükümler taşımasına karşın, suç ve ceza orantısını

oldukça adaletli koymuştur. Ne var ki, ceza yasalarında, bu

dengenin korunmuş olması yeterli değildir. Uygulayıcıların

da aynı konuda duyarlı olmaları gerekir. Kanımca, Deniz

Gezmiş ve arkadaşlarına verilen ölüm cezası, suç ile ceza

arasındaki oranın en ağır şekilde bozulması konusunda, uygulayıcılara

onur vermeyecek biçimde adalet tarihine geçecek

acılı bir örnek olacaktır. Bir hukuk adamı, hatta sade bir

Türk vatandaşı olarak bundan üzüntü duymamak olanaksızdır.

Üç genç adamın serüvenine, yakın geçmişte hep birlikte

tanık olduğumuza göre, yaptıkları eylemleri burada saymaya

gerek görmüyorum. Şimdi belleklerimizi tazeleyip, yaptıkları

eylemleri anımsayarak T.C. Yasası'nın onlara uygulanan

146//1 maddesi ile, öteki iki maddesini okuyalım:

Madde 146//1: -Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun

tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya

ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan BMM'yi iskata veya

vazifesini yapmaktan men'e cebren teşebbüs edenler idam

cezasına mahkum olur.-

Madde 168: -Her kim 125, 131, 140, 147, 149 ve 156'ıncı maddelerde

yazılı cürümleri işlemek için silahlı cemiyet ve çete

teşkil eder, yahut böyle bir cemiyet ve çete amirliğini ve kumandayı

ve hususi bir vazifeyi haiz olursa on seneden aşağı

olmamak üzere ağır hapis cezasına mahkum olur.-

Madde 171: -125, 131, 133, 146, 149 ve 156'ıncı maddelerde

yazılı cürümlerden birini veya bazılarını hususi vasıtalarla

işlemek üzere, birkaç kişi aralarında gizli ittifak ederlerse

bunlardan her biri aşağıda yazılı cezaları görür.

1) (...)

2) Bu ittifak 146, 147'inci maddelerde gösterilen cürümlerin

icrasına müteallik ise dört seneden on iki seneye kadar ağır

hapis cezası verilir.-

Şimdi bu maddeleri okuduktan sonra, derinlemesine bir

hukuk bilgisine sahip olmasak bile, kafasında beyin, göğsünde

yürek taşıyan insanlar olarak düşünelim. Bu maddelerden

hangisi ile ceza verilmesi adalettir?

Beş-on genç adamla, birkaç silah, bir miktar dinamit lokumu,

konserve kutusu ve karpit ile anayasayı ihlal, Millet

Meclisi'ni iskat olanaklı mıdır? Banka soymak, adam kaçırmanın

anayasayı ihlal ile ilgisi nasıl kurulabilir? Ve nasıl,

nasıl, suç ile ceza arasındaki oran bu denli temelinden yıkılarak,

yaşamlarının en coşkulu çağında üç körpe insan ipe

gönderilir?

Kuşkusuz suçlu idiler, ama ölüm cezasını gerektirecek kadar değil.

Beş-on genç anlaşmış, belki gizli ve silahlı bir çete ya da

cemiyet kurmuşlardı ve bu kuruluş 146'ıncı maddedeki anayasayı

ihlal suçuna müteallik olabilirdi. Ama bu davranışları,

tıpatıp ve kesinlikle 168'inci maddenin kapsamına girer ve ona

göre cezalandırılırlardı. O zaman ölüm yerine en çok verilecek

cezanın, 24 yıl ağır hapis olması gerekirdi.

Suçlu idiler. 146'ıncı maddedeki suçu işlemek üzere, yani

anayasayı ihlal için, özel araçlarla donatılmış, birkaç kişi anlaşarak

gizli birlik kurmuş olabilirdi. Ama o zaman bu eylemlerinin

cezası ölüm değil, 171'inci maddeye göre en çok 12 yıl

ağır hapis olması gerekirdi.

Nitekim, kişiliklerini yakından tanımakla onur kazandığım

Askeri Yargıtay'ın değerli üyelerinden hakim tuğgeneral

sayın Kemal Gökçe ve hakim Alb. Sayın Nahit Saçlıoğlu da,

aynı inançda bulunmuşlar ve sanıkların 146//1 ile değil 168'inci

madde ile cezalandırılmalarını ve ayrıca, hafifletici neden

kabul ederek, 59'uncu madde ile cezalarından indirme yapılması

gerekçesi ile onama kararına aykırı oy kullanmışlardır.

Görüldüğü gibi, en katı hukuk mantığı ve en acımasız bir

ceza adaleti ile davranılsa bile, ölüm cezası adaletsizdir, yanlış

hükmedilmiştir.

Bu ceza sosyal ve insancıl açıdan da hukuk kurallarına

aykırıdır, hatalıdır. Şundan ki, ceza yasamızda, cezayı azaltıcı

takdiri nedenler kabul eden bir 59'uncu madde vardır. Hakimler

bu maddeyi dilediği nedenlerle uygulamak suretiyle cezadan

indirme yapabilirler. Bu indirme ölüm cezalarında, süresiz

ağır hapse çevrilmek biçiminde uygulanır. Bu madde, hakimlere

tanınmış en son insancıl bir yetkidir. Hangi madde

ile ceza verilirse verilsin, hakimlere huzur, suçlulara teselli

verecek bir olanaktır bu. Ne yazık ki, kararda bu olanaktan

da yararlanılmamıştır.

Ölüme mahkum edilen üç gencin, köhnemiş bir düzene

başkaldıran, emperyalizme karşı halk savaşı veren ve bu konuda

gençliğe öğütte bulunan Mustafa Kemal'in çocukları olduğu,

O'nun söz ve davranışlarının, genç, coşkulu yüreklerde

yaptığı etki düşünülmemiştir. Tüm eylemlerinde, can kaybından,

en zor koşullarda bile, titizlikle kaçındıkları, gerek

mahkemede, gerek eylemlerinde takındıkları mertçe davranışları,

suçlarını kabule kadar varan dürüstlükleri hiç göz

önüne alınmamıştır. Oysa, bunlardan sadece bir tanesinin

varolması halinde bile 59'uncu madde uygulanarak hiç olmazsa

ölüm cezasından kurtarılmaları yasal bir imkandı. Ama hayır,

ilahlar kurban istemişlerdi bir kez... ve de kurban verilecekti.

Yanıt 2) Mahkeminin, çağdaş ceza adaletine kesinlikle

ters düşen söz konusu kararının oluşmasında 12 Mart ile

başlayan anti demokratik ortamın etkisi bulunduğu kuşkusuzdur.

Gerçekten bu olağanüstü dönemin ilk hühümet başkanı,

Türkiye radyolarından, -suçluların başları balyozla ezilecektir.-

sözleri ile ilk engizisyonist hükmü vermişti. Anayasanın

132'inci maddesindeki -... Hiçbir organ, makam, merci veya

kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve

hakimlere emir ve talimat veremez. Genelge gönderemez,

TAVSİYE VE TELKİNDE BULUNAMAZ.- yasaklanmasına

bakılmaksızın bir başbakan tarafından bu telkinin yapılması,

sıkıyönetim komutanlıklarınca, birifingler yapılmak, bildiriler

yayımlanmak yolu ile gençlerin suçlu olduklarının kanıtlanması

çabası, yasalara göre karar veren askeri hakimlerin

görevden alınmaları gibi tutam ve davranışlar, mahkemenin

kararına etki yapan somut olaylardır. Bu etki sonucudur

ki, hakimler, anayasamızın 132'inci maddesindeki: -Hakimler

görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasaya kanuna, hukuka

ve vicdani kanaatlarına göre hüküm verirler.- kuralına uyacakları

yerde, 12 Mart ile başlayan ve yaratılan ve yukarda

sözünü ettiğimiz davranışlarla oluşan ortamın etkisi altında

hüküm vermek zorunda kalmışlardır. Yanlış ve adaletsiz karar

verilmesinden en büyük etki bu ortamdır.

Yanıt 3) Deniz ve arkadaşlarının davasına yeniden bakılabilir

mi? Hukuk deneyimi ile, muhakemenin iadesine yasal

olanak var mıdır? Kanımca vardır. Şundan ki, ceza muhakemeleri

usulü yasasının 327'inci maddesinin 3'üncü bendi şu hükmü

koymuştur. -Bizzat mahkum tarafından sebebiyet verilmiş

kusur müstesna olmak üzere, hükme iştirak etmiş olan hakimlerden

biri aleyhine ceza tatbikatı ve kanuni bir ceza ile

mahkumiyeti istilzam edecek mahiyette olarak vazifelerini

ifada kusur etmiş ise- davanın yeniden görülmesi olanaklıdır.

Birinci soruya verdiğimiz yanıtta belirttiğimiz gibi, sanıkların

eylemleri hiçbir yorum ve tereddüde meydan vermeyecek

biçimde 146//1 maddeye uygun değildir. Hele, T.C. yasasında

sanıkların eylemlerine uyan bir 168 ve bir 171'inci madde

varken, 146//1'inci maddeye göre hüküm verilmesi, doğal olarak,

hüküm veren hakimlerin görevlerini kötüye kullanmak suretiyle

kusur işledikleri, sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle

hukuki yorum ya da inanç farklılığı gerekçesi de olayda söz

konusu olamaz.

Kaldı ki, savunma avukatlarının, örnek mahkeme kararları

ve ünlü cezacıların bilimsel görüşlerine dayalı savunmalarında

bu durumu açıklığa kavuşturmalarına karşın, yanlış

ceza maddesi uygulanması, uygulayanların, inançları gereğinden

çok peşin hükümlü olmaları ile açıklanabilir. Böyle

bir davranış ise, sözü geçen 327'inci maddedeki, -vazifeyi ifada

kusurdur.- Bu nedenle de ortada, ceza tatbikatını istilzam

eden bir eylem var demektir. 1803 sayılı af yasası karşısında

hakimlerin, bu eylemleri nedeniyle ceza koğuşturması yapmaya

yasal olanak bulamadığından, suçluluğun, muhakemenin

iadesi istemini inceleyecek mahkemece düşünülmesi gerekecektir.

Aslında, görevi kötüye kullanmanın, hakim hakkında

ceza uygulamasını gerektirecek nitelikte olması, muhakemenin

iadesi için yeterlidir. Hüküm verilmesine gerek yoktur.

Kaldı ki, bu konuda fazla bir kanıt aramaya, ya da yasa

hükümlerini zorlamaya gerek de yoktur. En sağlam kanıtı,

Sıkıyönetim Mahkemesi'nin ölüm cezasını veren Hakimler

Kurulu Başkanı Ali Elverdi, daha geçen gün bir gazetede yayımlanan

anılarında, -... ben komünistleri temizlemek için

bu görevi kabul ettim,- şeklindeki sözü ile vermiş bulunmaktadır.

Hükme katılmış bir hakimin bu kast altında görev alıp

hüküm vermesi, o hakim hakkında ceza koğuşturması yapılmasına

yeterlidir. Bu nedenle hiç düşünmeden, Deniz Gezmiş

davasının yeniden görülmesine yasal olanak vardır, diyebilirim.

:::::::::::::::::

HÜKÜM VERİLMESİNE VE CEZANIN İNFAZ EDİLMESİNE RAĞMEN KAMUOYUNDA

KABUL EDİLMİYOR, TARTIŞILIYORSA O DAVA KAPANMAMIŞTIR

Avukat ERŞEN SANSAL

-Yargılama-, insanoğlunun en ilginç buluşlarından biridir.

Dava, sonuç bakımından -adaleti gerçekleştirme- eylemi olmalıdır.

Belki bir yargılama sonunda verilen kararın, sadece

sanığın kararı olduğu düşünülebilir. Ancak ulaşılan karar,

bir beraat kararı ise bu yargılanana olduğu kadar, yargı hakkını

kişiler eliyle kullanan yargılayana da bir aklanma kazandırır.

İşte, mahkeme kararlarında -kamu adına-, -ulus

adına- gibi ibarelerin kullanılmasının bir nedeni de budur.

Eğer bu karar bir mahkumiyet kararı ise, bunu yalnızca sanığın

kararı sayıp geçmek çok eksik kalır. -Önemli olanın bir

yargılama yapılmış olmasıdır- denilip geçilmesi halinde, adalet

adına verilen bu mahkumiyet kararı, adaleti gerçekleştirme

(!) işini yapanların boynuna asılan yafta olarak kalır. Hele

bu karar, bir idam kararı ise...

Ve bu tür davalar, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin

kapanmaz. Bir dava hükümle biter, ancak böyle davalar bitmez.

Çünkü bir dava, hükmün verilmesine ve cezanın infaz

edilmesine rağmen, kamuoyunda kabul edilmiyor, tartışılıyorsa

o dava kapanmamıştır. Çünkü davanın sanıklarının

idam edilmelerine rağmen, suçlamalar hala devam ediyorsa

o dava kapanmamıştır. Suçlamalar sürdükçe savunmalar da

sürer gider ve bunun kadar haklı bir şey olamaz. Ve bu dava,

-ölüm cezası- gibi, en azından insan hayatını ilgilendiren bir

dava ise, insan hayatını savunmak sürer gider.

6 Mayıs sabahı, üç genç devrimci, idam sehpasında can

verdiler.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan haklarında

açılan dava, Ankara 1 Numaralı Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde

16.7.1971 tarihinde başlamıştı. Davanın iddianamesinde

şöyle deniyordu:

-... O zaman iktidar edenlerinden birinin, bu zaman iktidar

edenlerine tavsiyesi kulaktan kulağa fısıldanıyordu:

Gençliği bölünüz!... Yetkililer korkaklık... kurnazlık içinde seyirci

kalıyorlar, gene söylentilere göre bir gruba yardımcı oluyorlardı...

Gençler artık kendi sorunları yanında memleket

meseleleri ile de ilgileniyordu. Anadolu hala aç, hala kaynaklar

tahrik edilemiyor, hala fırsat eşitliği verilmiyor, hala mirimiranlıktan

kalma mütegallibe ve bir günde milyonlar vuranlar

mağara halkı ile aynı yurt sathında yan yana yaşıyordu.

Pahalılık gene başıboş gidiyor, karşılıklı saygı tarihe karışıyor,

az çalışıp çok kazanan kişiler türeten ülke oluyorduk.

Halkın yarı nisbeti aydınlanmak şöyle dursun okuyup yazmayı

bile öğrenememişti. İdareciler gene 'nurlu ufuklar' nutukları

ile karın doyurmaya devam ediyorlardı...-

İddianame devam ediyordu:

-... Türkiye'de zamanın getirdiği çirkin politikacılar, muhteris

politikacılar; çıkarcılar ve utanmaz adamlar vardı. Her

biri ayrı yönde faaliyet gösterirken iktidar gayesinde birleşiyorlar

onu elde edebilmek için başvurmadıkları şekil kalmıyordu...-

Ne gariptir ki; bu cümlelerin yer verildiği iddianame ile

suçlananlar, davanın sanıklarından ibaretti ve istenen ceza

da -idam- idi.

İki buçuk ay kadar süren dava sonunda Sıkı Yönetim Mahkemesi,

9.10.1971 tarihinde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve

Hüseyin İnan ile birlikte 15 sanığın daha ölüm cezasına

çarptırılmalarına karar verdi.

Sanıklar hakkında uygulanan madde, Türk Ceza Kanunu'nun

ünlü 146'ıncı maddesi idi. Bu madde: Kanunun gerek yapısı,

gerekse düzünlenme biçimi içerisinde, kanunun sistemine

ve ruhuna yabancı garip bir maddedir. Örneğin suçun işlenmesine

ilişkin bir genel kasıt yeterli görülmeyip, -özel

kasıt- aranmış olmasına rağmen, idam gibi bir cezanın öngörüldüğü

maddede bunun unsurlarının neler olduğu belirtilmemiştir.

Oysa bu denli ağır ve çağdışı bir cezanın yer aldığı

bir düzenleme, açık ve net bir şekilde belirtilmek gerekir.

Maddedeki fiil, bir teşebbüsten ibaret olarak gösterilmiştir.

Böylece sanıktaki kastın, asli fiile mi, yoksa teşebbüse mi yönelik

olduğu dahi açıklık kazanmamıştır. Fiilin bir -örgüt suçu-mu

olabileceği ya da bireyler tarafından da işlenilebilir

olup olmadığı tereddütlerine maddenin cevap veremediği gibi;

fiilin icra safhalarında bir ayırım yapılmadığı bakımından

da uygulamaya açıklık getirecek nitelikte bulunmadığı, maddenin

büyük eksiklikleridir. İcra başlangıcının nereden sayılacağı,

suçun işlenme vasıtaları ve bunların elverişlilik niteliği,

keyfi uygulamaları ortadan kaldıracak şekilde açıklığa

kavuşturulmamıştır. Bütün bunlar, 146'ıncı maddenin, kanunun

sistem ve anlayışı içerisindeki yabancılığının kanatlarıdır.

Dava sırasında, sanıklara bu maddenin uygulanabilip uygulanamayacağı

hakkında büyük bir tereddüt belirmişti. Bu

konudaki şüpheler, Askeri Yargıtay'ın kararlarına dahi yansımıştır.

Gerçekten de, Sıkıyönetim Mahkemesi'nin kararı

Askeri Yargıtay'da Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin

İnan dışındaki sanıklar açısından bozulurken; iki üye, bu üç

sanık hakkında dahi -... sanıkların eylemlerinin T.C.K.'nın

146'ıncı maddesine değil, 168'inci maddesine uygun düştüğü ve

haklarında hafifletici neden kabul edilerek 59'uncu maddenin uygulanması

gerektiği...- gerekçesi ile, karara muhalefet şerhi

koymuşlardı. Gene Askeri Yargıtay Daireler Kurulu, davanın

diğer sanıkları hakkında verdiği kararda; bir sanık hakkında

T.C.K.'nın 169'uncu maddesinin uygulanmasını öngörüyordu.

Bu madde ise, bir önceki 168'inci maddeye bağlı bir suçu düzenlemektedir

ve davanın diğer sanıklarının sorumluluğunu

168'inci madde kapsamında düşünme karinesine dayanır. Bu suretle

karar, 146'ıncı maddenin uygulanmasına ilişkin olarak büyük

bir yara almıştı.

Sıkıyönetim Komutanlığı nezdinde kurulmuş Sıkıyönetim

Askeri Mahkemesi'nde bunlar savunulmuş olmakla birlikte,

Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nın yayınladığı 49 numaralı

bildiride, -... Bu suçluların bir an evvel cezalandırılarak layık

oldukları cezaları görmeyi bütün kamu arzu etmekte...-

denildikten sonra, savunmaların -bizzarur- dinlenildiği belirtilmekteydi.

İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından

yayınlanan 26 numaralı bildiride ise, -... infaz işlemlerinin

başlamak üzere olduğu bu günlerde...- denilmekteydi ve bu

bildirinin yayınlandığı tarihte henüz Yargıtay'daki savunmalar

yapılmamıştı bile.

Kısaca -Anayasayı ihlal- diye adlandırılan 146'ıncı maddede

yazılı suçun, kanunda belirli bir düzenlemeye tabi tutulmamış

olması, uygulamada ve düşünce alanında, madde hakkındaki

tartışmaların yoğunlaşmasına neden olmuştur. Bugün

genellikle kabul edildiğine göre, madde, anayasal görev

ve yetkileri kullanma durumunda bulunanlara işlenebilecek

suçlar için uygulanabilir; anayasayı yürütme görevine sahip

olmayanlar tarafından bu suç işlenemez. Örneğin yargı organlarının

kararlarına uymamanın, 146'ıncı maddedeki suçu

oluşturduğu birçok hukukçu tarafından ifade edilmiştir. İşkence

suçlarının ya da milletvekillerine oylarını kullanmaları

ve yasama görevlerini yerine getirmeleri konusunda çeşitli

şekillerde etki yapılmasının, 146'ıncı madde kapsamında

olacağı belirtilmiştir. 146'ıncı maddenin daha önce Adnan Menderes

ve Talat Aydemir olaylarında da uygulandığı hatırlandığı

zaman, aynı maddenin gerçekten Deniz Gezmiş, Yusuf

Aslan ve Hüseyin İnan haklarında ne derece uygulama alanının

olacağı oldukça terüddütlü kalır. Ancak 12 Mart dönemi

uygulamaları 146'ıncı maddeye eskisinden farklı, başka bir

anlam getirmiştir. Bu da, maddede yazılı suçun siyasal maksatlarla

işlenmesidir. Ancak bu, maddenin uygulama alanını

daraltmak amacı ile değil, tam aksine temelinde siyasi inanç

bulunması nedeni ile -düşünce suçu- kapsamında genişletmek

amacı ile yapıldığından, maddenin alanında ve kapsamında

bir değişiklik yaratılmıştır.

Daha mahkeme başlarken, davanın ilk celsesine sanıklar

getirildikleri sırada, bir sanık, başına copla vurularak yaralanmıştı.

Bir başka sanığın da duruşmaya sedye ile getirilip

götürüldüğü davada, gene bir diğer sanık da duruşma salonundan

omzundan dipçiklenmişti. Avukatların ve duruşmaya

alınabilen az sayıdaki dinleyicilerin üstleri, tepeden tırnağa

sıkı bir şekilde ve her defasında aranıyordu. Duruşma salonu,

sanıklara ve avukatlara dört taraftan çevrilmiş namlularla

bir savaş alanını andırıyordu. Avukatların duruşma salonuna

kabul edilmek için avukat olmaları, vekaletname almış

bulunmaları yeterli değildi, ayrıca daimi taşınması gereken

bir kart bulunmazsa bunlar geçerli olmuyordu. Dinleyicilik

özel bir kart sınırlamasına bağlanmıştı. Yargılama aleniyetinden

bahsedilemezdi. Dava devam etmekte iken, davanın

11 avukatı hakkında -ordunun manevi şahsiyetine ve askeri

savcıya hakaret- suçlarından dava açılıp avukatlar mahkum

ediliyor savunma dokunulmazlığı zedeneliyordu. Cezaevinde

avukatların müvekkilleri ile görüşmeleri sebebi ile

avukatlar hakkında soruşturma açılıyordu.

Bir yandan cezaevinde de aynı tarihte çeşitli baskılar ortaya

çıkıyor; bunlarla birlikte çeşitli direnişler, açlık grevleri

vs. devam ediyordu. Öte taraftan politik düzeyde de başka

tutumlar görülmekteydi. Zamanın Başbakanı Nihat Erim,

sanıklara ve yakınlarına seslenerek, onları nedamete çağırıyordu.

Ne gariptir ki; üç yurtseverin -anayasayı ihlal- suçu ile

idam edildikİeri sırada başbakan olan Nihat Erim, aynı anayasayı

-Bu bizim için lükstür- diyerek tadil ettiriyordu. Gene

bir dönemde üç genç devrimci -anayasayı ihlal- suçundan

idam edilirlerken aynı dönemde yapılan yargılamalarda büyük

etkisi görülen anayasa değiştirilip, örneğin -tabii hakim-

ilkesi kaldırılıyordu. Ve gene -anayasayı ihlal- suçunun hükümlülerinin

ölüm cezalarının infazı hakkındaki kanun, aynı

anayasaya aykırı olduğundan Anayasa Mahkemesi'nce iptal

ediliyordu.

Ölüm cezalarının kesinleşmesinden sonra, ilk kez 1790

imza ile kamuoyunda ölüm cezalarının çağdışı niteliği kınandı.

Daha sonra buna birçok bildiriler de eklendi.

Yargılamalar süresince mahkeme başkanı olan Tuğgeneral

Ali Elverdi, dava bittikten bir süre sonra emekli olup

AP'ye girerken bir beyanat vererek, görevde iken -politik hizmetler-

yaptığını açıklamıştı. Bu hizmeti, daha sonra milletvekili

olması ile taltif edildi.

Toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihinden ibarettir.

Bunlar kimi zaman mutlu, kimi zaman da acı yıldönümleri

olarak tarihteki yerlerini alırlar.

Ve 6 Mayıs 1972 sabahı Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin

İnan, tashihi karar isteklerinin reddi hakkındaki karar,

avukatlarına tebliğ bile edilmemişken idam edildiler.

:::::::::::::::::

12 MART DÖNEMİNDE HUKUK KURALLARI ALABİLDİĞİNE

HİÇE SAYILMIŞTIR...

Avukat Alp KURAN

Türk tarihinde, Selçuklular ve Osmanlılar dahil, yasalar

ve hukuk 12 Mart döneminde olduğu kadar hiçbir zaman çiğnenmemiştir.

Bu dönemde, gerek Sıkıyönetim Mahkemeleri'nin

kuruluşunda ve dağılışında, gerek yargıçların ve savcıların

bu mahkemelere atanış ve görevden alınışlarında, gerek

sanıkların sorgulanmalarında, gerekse yargılanmalarında

hukuk kuralları alabildiğine hiçe sayılmıştır.

Hukuk dışı 12 Mart Muhtırası'na hizmet eder görüntüsü

altında, birtakım faşizan güçler, yalnız 12 Mart tarihinde yürürlükte

olan yasaları çiğnemekle kalmamışlar; hukuk dışı

sorgulamalar ve mahkumiyet kararları elde edebilmek için

yasalarda ve hatta anayasada istediklerı değişiklikleri

yaptırabilmişlerdir. Ancak bu faşizan güçler, yasalara kendi

getirdikleri değişiklik hükümlerini de yetersiz bulmuşlar, çoğu

kez bunlarla dahi kendilerini bağlı saymamışlardır.

Gözaltı süresiyle ilgili yasa ve anayasa değişiklikleri ve

uygulamaları bunun en belirgin kanıtıdır.

12 Mart Muhtırası'nın verildiği tarihte, gözaltı süresi 24

saattir. Yani sanığı polisin ve güvenlik kuvvetlerinin elinde

24 saatten fazla tutma olanağı yoktur. Anayasa kesin mahkeme

hükmü olmadıkça hiç kimsenin özgürlüğünden yoksun

bırakılamayacağı hükmünü koymuştur. Sanığın tutuklanmasını

yargıç kararına bağlamıştır. Yasalar sanığın ilk sorgusunun

polis ya da güvenlik kuvvetleri tarafından yapılmasını

yasaklamış, bu yetkiyi savcılara vermiştir. Savcı 24 saat

içinde sanığın sorgusunu yapacak ve yargıç önüne çıkaracaktır.

Durum bu iken, 12 Mart döneminde, suçsuz insanlardan

işkenceyle suçluluk ikrarı almak için, yargılama usulü yasasında

gözaltı süresi, anayasaya aykırı olarak, 24 saatten 30

güne çıkarılmış; bu 30 günlük sürenin büyük bir bölümü organlara

elektrik vermek dahil her türlü işkenceye ayrılmış,

geriye kalan kısmı da işkence izlerini yok etmekte kullanılmıştır.

Yasada yapılan bu değişiklikten sonradır ki, gözaltı

süresinin 24 saatten fazla olamayacağını bildiren anayasa

hükmünü değiştirmek yoluna gidilmiş; böylece yasalar

anayasaya uygun olarak çıkarılmak gerekirken, anayasa, yasa

değişikliklerine uydurulmak istenmiştir. Yapılan anayasa

değişikliğinde gözaltı süresi 15 gün olarak belirlendiği ve

herkes öncelikle anayasa hükümlerine uymak zorunda olduğu

halde; sıkıyönetim makamları 30 günlük gözaltı süresini

uygulamaya ve işkenceleri uzatmaya devam etmişlerdir.

O dönemde yalnız kendilerine -anarşist- adı takılan

silahlı gençler değil, 12 Mart Muhtırası ile şapkasını alıp

giden Başbakan Demirel, onun yerine gelen partilerüstü

hükümetler, parlementoda bu hükümetlere ve anayasa ile

yasa değişikliklerine oy vermek zorunda bırakılan siyasal

partiler, cumhurbaşkanlığı seçimleri de hukuk dışı baskılara

ve işlemlere uğramıştır.

Bu dönemde, silahlı eylemlere girişen gençler yanında, bu

tür eylemlerle uzaktan yakından hiçbir ilgisi bulunmayan

yazdıkları kitaplardan ötürü birçok bilim adamı, sanıkları

Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde savundukları için hukukçular,

çeviri yapan aydınlar, sanatçılar da hukuk dışı yollardan

tutuklanmış, mahkum edilmek üzere sanık sandalyesine

oturtulmuştur.

Hukukun böylesine ve bu boyutlarda çiğnendiği bir ortamda,

bu dönemin sıkıyönetim sanıkları da elbette bu uygulamadan

fazlasıyla nasiplerini almışlar, hukuk dışı sorgulamalardan

ve yargılamalardan geçirilmişlerdir.

12 Mart dönemi savcılarının ve sorgulama makamlarının

pek çok suçlamalarının asılsız ve hukuk dışı olduğu sonradan

anlaşılmıştır. Tutuklama kararlarından çoğunun

hukuksal nedenlere değil, siyasal amaçlara dayalı olduğu

açıkça ortaya çıkmıştır. Binbir güçlük içinde gerçekleştirilen

1973 genel seçimlerinden sonra verilen mahkeme kararları

bunun kanıtıdır. -Sabotaj Davası- adıyla anılan davanın iddianamesi

ve bu davada verilen beraat hükmü bunun en

belirgin örneğidir. Eğer 1973 seçimlerinin getirdiği ortam olmasaydı,

tertipçilerin elinde, -Sabotaj Davası- ile birlikte,

daha pek çok davanın suçsuz sanıklarının Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde

en ağır cezalarla mahkum edileceklerinde kuşku yoktur.

İşte hukuksuzluğun böylesine egemen olduğu bir dönemde,

silahlı eyleme giriştikleri ve bu yoldan anayasal düzeni

cebren değiştirmeye teşebbüs ettikleri gerekçesiyle, üç genç

--Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan-- idam edilmişlerdir.

Bu durum, sözü geçen idam cezalarının hukuka uygun

olup olmadığı sorusunu daha ilk günden akıllara ve vicdanlara

yerleştirmiştir. Yazıya dökülmese, herkes kendi kendine

ve yakınlarına bu soruyu sormaktadır. İstesek de istemesek

de toplumsal gerçek budur.

Kaldı ki, yukarıdaki soruyu sormayı haklı gösterecek başka

olaylar ve mahkeme kararları da vardır. Bir kere, Deniz

Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan gibi ve aynı amaçlarla

ayrı türden silahlı eylemlere girişen başka gençler de olmuştur.

Fakat onlar hakkında idam cezası verilmemiş, infaz edilmemiştir.

İkincisi İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemisi'nin

-Anayasayı ihlale teşebbüs- suçu hakkında verdiği gerekçeli

karardır. İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi, söz

konusu kararına silahlı beş-on kişinin; giriştikleri eylem ne

olursa olsun, Devletin uçakları, tankları, deniz filoları karşısında

anayasayı ihlal suçunu işlemelerine olanak bulunmadığını;

çünkü bunda hiçbir başarı şansı bulunmadığını, bu

nedenle ortada Ceza Hukuk deyimiyle -işlenemez suç-

bulunduğunu bu durumda olsa olsa --Türk Ceza Kanunu'nun

146'ıncı maddesine giren ve idamı gerektiren anayasayı ihlale

teşebbüs suçu değil-- çok daha hafif bir cezayı gerektiren

-Türk Ceza Kanunu'nun 146'ıncı maddesini ihlale hazırlık

suçu-nun işlenmiş olabileceğini (T.C.K. mad. 168) ortaya koymuştur.

Bu gerçekten düşündürücü ve gerekçesi itibariyle

inandırıcı kararından sonra ise, İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim

Mahkemesi bütün hukuk kurallarına aykırı olarak lağvedilmiştir.

Örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Bir ülkede yalnız bütün vatandaşların değil, yabancıların

dahi, yürürlükteki hukuk kurallarına göre güvence içinde

yaşamaları ve bir suç töhmeti altındaysalar hukuk kurallarına

göre yargılanmaları en doğal hakları olduğuna göre,

yukarıda beri belirttiğimiz bu olgular karşısında, Deniz Gezmiş,

Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarının hukuka uygun

olup olmadığını saptamak üzere, tek yasal yol olarak,

-Deniz Gezmiş davasına yeniden bakılabilir mi?- sorusu akla

gelmektedir.

Bu soru ortaya atılırken, giden canların geriye gelmeyeceği

bilinmektedir. Fakat Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve

Hüseyin İnan'ın idam kararları eğer haksız ise, bir daha ülkemizde

haksız ve onarılmaz idam cezaları verilmemesi için,

bu soruyu ortaya atmakla bir yurttaşlık ve insanlık görevi

yerine getirilmiş olmaktadır.

Hemen belirtelim ki, yürürlükteki hukuk kurallarına ve

düzene göre, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın

suçsuz olduklarını ve cezasız kalmaları gerektiğini savunmuyoruz.

Yürürlükteki yasalar karşısında, bu üç gencin

giriştikleri eylemlerle suç işlediklerinde kuşku yoktur. Sorun

bu üç gencin suçlu olup olmadıkları değil, verilen ve uygulanan

cezanın suça ve hukuka uygun olup olmadığını saptamaktır.

:::::::::::::::::

ALİ ELVERDİ GÖREVİNİN NE OLDUĞUNU AP'DEN MİLLETVEKİLİ OLDUKTAN

SONRA KAMUOYUNA AÇIKLAMIŞTIR...

Avukat Mükerrem ERDOĞAN

Üç genç arkadaşın asılmasından tam iki ay sonra gözlerim

bağlı olarak getirildiğim Kontr-Gerilla karargahında

madeni sesi çınçın öten ve kendisine -albayım- denilen zat

demişti ki:

-Onların işi yakalandıkları zaman bitmişti.-

Bu zatın bu açıklaması o anda, bizim Sıkıyönetim Askeri

Mahkemeleri'nin kuruluşu, işleyişi ve üyelerinin atanmasıyla

ilgili olarak sahip olduğumuz ve yargılama sırasında ileri

sürdüğümüz düşüncelerin teyidi anlamını taşıyordu.

Ancak, bütün bunlara karşın, hukukçu olmanın koşullandırmasıyla

Askeri Mahkeme'nin 18 gencin idamına imza

atacağını ve kalem kıracağını beklemiyorduk. Bir bankanın

soyulmasının, 4 Amerikalı erin kaçırılmasının Türkiye Cumhuriyeti

Anayasası'nı tebdil, tağyir ve ilga edeceğini bir

hukukçunun anlaması ve kabullenmesi olanak dışı bir şeydi.

Davanın politik niteliği dahi bu eylemlere TCK.'nın 146'ıncı maddesinin

uygulanmasına yetmezdi. Ne var ki önceden saptanmış

sonuca varabilmek için anayasa ve ceza hukuku ilkeleri

bir tarafa itilmiş, suç ile ceza arasında akıl almaz oransızlık

taşıyan bir karar verilmişti.

Suç ile ceza arasındaki bu oransızlığın nedenini bir çırpıda

tanımlamak olanaksızdır. Bu konunun her bir yönü

siyasetbilimciler, sosyologlar, ekonomistler ve tarihçilerle

psikologlar tarafından ayrı ayrı incelenmelidir. Özellikle bir

psikolog, bu oranı bozanlar arasında, çok ilginç prototipler

bulacaktır.

Üç genç insanın asılmalarından sonra infaz tutanağı

düzenlenip, tutanak ilgililer tarafından imzaladıktan sonra

idam cezalarını veren Askeri Mahkeme Başkanı Ali Elverdi

bize dönerek (Halit Çelenk'e ve bana):

-Bizler görevimizi yaptık,- demiştir.

Görevinin ne olduğunu da Adalet Partisi'nden milletvikili

seçildikten sonra Türk kamuoyuna açıklamış bulunmaktadır.

Namuslu gazetecilik anlayışının bir ürünü olan bu röportaj

ile halkımızdan ısrarla gizlenen gerçekler halkımızın bilgisine

sunulmuştur. Şüphesiz halkımız bu gerçekleri en doğru

şekilde değerlendirecektir. İnfazları anında bizim yanlarında

olmamızı isterken ONLAR'ın da umudu bu idi.

Deniz Gezmiş davasına yeniden bakılabilir mi? sorusunun

cevabı kuşkusuz Ceza Yargılama Usulü Yasası'nın dar

kuralları içerisinde aranmayacaktır. Bu dava halkımızın yüreğinde

6 Mayıs 1972 sabahından beri -derdesti rüyet-tir.

Bu şaşmayan ve yanılmayan yargıç, elbette, nihai

kararını verecektir.

:::::::::::::::::

ASKERİ GÖREVLERİ YANINDA POLİTİK GÖREVLER DE YAPTIĞINI

SÖYLEYEN ELVERDİ HAKKINDA KOVUŞTURMA AÇILMASI GEREKİR

Avukat Orhon İZZET KÖK

1'inci THKO Davası sonunda verilen kararlar, teknik anlamda

hukuka aykırı, yanlış kararlardı. Olayda, 146'ıncı maddenin

öğeleri kesinlikle mevcut değildi ve adı geçen maddenin bu

davada uygulanması olanaksızdı. Bu maddenin uygulanabilmesi

için özellikle yasanın öngördüğü, kasıt, icra başlangıcı

ve elverişli vasıta gibi öğeler yoktu ve bunlar olmadan hüküm

verilemezdi. Bunlar, davanın savunması sırasında uzun

uzun anlatılmış, eleştirilmiştir. O nedenle, savunmanın

burada yeniden özetlenmesinin bir yararı bulunmamaktadır.

Pratik önem taşıyan sorun şudur: Bulunduğumuz noktada,

davaya yeniden bakılması istenebilir mi? Yasal deyimle

yargılama yenilenebilir mi?

Kuşkusuz, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın

idam edilmiş olmaları, böyle bir isteme engel değildir. Ancak

yargılamanın sanık lehine yenilenebilmesi ve bunun istenebilmesi

için yasa bazı koşulları gerekli görmektedir.

CYUY'nın 327 ve 353 sayılı yasanın 228'inci maddelerinde 5

madde halinde düzenlenen bu koşullardan, konumuz

bakımından öncelikle ikisi, tartışılabilir bir nitelik taşımaktadır:

1) Gerçekten, CYUY'nın 327'inci maddesinin 3'üncü fıkrasına (353

Sayılı yasanın 228'inci maddesi: C) göre:

-Hükümlünün kendisi tarafından sebebiyet verilmiş olan

kusur dışında, hükme katılmış olan hakimlerden biri aleyhine

ceza kovuşturmasını ve kanuni bir ceza ile hükümlülüğü

gerektirecek nitelikte olarak görevini yapmada kusur

etmiş- olmak, yeniden yargılama istemini gerektiren nedenlerden

biridir.

Biliyoruz ki, 1'inci THKO Davası'na bakan mahkemenin

hukukçu olmayan başkanı Ali Elverdi, emekli olduktan sonra

AP'ye girmiş ve giriş töreninde yaptığı konuşmada,

sıkıyönetim döneminde -askeri görevleri yanında politik

görevler de yaptığını- söylemiştir. Elverdi'nin benzer itirafları,

daha sonra başka konuşmalarda da sürmüş ve bunlar

kamuoyuna yansımıştır.

Yargılama, bir -askeri görev- değildir, hukuki bir görevdir.

Oysa Elverdi bundan söz etmemekte ve yaptığı işleri askeri

ve politik olarak ikiye ayırmakta, öyle sınırlamaktadır. Şu

hale göre Elverdi, mahkemelerde -politik- görev yapmıştır,

yani özel bir -politik-siyasal- görevle orada bulunmuştur.

Yargıçlık görevini siyasal bir görev nedeniyle yürütmek ve bu

amaçla kullanmak ise yasadaki deyimle, ilgili hakkında

-ceza kovuşturmasını- ve sonunda -hüküm giymeyi- gerektirecek

bir eylemdir.

Gerçi Elverdi bu yüzden -hüküm giymiş- değildir. Ama

yasa, -ceza kovuşturmasını ve hükümlülüğü- gerektirmeyi

yeterli bulmaktadır.

Öte yandan bu durumun ispatı da gereksiz hale gelmiştir.

Çünkü itiraf bizzat Elverdi'den gelmektedir. Ortada -ikrar-

vardır.

Özet olarak, yargılamayı yapan ve hükmü veren mahkemenin

başkanı, orada politik görevle bulunduğunu ikrar

ve itiraf ettiğine göre yasanın 327//3'üncü maddesi çerçevesinde

yargılamanın yenilenmesi gerektiği konusu ciddi olarak tartışılmalıdır.

Öte yandan, Cumhuriyet Savcılığı'nın, bu ikrarı

değerlendirerek Elverdi hakında ceza kovuşturması açması

da bizce gereklidir.

2) Aynı yasanın 5'inci (353 S.Y E) fıkrasına göre:

-Yeni olaylar ve yeni deliller ileri sürülüp de bunlar yalnız

başına veya daha önce irad edilen delillerle birlikte gözönünde

tutuldukları takdirde, hükümlünün beraatini veya daha

hafif cezayı gerektiren kanun hükmünün uygulanması ile

hükümlülüğü gerektirebilecek nitelikte olursa...- yine yargılamanın

yenilenmesi istenebilir.

Bu konuda yapılacak araştırmalar ve davanın bütün

müdafileriyle yapılacak temaslar sonunda elde edilebilecek

ya da saptanabilecek bir delil ve belge söz konusu olursa yargılamanın

yenilenmesi için başvurma yolu her zaman açıktır.

Bu konudaki yeni delil ya da belgenin tek ya da çok olması

önemli değildir. Hiç kuşkusuz bu konu, geniş bir hazırlık ve

çalışmayı gerektiren bir iştir. Ama yasanın buna olanak verdiği

de bir gerçektir.

:::::::::::::::::

22 KİŞİLİK ADALET KOMİSYONU'NDA İDAMA KARŞI GELEN TEK ÜYE BENDİM

Mevlüt OCAKÇIOĞLU

Niğde eski CHP milletvekili ve TBMM Adalet Komisyonu eski üyesi

Kim ne derse desin, çapı ne olursa olsun, son senelerde

gençlik, talebe ve işçi hareketleri, halka dönüklüğü nisbetinde,

her türlü usul ve vasıta kullanarak, --bu vasıtaların en etkeni

din olmuştur-- iç ve dış sömürü talana karşı, baş kaldırmayacak,

hakkını soramayacak, bu benim kaderim, o'nun

kısmeti diyecek kadar zavallılaşmış, beyni uyuşturulmuş,

gecekonduların köy-kentlerin sakinleri, yoksul çilekeş, amma

bu vatanın öz ve bağlı insanlarını halk kitlelerinin uyandırmak,

hakkını sorar ve arar, kıpırdanır, konuşur hale getirmek

gibi çok kutsal, çok insancıl çok yurtsever davranışlardır.

Bir gerçektir, bir zamanların, suskun, uyuşuk insanları,

fakir halk yığınları, bugün --son birkaç yıldır-- konusu, ister,

direnir, çekişir hale gelmiştir. O bombalar, o soyguncular, o

kaçırmalar o boğuşmalar, köyde, kentte, gecekonduda sefil ve

perişan, ama Allah'a çok şükürle kıfafi nefs eden insanlarımızın

kulağını ve gözünü Ankara'ya, İstanbul'a, soyguna,

sömürüye, hakka, hukuka çevirmiştir. Ülkede ne olup bittiğine

merak sardırmıştır. Bu çok büyük bir aşama.

Bu hal senede milyonlarca lafla, arka sıvazlıyarak, rüşvet

vererek, sermaye ve soygun düzeninin gereklerine uyarak,

içine girerek, vergi kaçırarak, yoktan vergi iadesi nasiplenerek,

sahip olanların hoşuna gitmiyor, gitmez de. Beleşçiliğe,

vurguna, soyguna, talana alışmış, uyanışı ve uyanışa

önayak olanlara ağır saldırılara uğratmak, elden gelirse yok

etmek baş çaredir.

İşte üç fidan da --Ben bunlara delikanlılar demiştim.

Adalet Komisyonu'nun infazı onaylayan kararına muhalefet

şerhimde-- bu sebeple öleceklerdi, öldürüldüler. Kıpırdayana

gözdağı olarak öldürüldüler.

Anayasa dibacesinde ülkede yaşayan bütün fertlerin,

kaderde, kıvançta, tasada ortaklığını emreder. Devlete halkı

belli bir ölçüde insanca bir hayat seviyesine getirmekle

yükümlü sosyal devlet niteleğini vermiştir.

Bu hareketlerin içinde olanlar, anayasanın bu emirlerini

uygulamaya davet ediyorlar. Yasal yollardan, demokratik

usullerle, ilk gençlik hareketi, böyle idi, sermaye ve sermayeye

dayalı hükümet, birtakım karşı hareketlerle samimi,

iyi niyetli, yasalara dayalı davranışları neticede kana buladı,

suça yöneltti.

Bu olayın görüşüldüğü sırada Millet Meclisi Adalet

Komisyonu Üyesi olduğum için, konuyu daha teferruatlı dosyası

üzerinden inceledim. Dikkatimi bir mühim nokta çekti.

O konuyu başlık yaptım. Bunu izahta belirtmede meselenin

içyüzünü gösterme bakımından büyük yararı var:

KARARIN BİR YERİNDE ŞÖYLE YAZILMIŞ (İdam kararının)

-Sanıkların ve müdefaiilerinin Türkiye'nin bugünkü ortama

gelmesinin ve olayların gerçek müsebbiblerinin politik

iktidar ve emrindeki, militanlar oldukları, bunlara karşı

çıkanların meşru müdafa halinde bulundukları yolundaki

beyanları bu hadisede Türk Ceza Kanunu'nun 51'inci maddesinin

tatbikini talep eder, istikametteki savunmaları haksız

tahrik müessesindeki, hukuki unsurlardan, mahrum

bulunduğundan, hukuki yönler itibariyle, kabule ayan

görülmemiş, bu detaylı eleştiri ve iddialar hakkında mahkememiz

kişisel görüşlerini mahfuz tutmuş, müessese olarak

bunların üzerinde hüküm vermeyi kamu vicdanına, tarihe,

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin takdir yetkisine bırakmayı

uygun görmüştür.-

Bu paragrafı koymakla hakimler güya halka, tarihe karşı

sorumluluktan, kendilerini kurtarmak istemektedirler. Bilmektedirler

ki, bu hareketlerde, T.C.K.'nın 146'ıncı maddesini ilgilendiren

bir vasıf ve mahiyet yok. Banka soygununun ayrı,

adam kaçırmanın ayrı, polis kulübesini kurşunlamanın ayrı

ve 5-10 senelik hapsi gerektiren, cezalar var. Amma ilahlar

kurban istiyor. O günkü hakim zümre, bozuk düzen kurban

istiyor. O düzenin mahkemesi de bu kararı verecektir. Kusurumuza

bakmayın demek istemektedirler. Kişisel görüşün

var da hiç olmazsa T.C.K.'nın 59'uncu maddesini uygulayıp idamı

müebbet hapse çevirmen, en tabii hakkın. Takdirine giren

hakkın olmadı.

Sizin idam kararınıza büyük Türk milleti ne çare bulabilir.

Tarih ne çare bulur, meclisin teşekkülünü biliyorsunuz,

mahkememizi görevli kılan, sizi oraya tayin edenler çoğunlukta;

bunu bilmezsiniz. Bu özür mü, hakim beyler? Muhakkak

ki idamı isteyen meclis grupları içinde halka dönük milletvekilleri

vardı. Ancak gruplarına, yaslandıkları düzene

karşı gelemediler. Karşı gelseler kendileri de tasfiye edilirlerdi.

Haktan yana, adaletten yana olmak zordur. Büyük fedakarlıklar

yüreklilik ister.

22 kişilik Adalet Komisyonu'nda, idama karşı gelen tek

üye bendim. Geniş muhalefet şerhim, Millet Meclisi'nin

10.3.1972 gündeminde okundu. Bana yan bakanlar oldu, komünist

diyenler oldu, amma ben hukuktan adaletten yana

olmamın iftiharı, huzuru içinde oldum, olmakta da devam

ediyordum.

Çok gezdim Anadolu'yu. Hakimlik yaptım, avukatlık yaptım,

politik çalışmalarım oldu, halka karıştım, sıkıntıları,

dertleri, çileyi, her türlü yoksulluğu gördüm. Bu çilenin bitmesi

gerektiğine inanmaktayım. Bu uğurda mücadele edenleri

takdir etmekteyim.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan'ın idam kararları

üzerinde iadei muhakemeye gidilebilir mi?

Gidilir elbet, amma onların, davalarına hizmet ettikleri,

halk iktidarının kurulmasına bağlıdır. Bu netice, bu üç delikanlının

nasıl bir yasadışı takdir ile idam edildiklerini izah

edebilirdim sanırım, bunlar Anadolu'nun bağrından, köylerden

yetişip gelmiş yavrulardı. Ülkenin, Türk halkının maruz

kaldığı hizmet yoluna böylece girmişlerdi, ruhları şadolsun.

:::::::::::::::::

İKİSİ 25, BİRİ 23 YAŞINDA OLAN BU ÜÇ GENÇ ÖLÜMDEN

KURTULAMAZ MIYDI?

Avukat Faik MUZAFFER AMAÇ

Konuya genel açıdan bakıldığında:

1) 353 sayılı (Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama

Usulü kanununa göre, yalnız Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri'nde

değil, yargı görevlerini olağan dönemlerde de

yapan bütün askeri mahkemelerde hakimler; hakimlik

güvencesinden yoksundur. Örneğin, bu hakimlerin terfileri;

idari sicil üstlerince verilecek sicile bağlıdır. (Madde: 12)

Atanmaları, yer değiştirmeleri; Milli Savunma Bakanı ile

Başbakanın müşterek kararnamesiyle olur. (Madde: 16) Askeri

hakimler; Milli Savunma Bakanı tarafından disiplin

cezalarıyla cezalandırılabilir. (Madde: 29)

Böylece, hakimlik güvencesinden yoksun hakimlerden

kurulmuş olduklarından bütün askeri mahkemeler, kuruluş

bakımından anayasaya aykırıdır.

Olağanüstü dönemlerde görev yapan Sıkıyönetim Askeri

Mahkemeleri, bu konudaki itirazları Anayasa Mahkemesi'ne

götürmekten çekinmişlerdir. Görevlerini olağan dönemlerde

de yapan öteki Askeri Mahkemeler arasında, konuyu

Anayasa Mehkemesi'ne gönderecekler bulunabilir. Bu nedenle,

her Askeri Mahkemede, davanın çeşidi ne olursa olsun,

sanıklar ve varsa müdafileri; 353 sayılı kanundaki hakimlik

güvencesine aykırı hükümlerin anayasaya aykırılığını ileri

sürüp konunun Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesini istemelidirler.

Çünkü, askeri mahkemelerde, mahkemelerin bağımsızlığı

ve hakimlik güvencesi ilkeleri gerçekleşmedikçe, kamuoyu;

bu mahkemelerden çıkan hiçbir kararı, tam bir güvenle

karşılayamayacaktır.

2) En iyisi, ölüm cezalarının büsbütün kaldırılması ise de

bu ceza yürürlükte kaldığı sürece yasama organı; ölüm

cezalarının yerine getirilmesine ilişkin kanunların yürürlük

maddesini şuna benzer biçimde düzenlemelidir:

-Bu kanun, yayımından 90 gün sonra yürürlüğe girer. Bu

süre içinde kanunun iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması

halinde kanunun yürürlüğe girmesi için Resmi

Gazete'de yayımlanması beklenir.-

Ölüm cezalarının yerine getirilmesine ilişkin kanunlar,

yayımı tarihinde yürürlüğe girecek olurlarsa bunlar, uygulamada

Anayasa Mahkemesi'nin denetiminden kaçırılmış olurlar.

Bu söylediklerimiz, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1

Numaralı Askeri Mahkemesi'nin 9.10.1971 gün ve E:

1971//13, K: 1971//23 sayılı kararıyla ölüm cezasına çarptırılan

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın ölüm

cezalarının yerine getirilmesi konusuna uygulandığında:

25 Mart 1972 günlü Resmi Gazetede yayımlanan 17 Mart

1972 günlü 1576 sayılı (Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve

Hüseyin İnan'ın ölüm cezalarının yerine getirilmesine dair

Kanunun) yürürlük maddesi şöyle idi:

-Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.-

Ancak CHP, kanun daha yayımlanmadan ve yürürlüğe

girmeden, bu konunun iptali için Anayasa Mahkemesi'ne

başvuracağını bildirmiş ve basın da konu ile ilgilenmiş

olduğundan, ölüm cezalarının yerine getirilmesi geciktirildi.

Yayımından sonra hem biçim, hem de esas yönünden iptali

için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması üzerine, kanun,

Anayasa Mahkemesi'nin 6 Nisan 1972 günlü, K: 1972//13,

Karar: 1972//18 sayılı kararıyla iptal edilip 7 Nisan 1972 günlü

Resmi Gazete'nin Mükerrer sayısında yayımlandı.

Anayasa Mahkemesi, kanunu biçim yönünden iptal ettiğinden

-İptal kararına göre, öteki aykırılık iddialarının incelenmesine

yer olmadığına oybirliğiyle karar- vermişti.

Bu iptal kararı üzerine yeniden kabul edilen 2 Mayıs 1972

günlü (Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın ölüm

cezalarının yerine getirilmesine dair) 1586 sayılı kanun 5

Mayıs 1972 günlü Resmi Gazete'de yayımlandı. Bu kanunun

da -Yayımı tarihinde- yürürlüğe gireceği yazılı idi. Bu ikinci

kanun yayımlanınca ölüm cezaları hemen yerine getirildi.

Böylece Anayasa Mahkemesi'nin, önce sadece biçim yönünden

iptal ettiği kanunun, bu kez, esas yönünden de incelenip

anayasaya uygunluğunun denetlenmesi olanağı ortadan kaldırılmış

oldu.

Yasama organı, kanunun yürürlük maddesini, Anayasa

Mahkemesi'nin denetimini önlemeyecek biçimde düzenlemiş

olsaydı ACABA, Anayasa Mahkemesi; kanunu esas yönünden

de iptal etmez ve ikisi 25, biri 23 yaşında olan bu üç genç

ölümden kurtulmaz mıydı?

Bu ACABA'ya karşın ölüm cezalarının yerine getirilmiş

olması; hangi vicdanı sızlatmaz?

:::::::::::::::::

12 MART'IN KENDİNE ÖZGÜ HUKUKLA BAĞLANTISI OLMAYAN

ÖZEL BİR YERİ VARDIR

Avukat Bozkurt NUHOĞLU

Deniz Gezmiş ve arkadaşları davasına yeniden bakılabilir

mi? Bu kararları veren mahkemelere dışardan baskı yapılmış

mıdır? Politik etkenler kararlar üzerinde ne dereceye

kadar etkili olmuştur? Sorularına cevap vermek ve açıklık

getirmek kanımca bir hukukçudan öte her yurseverin görevi

ve de kullanılması gerekli bir hakkıdır.

Ben bu olaya bugün taşıdığım hukuki kimliğin gerektirdiği

açıdan yaklaşmak istemiyorum. Bu olayın hukuki cephesini

çok değerli ve saygın hukukçu meslekdaşlarımız aydınlatmışlardır.

Ve bunu aydınlatmaya devam edeceklerdir.

Benim yaklaşımım da son çözümlemede hukuki durumu aydınlatıcı

nitelikte olacaktır. Ancak bu hukuki bakış açısı

sadece Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılanan Deniz'in dosyası

ile bağlı değildir. Daha çok gerilere giden hukuki duruma

aydınlık getiren bir bakış açısıdır. Bu bakış açısı daha çok

egemen sınıfların -kast- unsuruna dayanacaktır.

Bizce Deniz'in asılarak idam edilmesine yol açan, sadece

son eylemleri değildir. Deniz'i çok yakından tanıyan bir kişi

olarak, onun ilk eylem günlerinden son günlerine kadar

geçirdiği olayları kronolojik olarak anlatıp burjuvazinin kastını

(idam etme kastını) buradan başlayıp son güne kadar

getirmek gerektiğine inanıyorum.

Deniz, karşılıklı sınıf çatışmalarının yer aldığı, sınıflı bir

toplum olan ülkemizde son olaylardan çok daha önce egemen

güçler tarafından bu cezaya çarptırılmıştır. Ancak bu cezanın

infazı için herkesçe bilinen son eylemleri kendilerince makul

bir gerekçe olarak kamuoyuna sunulmuştur. Deniz adım

adım gerçekleştirmek istediği her hukuki ve demokratik eylemin

karşılığında, haksız şekilde her zaman hapishanenin

dört duvarı ile karşı karşıya kalmıştır. Bunun için Deniz Gezmiş

egemen sınıfların bu kinine çoktan layık olmuştur.

Neden? Deniz çalışkan ve başarılı bir öğrenci idi. Hukuk

öğrenimine girmesi rastlantı değildi. Onun hukuk öğrenciliği

devrimciliğinden çok sonra gelir. O hukuk öğrenimine devrimci

mücadele için araç olsun diye, inanarak karar vermişti.

Genç kafasında sisli bir şekilde belirlenen adaletli ve halktan

yana düzeni ancak demokratik yollardan hukuk öğrenimi

yaparak gerçekleştireceğine inanıyordu. Ancak egemen

burjuvazi, bu inançlı ve kavgacı kişiliğe bu olanağı

tanımadı.

Deniz, öğrenci gençliğin mücadelesini bu şartlar altında,

inandığı mücadele biçimi içinde şekillendirdi. Günün tüm öğrenci

örgütleri pasifist, neme lazımcı, kişisel şöhret peşinde

ve bir bakıma burjuvazinin değirmenine su taşıyan kişiliksiz

yapıda idi. Bunun için bü örgütlerle ilerici, yurtsever,

anti-emperyalist ve anti-faşist mücadele gereği gibi yapılamazdı.

Deniz hemen Hukuk Fakültesi'nde, Devrimci Hukuklular

Örgütü'nü kurdu. Arkasından daha geniş bir tabana hitabeden

Devrimci Öğrenci Birliği'ni (DÖB) oluşturdu. Bilahare

bu örgüt FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) içinde aktif rol

oynayarak bu örgütü Dev-Genç'e dönüştürdü. Bundan sonra

Dev-Genç, gençliğin anti-faşist ve anti-emperyalist örgütü

haline geldi.

Gençliğin her anti-faşist ve anti-emperyalist demokratik

atılımı burjuvazinin kalelerinde sonradan tamiri imkansız

gedikler açıyordu. Burjuvazi hedefini seçmişti: İyi bir örgütçü

ve baştan aşağı inanç dolu olan Deniz mahvedilmeliydi.

Çünkü Deniz ve arkadaşlarının mücadelesi üniversite ve toplumun

diğer katlarına yayılmaya ve yansımaya başlamıştı.

Özellikle üniversite ilerici ve devrimci çizgide aktif olarak o

zamanda yerini almıştır. Şöyle ki, 1968-1969 ve 1970 yıllarında

Türkiye'nin çeşitli kentlerindeki üniversitelerin sosyal

ilimlerle uğraşan üç yüze yakın üniversite öğretim üyesi

çeşitli tarihlerde iktidara ve faşist eylemlere karşı yayınladıkları

bildirlerle bu oluşumun en somut örneğini vermişlerdir.

Deniz, her şeyin ötesinde bir eylem adamı idi. Kavradığını

mükemmel kavrar ve derhal uygulamasına geçerdi. Ve derdi

ki -en iyi lider en iyi militan olandır.- O dönemin bütün ilerici

yurtsever anti-emperyalist ve anti-faşist eylemlerinde o ve

arkadaşları yer almıştır. Her demokratik ve haklı eylemin

sonunda Deniz Geçmiş haksız şekilde kovuşturmaya uğruyor

ve tutuklanıyordu. (12 Haziran 1968 işgal eylemi dolayısı ile

cumhurbaşkanı, başbakan, muhalefet lideri ve tüm üniversite

rektörleri öğrencilerin isteklerinde haklı olduklarını

belirtmişlerdi.)

Büyüyen ve yurda yayılan demokratik ve anti-faşist eylemleri

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına bağlamak elbetteki mümkün

değildir. Ama bu eylemlere etkin katkıları olmuştur.

İstanbul'daki son tutuklanma bilindiği gibi Yıldız Öğrenci

Birliği'nde bulunan dürbünlü bir tüfek yüzünden olmuştur.

Bu tüfeğin Deniz'e ait olduğu iddia edilmiş, sonradan aksi

sabit olmuştur. Mahkeme dosyası bunun açık kanıtıdır. Bu

durumda bile Deniz 9 ay tutuklu kalmıştır. Hem de bir önceki

tutukluluğundan sonra özgürlüğüne kavuşmasının

birinci ayı dolmadan. Deniz Gezmiş'in sayısız tutuklamalarında

bütün hukukçuları şaşırtan bir özellik vardır;

bütün tutuklanmaların sonucu mahkemelerde beraattır.

Deniz Gezmiş bu çizgilerden geçerek 12 Mart'a gelmiştir.

12 Mart'ın kendine özgü, hukukla bağlantısı olmayan özel

bir yeri vardır. Bu özel konumda Deniz ve arkadaşları

T.C.K.'nın 146'ıncı maddesi gereğince yargılanmış ve hüküm infaz

edilmiştir. 12 Mart'ın mahkeme başkanları ve yargıçları

ön yargılı ve taraf olan kişilerden olmuştur. İdam hükmünü

veren Ankara Sıkıyönetim 1 No'lu Mahkeme Başkanı Ali Elverdi

sonradan bir vesile ile açıkladığı gibi -Ben, hayatımda

askeri görevlerin dışında politik görevler de yaptım.- Sözü bu

mahkemelerin niteliğini göstermesi bakımından çok ilginçtir.

Ayrıca İstanbul 3 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin 146'ıncı

maddeyi uygulamadığından dolayı lağvedilmesi de bu dönemin

hukuk uygulamasının ne olduğu konusunda insanlara

ibret verecek en ilginç olaydır.

Biz yazımızı onun içerde ve dışarda dilinden düşürmediği

dizelerle bitirmek istiyoruz:

-Delikanlım,

iyi bak yıldızlara.

Onları belki bir daha göremezsin.

Belki bir daha

yıldızların ışığında kollarını

ufuklar gibi açıp geremezsin.

...

Delikanlım,

sen ki, ya bir köşe başında

Kaşından kan sızarak gebereceksin.

Ya da bir devrimci gibi darağacında

can vereceksin-

Onların bütün bir hayat taşıyacağım taze ve sıcak anıları

önünde saygı ile eğilirken, 12 Mart'ın bütün hukuk dışı

uygulamalarının değerlendirileceği günü sabırla beklemekteyim.

:::::::::::::::::

İDAM HÜKMÜYLE SONUÇLANAN BU DAVAYA YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER

GÖSTERİYOR Kİ, KANUNUN DEĞİŞTİRİLMESİ BİR GEREKLİLİKTİR

Prof. Dr. Öztekin TOSUN

Türk Ceza Kanunu'nun 146'ıncı maddesini ihlal suçundan

ölüme mahkum edilen ve cezaları da yerine getirilmiş bulunan

üç kişi hakkında verilmiş ölüm cezasının benzerleriyle

karşılaştırıldığında çok ağır olduğu, bu olayda uygulanması

gerekli maddenin başka bir madde olduğu, bu bakımdan bir

hukuki yanlışlık bulunduğu düşünülmektedir.

Böyle bir yanlışlık bulunduğunda, bu kişilerin yeniden

muhakemesinin yapılıp yapılamayacağı sorulmaktadır.

Bir muhakeme yapılıp bütün soruşturmalar sonucunda

bir karara varılmış ise, bu karar aleyhine bazı denetim

muhakemeleri bulunmaktadır. Örneğin kararı beğenmeyen

süresi içinde temyiz eder; ölüm cezasını gerektiren fiiller için

bu temyiz incelemesi otomatik olarak, yani hiç kimse istemese

de yapılır. Bu yollardan geçtikten sonra son karar

yargı durumuna girer, yani o artık gerçeğe ta kendisi sayılır;

artık bu kararın yeniden ele alınıp uyuşmazlıkların toplum

içinde sürüp gitmesini önlemektir.

Böyle olmakla birlikte, bazı sınırlı nedenler bulunduğu

ileri sürülürse, hukukumuz yargı durumuna girmiş, bu son

karara rağmen, uyuşmazlığın yeniden muhakemesini kabul

etmektedir. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 327-342'inci

maddelerinde düzenlenmiş (muhakemenin yenilenmesi eşittir

muhakemenin iadesi) adını taşıyan bu kurum sayesinde

yeniden bir muhakeme yapıp hukuka aykırı son kararın kaldırılması

olanağı vardır.

Mahkum öldüğünde bu yola başvurmak, örneğin ana

babasına ve kardeşlerine de tanınmıştır.

Üzerinde durduğumuz olayda bu yola başvurulması

olanağı bulunmadığını zannetmekteyim; çünkü, söylemiş olduğum

gibi, bu yola kanunda açıkça gösterilmiş sınırlı

durumlarda gidilebilmektedir.

İ) Sadece son kararın hukuka aykırı olması yetmez ayrıca

kanundaki nedenler bulunmalıdır.

Olayda TCK.'nın 146'ıncı maddesiyle ceza verilmesi hukuka

uygun değildir, başka bir madde ile daha hafif bir ceza verilmeliydi

diye bir fikre dayanıldığı kabul edildiğinde, kanunun

sadece yanlış madde uygulanması durumunda bu yola gidilmesini

kabul etmediğini görmekteyiz. Ceza Muhakemeleri

Usulü Kanunu'nun 327'inci maddesinde sayılmış nedenlerden

biri bulunması gerekmektedir. Bu nedenleri kısaca görelim:

1) Duruşmada kullanılmış ve son karara etkili bir belgenin

sahte olduğu ortaya çıkmalıdır. Olayımızda böyle bir

belgenin sahte olduğu biçiminde bir iddia yoktur.

2) Yemin verilerek dinlenmiş bir tanığın mahkum aleyhinde

gerçek dışı bir açıklamada bulunması ve bunun son

karara etkili olması gereklidir. Böyle bir tanık açıklamasının

gerçeğe aykırı olduğu ve buna dayanıldığı ileri sürülmemiştir.

3) Son karara katılmış hakimlerden birinin aleyhine ceza

uygulanmasını gerektirecek nitelikte vazifesini kötüye kullanmış

bulunması, yani bir vazifeyi ihmal veya suistimal

suçunu işlemiş bulunması gerekmektedir. Hakimlerin böyle

bir suç işlediği hususunda bir iddia da yoktur zannediyorum.

4) Yeni deliller ileri sürülmesi gerekmektedir. Yeni delil,

duruşmada hiç ileri sürülmemiş veya sürülmüş olsa bile hiç

üzerinde durulmamış delil olarak tanımlanmaktadır.

Bu nokta, dosyanın tam bilinmesi ile cevaplandırılabilir.

Böyle bir delil ortaya çıktığında yeniden muhakeme olabilir;

çıkmadığında yeniden muhakeme olamaz.

İİ) Ölmüş kişiler için sadece beraat etmesi gerekirdi diye

bu yola gidebilmektedir.

Bir an için yeni delil ortaya çıktığını kabul ettiğimizde,

olayda ikinci bir kanun sınırlaması ile karşılaşmaktayız.

Şöyle ki; kanunumuz, ölmüş kişiler hakkında yeniden muhakeme

yapılmasını, onların sadece beraat kararı almaları olasılığında

kabul etmekte, onun dışında etmemektedir.

(CMUK. m. 339) Bu üç sanığın TCK.'nın 146'ıncı maddesiyle değil,

fakat daha hafif bir cezayı gerektiren başka bir madde ile

cezalandırılması gerektiği ileri sürüldüğüne göre, kanunumuzca

böyle bir ceza değiştirilmesi için yeniden muhakeme

kabul edilmiş değildir. Bu hüküm eleştirilere uğramaktadır;

fakat böylece yürürlüktedir.

Demek ki, ölmüş kişiler hakkında sadece beraat kararı

verilmesi iddiası ile bu yola başvurulabilmektedir; daha hafif

bir ceza ile mahkumiyet için bu yol kapalıdır. Böyle bir hukuka

aykırılık son karar yargı halini almış ve sanık da ölmüş

ise, yeniden mahkeme için yeterli olmamaktadır. Eğer beraat

olasılığı yoksa, kanundaki nedenler bulunsa bile, son karar

yeniden ele alınamamaktadır.

Demek ki (İ) numara altında gösterdiğimiz 4 nedenden

biri veya birkaçı söz konusu olayda bulunsa bile, (İİ) numara

altında gösteridiğimiz koşul gerçekleşmediği için, bu yola

gidilmesi olanağı yoktur.

Ancak kanundan çıkan bu sonucun, hukukçuları hiç

doyurmadığı, bu yüzden, bu sınırlamanın kaldırılıp, cezanın

azaltılması için de bu yola başvurulmasına olanak sağlanmasının

doğru olacağı yolundaki eleştirileri dikkate almak

gerekir.

Bu eleştiriler bizi kanunun değiştirilmesi ve yargılama

beraatle sonuçlanmıyacak olsa bile, idam edilen sanığın

davasına yeniden bakılması olanağının sağlanması gerektiği

sonucunu kabule götürmektedir.

:::::::::::::::::

İDAMLARLA İLGİLİ TARiHİ BİR BELGE

TÜRKİYE RAPORLAR BİRLİĞİ BAŞKANI PROF. DR.

FARUK EREM'İN CUMHURBAŞKANI CEVDET SUNAY'A

İDAMLARLA İLGİLİ RAPORU

ANKARA 1 NUMARALI SIKIYÖNETİM MAHKEMESİ

DENİZ GEZMİŞ, YUSUF ASLAN VE HÜSEYİN İNAN'IN

İDAMINA KARAR VERDİĞİ GÜNLERDE, CUMHURBAŞKANLIĞI

HUKUK DANIŞMANI, PROF. DR. FARUK

EREM'Dİ. İDAMLARlN MECLİSTE GÖRÜŞÜLECEĞİ

GÜNLERDE FARUK EREM'DEN MÜTALAASI İSTENMİŞ,

FARUK EREM GÖRÜŞLERİNİ BİR RAPORLA CUMHURBAŞKANLIĞI'NA

BİLDİRMİŞTİ...

Sayın General

Cihad Alpan

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri

Emir buyrulan mütalaa aşağıda saygı ile arzolunmuştur:

1) Usul bakımından: CHP'nin iptal sebeplerinden bir kısmı

usule dayanmaktadır.

a) İvedilik, öncelik: Tasarının Meclis'te ve Senato'da Komisyonların

teklifi üzerine öncelik ve ivedilikle kabul edildiği,

bunu teklif eden Komisyonların gerekçe göstermedikleri

ve karar alındığı sırada da bir gerekçeye yer verilmediği

bildirilmektedir.

--Gerçekten öncelikle (İç Tüzük: 74) gündemde mevcut

maddelere -takdimen müzakere istendiğinde bunun eshabı

mucibesinin dermeyan-ı sorumludur. Cumhuriyet Senatosu

İç Tüzüğünde de (45) -Hükümet veya Komisyon tarafından

yazılı ve gerekçeli bir istek üzerine- bir tasarının önce

görüşülmesine karar verilebileceği açıklanmıştır.

--Millet Meclisi İç Tüzüğünde (70, 71) bir tasarının -yalnız

bir defa müzakeresi ile iktifa edilmesi için Meclis'in kabul

edeceği esaslı bir sebep olmadıkça müstaciliyet kararı verilemez,

müstaceliyet kararının talebi yukarıdaki maddede

münderiç şartları muhtevi ve tahriri olmak lazımdır- denilmektedir.

Senato İç Tüzüğünde de (46) -esaslı bir sebep olmadıkça

ivedilik kararı verilemez- kaydı yer almaktadır.

--O halde -gerekçe- ve -esaslı bir gerekçe- kararının verilebilmesi

için aranan bir koşuldur. Anayasamız -kanunların

yapılması-nı düzenlemiştir (Anayasa 91 ve devamı). İvedili

işler-ivedili olmayan işler ayrımı (92) kabul edilmiştir. O halde

ivedilik kararı ancak koşullarına riayet edilerek, verilebilir.

b) Teklif: CHP, bahis konusu tasarının Meclise Başbakanlık

tarafından sevkini, Anayasanın 64'üncü maddesine aykırı

bulmakta ve bundan evvel Adalet Bakanlığınca Meclise sevkedilmemiş

olan dosyaların Komisyon kararı ile Başbakanlığa

iade olunduğunu ileri sürmektedir.

c) Münferit oylama: CHP'nin gösterdiği sebeplerden biri

de, üç kişi hakkındaki ölüm cezalarının yerine getirilmesine

dair Adalet Komisyonunca hazırlanan tasarının birinci maddesinin

her üç hükümlüyü kapsadığı, bu hali ile genel kurullardan

geçtiği ve hükümlüler hakkında tek tek oylama yapılmadığı,

bu hususun -cezaların şahsiliği- ilkesine aykırı düştüğüdür.

2) Esas bakımından: CHP'nin esas bakımından ileri sürdüğü

iptal sebepleri şunlardır:

a) Parlamentonun yetkisi: Anayasanın 132'inci maddesine

göre yasama ve yürütme organları mahkeme kararlarını değiştiremezler,

yerine getirilmesini geciktiremezler. Bu kuraldır.

Ölüm cezaları hakkında Meclisin vereceği karar, bunun

istisnasıdır. Bu istisnanın sebebi şudur: -... mahkememinin

nazara alamayacağı hususları dikkat nazarına alarak ve aynı

zamanda bir hayata son verilmesinin maşeri vicdanı temsil

eden Parlemonto tarafından bir defa daha incelenmesi-.

b) Kanun teklifleri ve diğer kararlar: Meclis gündeminde

de, bahis konusu tasarının görüşüldüğü aynı günün gündeminde

başka ölüm cezalarının yerine getirilmesi ile ilgili Komisyon

raporları mevcuttur. Bunlar hakkında öncelik ve ivedilik

kararı alınmamıştır. Ayrıca hükümlüler af için Meclise

müraacat etmişlerdir. Ölüm cezasının ilgası açısından da kanun

teklifleri vardır. Bunlar hakkında henüz bir karar verilmiş

değildir.

3) CHP'nin iptal istemi gerekçelerinin değerlendirilmesi:

İptal isteminin usul ve esasa ilişkin gerekçekleri

arasında bir bağlantı görülebilir:

a) Tartışmasız kabul: Eğer ivedilik ve öncelik kararı alınmamış

olsa idi, Meclislerde konu gereği gibi tartışılırdı. Bu

tartışma, -subut- ve -vasıf- açısından olamayacaktı. Zira

hükümler kesinleşmiştir. Anayasanın Meclise tanıdığı yetki

-mahkemelerce verilip kesinleşen ölüm cezalarının yerine

getirilmesine karar vermek-tir. O halde bütün cezalardan ayrı

olarak ölüm cezasının yerine getirilmesi için Meclisin bir

karar vermesi lazımdır. Bu yetki esasında ölüm cezasının

yerine getirilememesi kararının verilmesinde toplanır. Mahkemelerin

değerlendirmeğe yetkili olmadıkları unsurların

Meclis tarafından nazara alınması gayesi takip olunmuştur.

Meclis bu takdirinde bir ölüm cezasının yerine getirilip

getirilmemesinde toplum açısından her türlü mülahazayı ele

alabilecektir. İşte bu nedenle bir kimsenin hayatına son vermede

-ivedelik- ve -öncelik- mantıki değildir. Hukuka aykırıdır.

Anayasa, diğer cezaların aksine, bu cezanın bir defa

da, Meclis tarafından incelenmesini isterken, bunlar hakkındaki

kararın da ivedilik ve öncelikle alınabileceğini düşünmüş

olamaz. Zira bu bir çelişme olurdu. Bir taraftan bir munzam

teminat getirilmesi, diğer taraftan açıkça istical haklı

gözükmemektedir.

Meclis gündeminde ve Adalet Komisyonunda pek uzun

süredir, bekleyen infaz dosyalarının mevcut olduğu bilinmektedir.

O dosyıların hepsinin önüne alınan bir dosyanın gerekli

incelemeden yoksun bırakıldığını iddia etmek haksız sayılamaz.

b) Anayasamızdaki kusur: Ölüm cezalarının yerine getirilip

getirilmemesi kararı diğer bütün Devletlerde -Devlet

Başkanı-na verilmiş bir yetkidir. Zira Devlet Başkanı tarafsızdır.

Tarihi bazı nedenlerle bu yetki memleketimizde Meclise

verilmiştir. Çok partili döneme geçince, çoğunluk partisinin

oy fazlalığı ile tarafsız tasdik makamı olmak niteliği de

kalmamıştır. Bahis konusu ölüm cezalarının verilmesine sebep

olan olayların kendi partilerine daha fazla zararlı olduğu

kanısını taşıyan bir kuruluşun oylamada üstünlüğü tasdik

eylemınin toplumca isabetli kabulünü imkansız kılabilir.

İvedilik ve öncelikle başlayan taraflı tutum, bu cezalar

hakkında her türlü mülahazalar ve parti disiplini dışında

vicdani kanaate göre sonuca varılması kuralına bağlı kalınmadığını

göstermektedir.

c) Mahkemenin kararı: Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesinin

9.10.1971 tarih ve 13//23 sayılı mahkumiyet kararının

53'üncü sahifesinde aynen şu satırlar yer almaktadır: -... detaylı

eleştiri ve iddialar hakkında mahkememiz kişisel görüşlerini

mahfuz tutmuş, müessese olarak bunlar üzerinde

hüküm vermeyi, kamu vicdanına, tarihe ve Türkiye Büyük

Millet Meclisinin takdir ve yetkisine bırakmayı uygun görmüştür.-

Mahkemenin hükmünde yer alan bu satırların zorunlu

kıldığı ölçüde TBMM'nin takdir ve yetkisini usuli kusurlar

nedeni ile, kullanmak olanına sahip kılınmadığı açıkca belli

olmaktadır. Kaldı ki bu satırların uyarıcı etkisi ve özellikle

-mahfuz tutulan görüşler- deyimi, kamu vicdanına ve tarihe

tevdi kılınan hususlar üzerinde gereken önemle durulması

icap eder. Mahkeme kararında (basılı metin, sh. 11) işaret

edilen -ekonomik rezaletler-e ilişkin satırların neyi ifade ettiği

üzerinde durabilecek bir merci bulunmadan bir sonuca

varmak isabetli olamaz. Mahkeme kararı, ölüm cezasına

adeta şarta bağlı olarak, hükmetmiş intibaını vermektedir.

ç) Topluca takdir: Halen yargılamalar devam etmektedir.

TCK'nun 146'ıncı maddesine göre verilen ve verilecek bütün kararların

bir arada ele alınması ve her suçlunun durumu ayrı

ayrı incelenerek işledikleri fiillerin vahamet dereceleri

karşılaştırılarak, tasdik veya ademi tasdik yetkisi böylece kullanılmalıdır.

Aksi halde zamanın geçmesi, eşit olmayan takdirlere

yol açabilir. Yüksek Adalet Divanı ve Aydemir olayında

tasdik makamları bu imkana sahip idiler.

4) Yürütmenin durdurulması konusu: Anayasamızda ve

Anayasa Mahkemesinin Kuruluşuna Ait Kanunda yürütmenin

durdurulabilmesi hususunda sarahat olmadığı iddiası

doğrudur. Fakat sarahat olmadığından, böyle bir kararı

Anayasa Mahkemesinin veremiyeceği düşüncesi isabetli

değildir. Yürütmenin durdurulması bir usul konusudur.

Usulde kıyas caridir. Bu nedenle Anayasa Mahhemesi bu

yola gidebilir. Esasen bu olaydaki karara -yürütmenin durdurulması-

isminin de isabetli düşmediğini sanıyoruz. Zira

bu terim idare hukukunda bir müesseseyi akla getiriyor. Burada

bahis konusu olan -infazın bekletilmesi-dir. Yürütmenin

durdurulması kararına konu olan bir idari kaza kuralları

ile -infazın bekletilmesi- arasında fark vardır. Anayasa

Mahkemesinin bu konuda vereceği karar, iadei muhakeme

talebinin kabulünde Ceza Mahkemelerinin verdiği karara

dahi, ancak ve kısmen benzemektedir. İadei muhakemede infaz

durdurulursa, örneğin hürriyeti bağlayıcı ceza hükümlüsü

serbest bırakılır. Bu olayda ise sadece ölüm cezasının infazı

durdurulmuş olacaktır. O halde Anayasa Mahkemesinin

bu konuda ittihaz ettiği karar, sadece bir -tedbir kararı-dır.

Bunun için açık hükme ihtiyaç yoktur. Anayasa Mahkemesine

verilen görevin yerine getirilmesini sağlayan hükümlerde

bu tedbirleri almak esasen mevcuttur.

5) Karar-Kanun tartışması: Basında rastlanan bazı görüşler,

ölüm cezasının yerine getirilmesine ilişkin tasarrufu,

Meclisin bir -karar-ı olduğu, kararlara karşı ise anayasaya

aykırılık nedeni ile dava açılamıyacağı, yolundadır. Bu tartışma,

Cumhurbaşkanlığının bahis konusu tasarıyı tekrar

görüşmek üzere iade edip edemeyeceği sorusuna da etkilidir.

Zira aynı şekilde, Cumhurbaşkanının tekrar görüşme istemesi

de, yalnız kanunlar içindir.

Teşkilatı Esasiye Kanunu yürürlükte iken karar-kanun

ayrımı vardı. Yukarıdaki görüş ancak o dönemde haklı gözükebilirdi.

Anayasa bu ayrımı kaldırdı. Ölüm cezasının yerine

getirilmesi de bir -kanun- ile olmaktadır. Bu nedenle:

a) CHP'nin Anayasa Mahkemesine iptal için başvurmasında

bir usulsüzlük yoktur.

b) Cumhurbaşkanımızın yetkileri ise iki bakımdan mütalaa

olunmalıdır.

aa) Cumhurbaşkanımızın yetkileri cezaların affı bakımından

üç belli sebeple bağlı olduğu anayasamızda açıklanmış

bulunduğundan bu yol kapalı bulunmaktadır.

bb) Cumhurbaşkanımızın bahis konusu tasarının usulüne

uygun hazırlanamadığı, ivedilik ve öncelik kararlarının isabetli

görülemediği, böylesine önemli bir tarasarrufta bütün

düşüncelerin ortaya atılmasına olanak sağlanmasındaki zaruret

ve uygun mütalaa buyuracakları sair gerekçelerle tekrar

görüşme isteminde bulunmaları mümkün görülmektedir.

6) Mahkemeden karar istenmesi: Ceza Usulü Kanununun

403'üncü maddesine göre, bir cezanın infazı hususunda tereddüt

olursa mahkemeden karar istenebilir. Kanununun bu

hükmünün ölüm cezasının Meclisce onaylanmasında iddia

olunan bir usulsüzlüğün çözümünü de kapsayıp kapsamadığında

kesin bir kanaat izharı mümkün değildir. Meclisin bir

tasarrufunun mahkemece denetiminde bir çeşit yetkisizlik

görülebilir. Bununla beraber mahkemenin bu hususu mümkün

görmesi ihtimal dışı değildir.

7) Adalet Bakanlığı'nın yetkisi: Ölüm cezalarının tasdik

kanunu çıktıktan hemen sonra infazı adet halindedir. Bununla

beraber iadei muhakemeye müracaat halinde, talebin

kabul veya reddine kadar infazın bekletildiğine örnekler vardır.

Zira infaz halinde telafisi imkansız bir durum bahis konusudur.

Ölüm cezasının hemen infazında bir gelenek mevcut ise

de belli bir infaz süresi yoktur. Böylesine önemli bir konuda,

Adalet Bakanlığının müracaatların neticesini beklemeden

infaz emretmesi veya böyle bir emir olsa dahi, Savcılığın ilerde

kanunsuz sayılması mümkün böyle bir emri yerine getirmesi

sorumluluğu gerektirmiş olabilir. -İnsan hakları-nı

(Anayasa 2) ve bunlar arasında başta gelen -yaşama hakkı-nı

(Anayasa 14) önemsiz saymak mümkün değildir.

Saygı ile mütalaa olarak arzolunur.

22.3.1972 Saat: 22.00

:::::::::::::::::

YENİDEN KENDİ ŞEHRİMDE

En uzun günüydü ömrümün

süzgün, kamaşan bir arzuyla

her yanım karmakarış

yıllar ve yıllar ve yıllar sonra kendi şehrimde

yeniden yazmaya başladığım şu gün...

...

Bir yanı unutulmuş bir yanı taşkın

bir yanı bastırılmış bir yanı bıçkın

düşlerimle boğuşarak uyandım

ve boğulurcasına kendi karanlığımda

saatlerce dolaşıp durdum şehri..

...

Bu şehir gençliğimdi benim,

aşklarım, gizlerim, meraklarım,

kavuşup kavuşup yitirdiğim sevincim..

Kimi külhan, kimi ceylan nicesiyle kapışarak belanın

dövüşürken bu şehir kurtulsun diye acılarından,

şimdi, parçalanmış canlara bakarken bile sağır

acılardan zevk alan insanlar mı çoğalmış?

Kimisi yalanı kanıksamış, kimisi suskun kalanı..

Seçkin kendine vurgun, yılgın kendine esir..

Karalara, çıralara sarınmış kiminin elinde Kur'an

kiminin elinde kırbaç

göğünden ufkunu kurban

gününden güneşini haraç istiyor şehrin..

Köşe bucak aranırken savrulduğum sevdaların izini

dilimde sinsi sinsi yalanınca bu sözler

ürperdim sesten sese

bir ucundan bir ucuna şehrim kadar irkilip

sokaklardan içimdeki karmaşaya çekildim..

...

Ah ki düşümdeki yerinden

çoktan yitip gitmiş sevdiğim,

ah ki saklımdaki özlemler sahibine yabancı,

ektiğim gül, seçtiğim nar göz göre göre yağmalanmış,

kırık, kırgın, öksüz kalmış sürgünde gönül,

içlendiğim hüzünler sakarca yaralanmış,

ah ki ellerimi doyasıya alamadan avcuna

elmasını incecikten

özen bezen düşlediği aydınlığa soyamadan

karca beyaz dalca narin

pınarlar kadar kibar

üzüm üzüm gözlerinde sevinç soran bakışıyla,

derin uykusuna dalmış baba ocağım,

uzanıp kucağında ağlayamadım..

...

En uzun günüydü ömrümün

bir yanı sabır bir yanı tınmaz

bir yanı kahır bir yanı kanmaz

bir kez daha sığınarak kendi yüreğime kendi şehrimde

yeniden başlıyorum yazmaya

yeniden ve yine yapayalnız..

...

Ömrüm senden özür diliyorum!

Nihat Behram Ekim 1996 İstanbul

İletişim

A user filling out a PHP-based form on a website with a photo album visible.
A user filling out a PHP-based form on a website with a photo album visible.

Sorularınız için formu doldurun, size hızlıca dönüş yapalım.